“Abdullah Öcalan’a Özgürlük—Kürdistan’da Barış” Uluslararası İnisiyatifi sözcülerinden Havin Güneşer, 24 yıllık İmralı tecridi, Avrupa Konseyi'nin “Umut hakkı” kararı, hegemon siyaset ile AİHM/CPT gibi kurumların pozisyonu, "Zamanı Geldi" kampanyası ile Demokratik Uygarlık tezinin evrensel etkileşimine dair düşüncelerini aylık kadın gazetesi Newaya Jin'da kaleme aldı.
Ağırlaştırılmış müebbet hakkındaki karara dair AİHM’in Türkiye’ye yaptığı önermenin skandal niteliğinde olduğunu ifade eden Güneşer, “Türkiye’ye resmen diyor; ‘seni anlıyorum, bu kararım sabah salıver anlamına gelmiyor, belirli sürelerle durumunu gözden geçirecek bir mekanizma oluştur’ dedi.
Güneşer’in “Kürt Rönesansı durdurulamaz” başlığıyla kaleme aldığı yazı şöyle:
Türkiye’de özellikle Kürtler başta olmak üzere kurgulanan Türklüğe ve bunun çıkarlarına ters düşebilecek davalara devletin en tepeden direkt müdahale ettiği çok açıktır. Yargı kurumu faşist merkezlerin önde gelenidir. Kürt halkını böylesi bir kurumdan adil ve bağımsız yargılama beklentisi içine sokmak, Kürtlere ‘siz böyle yaşamaya mahkumsunuz’ demektir. Çünkü devletin kanunları Kürtleri ve Kürtlüğü yok saymaktadır. Bunun da ötesinde çeşitli halklar ve inançlar Türklüğün inşası için yok edilmiş; toplum Türklüğün tekliği, birliği ve üstünlüğü üzerine yeniden kurgulanmıştır. Kürtlüğün kendisini suç teşkil eder hale getirmiştir. Türkiye’de bu yargı gerçekliği varken kim nasıl ‘adil ve bağımsız’ bir yargılama bekleyebilir?
AİHM BAKANLAR KOMİTESİ VE ULUSLARARASI KOMPLO
Bu çerçeveden bakıldığında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin rolünü daha iyi kavramak mümkün. Özellikle 1990’lardan beri Kürtlerin Türkiye’de yaşadığı ırkçılık-ayrımcılık, savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar olarak nitelendirilebilecek davalar bir nebze de olsa Türkiye hukukunu “düzeltmeye” çalıştıkları “tutunacak bir dal”a dönüştürülmüştür. Türkiye bu davalarda mahkum edilse de, hiçbir davada AİHM, Kürtlerin ırkçılığa ve ayrımcılığa maruz kaldığına dair bir karar vermemiştir. Mahkeme üye devletlere karşı “bireysel başvurular” kabul eder. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın davasını da bu çerçevede ele almış ve böylece davanın tüm sosyal ve politik boyutları yargılama dışında tutulmuştur. Türk devletinin Kürt toplumuna ve onun varlığına ilişkin yürüttüğü soykırımcı yaklaşımları problem etmeden, ön kabul olarak ele almıştır. Böyle bir yaklaşımın adil bir yargılama ortaya çıkaracağını kim iddia edebilir? Tüm bunlar yapılmadan ise bireyin hakları olduğu söylenmektedir: Hangi haklar ve ne için haklar?
Geriye dönüp baktığımızda Abdullah Öcalan’ın Avrupa dışına çıkarılması aslında onun Avrupa hukuku dışına çıkarılması ve Kürtlerin komplo olarak nitelendirdiği ve o günlerde ne liderlerini ne de kendilerini neyin beklediğini bilmedikleri belirsiz bir geleceğe atılmasıdır. Avrupa’da kalış durumu, yargılama konusunda daha farklı bir sonucu ortaya çıkarabilecekken, Kenya’ya bin bir hile ile yollanma ve ardından Türkiye’ye kaçırılma çirkin çıkarlar ve hesaplar sonucudur.
AİHM’in özellikle kaçırılma, izolasyon, adil yargılanma konularında verdiği kararlar Avrupa sisteminin Abdullah Öcalan’ın kaçırılışındaki rolüne de ışık tutmaktadır. Şayet Avrupa kendi normları ve sözleşmelerine bile sadık kalsaydı, ortaya çıkan bu hukuksuzluğu reddetmesi gerekirdi. Böylece de İmralı adasındaki yargılama, kararın ve infaz süreçlerinin Avrupa hukukuna ters düştüğü ve gerçekleşmemesi gerektiği tespitini yapmak durumunda idi. Durumu sonuç itibari ile değiştiremese bile İmralı Ada Cezaevi’ndeki adaletsizliği reddederek Abdullah Öcalan’ın Avrupa’da özgür hareket edebilmesi için “bireysel hakkını” tanımalıydı. Ama “adil ve bağımsız” yargının olmadığını 2004 AİHM'in aşırı teknik ve oluşan tepkileri adeta örtpas edici kararında görmüş olduk. Böylesi bir karar Bakanlar Komitesi’ne ulaştığında ise en fazla politik ve ekonomik çıkarların yeri olarak en geriden ve hukuk-dışı bir yorumla uygulandı: Türkiye masa başında dosyayı açtı ve ‘şayet yargılama yapsam da farklı bir karar çıkmaz’ diyerek kapattı. Bunu Bakanlar Komitesi’nin önüne getirdiğinde ise Bakanlar Komitesi Türkiye’nin sorumluluk ve yükümlülüklerini yerine getirmiş olarak yorumlayarak davayı kapattı. Böylece aslında Mahkeme ve Bakanlar Komitesi gitgide ve aldıkları kararlar ile bu siyasal komplonun içindeki bir araçtan öteye bir şey olmadıklarını ortaya koymuş oldu.
Avrupa Konseyi kendi içinde birçok bağımsız organdan oluşuyor; Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi de Avrupa Konseyi’nin üzerinde inşa edildiği temeli oluşturur. AİHM kendisine gelen bireysel başvuruları bu sözleşme üzerinden değerlendirmeye tabii tutup bir karara varıyor. CPT’yi de bu sözleşme bağlıyor. AİHM, CPT’nin resmen yayınlanmış raporlarını dikkate alıyor; fakat bu konuda da AİHM’in CPT tavsiyelerinin gerisinde yaklaşımlar geliştirdiğini de gördük. Üye ülkeler ise CPT tavsiyelerine uymadığı takdirde pek bir yaptırımla karşılaşmıyor. CPT, tavsiyelerine uymayan ülkeyi bir açıklama ile teşhir edebiliyor. Bunu çok az yapıyor. İlki 1999'da, sonuncusu da Mayıs 2019'da olmak üzere CPT İmralı'ya sekiz ziyaret gerçekleştirdi, fakat bu raporlarda yapılan tavsiyeler ya uygulanmadı ya da tam tersi yapıldı. CPT, Abdullah Öcalan’ın 24'üncü yılına giren ağır tecrit koşullarına ve kendi raporlarına rağmen bu teşhir mekanizmasını kullanmadı. Uluslararası İnisiyatif olarak 2005 yılından bu yana tüm bu başlıklar konusunda Avrupa Konseyi nezdinde çalışmalar yürütüyoruz ve CPT’nin kararlarının takipçisi olan bir mekanizmanın olmadığını çalışmalarımızla gösteren kurumlardan biriyiz. 2019 yılında bu tavsiyelerin uygulanmasında yaşanan boşluk teslim edildi ve Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’ndeki İnsan Hakları ve Hukuki İşler Komitesi’ne CPT tavsiyelerinin uygulanmasını takip etme görevi verildi.
AİHM’İN ÖNERMESİ SKANDAL NİTELİĞİNDE
AİHM kararları üye ülkeleri bağlar ve bu kararların uygulanıp uygulanmadığını Bakanlar Komitesi takip etmektedir, kararlar uygulanmadığı takdirde yaptırımlar dizisi önerebilmektedir.
AİHM verdiği kararlar ile, örneğin daha 2004'deki bir kararında ‘izolasyon teşkil edecek bir durum yoktur’ diyerek çok erkenden CPT’nin elini zayıflatmıştı. Abdullah Öcalan’ın tüm davalarında verdiği kararlarla AİHM Türkiye’nin elini güçlendirmekle kalmıyor, aynı zamanda Avrupa hukukuna çok geri içtihatlar kazandırıyor. Ağırlaştırılmış müebbet hakkındaki kararın kendisi elbette olumlu, fakat AİHM’in bizzat Türkiye’ye yaptığı önerme skandal niteliğindedir. Şunu diyor resmen, ‘seni anlıyorum, bu kararım sabah salıver anlamına gelmiyor, sadece umut hakkı olması gerektiğinden, belirli sürelerle durumunu gözden geçirecek bir mekanizma oluştur.’ Bütün bu alttan alan yaklaşımlara rağmen Türkiye bunu yapmamaktadır. Ne tür pazarlıklar dönüyor, net olarak bilemiyoruz. Zaten davaya bakan AİHM mahkeme başkanının Türkiye’yi ziyaret ederek hükümet güdümlü bir üniversiteden ödül alması pek gündeme girmedi, fakat AİHM’in içler acısı durumunu çıplak bir şekilde ortaya serdi.
Ağırlaştırılmış müebbet konusundaki AİHM kararı Nisan 2014 yılına ait. O tarihten bu yana çoğu kez Bakanlar Komitesi'ne bu konudaki pratik hakkında bilgilendirmeler yapıldı, yetkili mercileriyle görüşmeler gerçekleştirildi. Örneğin 2017 yılında gerçekleştirilen böylesi önemli bir görüşmede, AİHM kararının uygulanması ile sorumlu olanlar bize ‘artık durum aciliyet arz etmektedir, hem süre hem de yaş itibarıyla’ dediler. Buna rağmen bu konuda herhangi bir gelişme olmadığı gibi o kişilerin görev yerleri değiştirildi. Yeni gelen ekiple ancak 2019’un başında görüşülebildi. Ve yaklaşımları “Türkiye bazı konularda adım atacak gibi duruyor, bu durumu gündeme getirmek diğer konularda adım atmamalarına neden olabilir”, bu nedenle aciliyet arz etmiyor oldu.
Bakanlar Komitesi, tüm bu organların içinde en ekonomik ve siyasi çıkarlar temelinde kararlar alan organların başında geliyor. Nitekim dışişleri bakanlarından ve onları temsil eden devlet bürokratlarından oluşuyor. Üstelik bu tür devlet mercileri ve uluslararası kurumlarda gittikçe aşırı sağ ve çıkar karşılığı iş yapan klikler kümelenmiş durumda. Dürüst ve iyi niyetli bireyler de mutlaka var, fakat bu genel rotayı değiştirebilecek etkide değil.
Kürt toplumu ile demokratik çevrelerin bu konudaki tutumu birleşince, hukukun sağcı yorumuna karşı belirli bir tutum ve tavır açığa çıkabilir ve çıkmalıdır. Yine Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi geçmiş süreçte yaşadığı iç problemler ve Meclisi gittikçe sağa çeken yaklaşımlardan dolayı aslında rolünü en gerici biçimde birçok konuda oynadı. Kadın haklarından tutalım birçok konuda Türkiye, İspanya, İtalya ve diğer ülkelerden çeşitli gerici klikler ortak hareket etti. AKP açısından bu meclis, meşruiyetini ürettiği dış merkezlerden biri oldu. Bu nedenle Parlamenterler Meclisi siyasal sorumluluk alma yerine, Norveçli Genel Sekreter öncülüğünde "Avrupa Konseyi gerekli midir" gibi soruların en fazla sorulduğu bir sürecin önünü açtı. Meclis görevini yerine getirmedi, gerici dengeler buna izin vermedi.
Giderek dünyanın her yerinde ve özellikle de Covid-19 ile beraber hak gaspı çok hızlı bir biçimde gerçekleşmektedir, o nedenle Kürt toplumunu en zayıf karın olarak görenler bu noktadan kalkarak birçok hak gaspını topluma kabul edilir kılmaya çalışmaktadırlar. Bu nedenle hem Kürt toplumu, demokratik çevreler ve kuruluşların yürüttükleri bu mücadele hem sosyal, siyasal, etik ve hem de hukuksal açılardan çok büyük önem arz etmektedir. Karar mercilerine kümelenen bu klikleri dengeleyecek bahsettiğimiz gücün dışında başka bir güç yoktur.
O nedenle ancak bu mücadele Bakanlar Komitesi ve Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi nezdinde bir dengeyi açığa çıkarabilir, çıkarmalıdır ve onları sorumluluğa davet edebilir. Türkiye’den çeşitli hukuk ve sivil toplum kuruluşları bu uygulama sürecine müdahil oldu, bu önemliydi. Bu kararın ekonomik ve politik çıkarlar ve anlaşmalara kurban edilmemesi için tüm toplumsal dinamiklere düşen sorumluluklar vardır.
İKTİDAR DIŞINDA KALANLARIN ZAMANI GELMİŞTİR
“Zamanı Geldi” kampanyası özelde Rêber Abdullah Öcalan'ın fiziki özgürlüğü olmak üzere Kürt halkının özgürlüğü odaklı 1999’dan beri yürütülen mücadelelerin çok önemli bir aşamasını temsil etmektedir. “Güneşimizi Karartamazsınız”, “Êdî Bes e”, “Zamanı Geldi” kampanyaları felsefik ve politik olarak da mücadelenin hem temposunu hem içeriğini belirlemektedir. Kürtlerin, farklı halkların, kadınların, işçi ve emekçilerin, tüm sömürülen ve yok sayılanların yani devlet ve iktidar dışında kalanların zamanı gelmiştir. Rêber Öcalan bir yandan felsefesi, ortaya koyduğu paradigmasıyla, yine duruşu ve direnişi ile kaostan nasıl çıkılacağını ve bunun evrensel boyutlarını ortaya koymaktadır. Öylesi bir tarihsel anda bulunulduğunu hem sergilemekte, hem de bu çıkışın nasıl inşa edileceğini ortaya koymaktadır. Dünya çapında Rêber Öcalan’ın özgürlüğünü on milyondan fazla insan haykırdı, bununla beraber Bask’dan Katalonya’ya, Tamillere, Brezilya’dan Arjantin’e, Chiapas’a, oradan İngiltere, ABD, Kanada’ya, Filipinlere, Güney Afrika’dan Hindistan ve Avustralya’ya kadar çeşitli kurum, hareket ve kuruluş, birey ve sendikalar “Zamanı Geldi” hamlesine çeşitli biçimlerde katılım sağladı. Hamlenin açıklaması İngiltere’deki sendikaların Öcalan’a Özgürlük kampanyası ile beraber 2017’de Strasbourg’da yapılarak start aldı. Akabinde Brüksel’de Britanya’dan çeşitli sendikalar ve Bask liderlerinden Arnaldo Otegi’nin katılımı ile Eylül 2018’de gerçekleştirilen bir basın toplantısıyla ivme kazandırıldı. Çeşitli hareketlerin, siyasal partilerin ve bireylerin katılımları ile şu an dünya çapında gerek Rêber Öcalan, gerekse de Kürt özgürlük hareketi ve paradigması daha yaygın olarak tanınmaya başlandı. Bunda en önemli faktörlerden biri Abdullah Öcalan’ın 2013-2015 sürecindeki öngörüleri ve paradigmayı pratiğe hızla geçirebilme kabiliyetidir; Rojava’nın ulaştığı seviye, Êzidîlerin kendi öz yönetimlerini oluşturmaları ve HDP oluşumunu açığa çıkarması, yine tüm bunlarda kadınların özellikle barış ve savaş konularında aktif ve örgütlü katılımlarını sağlaması geri alınması zor gelişmeleri açığa çıkardı. Bu nedenle tüm saldırılara rağmen Kürt Rönesansı durdurulamamaktadır, durdurulamaz da.
EVRENSELLEŞEN PARADİGMA KAOSTAN ÇIKIŞA İŞARET EDİYOR
Soykırım kıskacındaki Kürtlerin tüm ağır saldırılara rağmen gösterdiği direngenlik, süreklilik ve orijinal fikirler ve bu fikirlerin pratikleştirilmesine yönelik yaratıcı çabaları tüm dünyada yankı yapmakta. Halklar bu tecrübeyi yakından takip etmektedir. Örneğin, Latin Amerika’da mücadele yürüten yerli halklardan temsilciler ve aydınlar Kürtlerin mücadele deneyimlerini ve üzerinde yükselen dinamiklerini daha yakından anlamak istediklerini belirtmekteler. Bu, tam da bahsettiğimiz özgürlük mücadelesinin kaostan çıkışa sunduğu paradigmanın evrensel boyutlu olmasından kaynaklanıyor.
Abdullah Öcalan’ın savunmalarının birçoğunun farklı dillere çevirisi de Uluslararası İnisiyatif tarafından ya bizzat yapıldı ya da koordine edildi, bunu salt mekanik bir süreç olarak görmemek önemli. Sayısız ve özellikle de Rêber Öcalan’ın etkileşim içerisinde olduğu halklar ve entelektüel çevre ile yakın bağlar kurulmaya çalışıldı, buna genç Kürt akademisyenler de dahil. Rêber Öcalan ile kitapları üzerinden bu kesimlerin diyaloğu sağlandı. Solun da çelişkili olduğu birçok konu üzerinden tartışmalar ve diyaloglar yaşandı; öz-savunma konusundan, devlet ve iktidar olgusuna, kadın özgürlüğünden sınıf olgusuna ve yine etnisiteye bakışa kadar birçok konuda tartışmalar yürütüldü, yürütülmektedir. Yine yayınladığımız Özgür Yaşam İçin Abdullah Öcalan ile Diyaloglar kitabında tüm bu aydınlar ve hareketlerin öncülerini dolaylı bir diyaloğa geçirdik. Çeşitli aydınlardan kitaplara önsözler alarak Abdullah Öcalan’ın fikirleri ile güncel bir tartışmaya girmelerini teşvik etmeye çalıştık. Tabii insanlar direkt Abdullah Öcalan’ı okuduğunda olağanüstü bir etkileşim içine girmekte. Son olarak Bir Halkı Savunmak kitabının İngilizce çevirisi bitti ve şu an basım yoluna girdi. Profesör Andrej Grubacic’in bu çok önemli kitaba yazdığı önsöz okunmaya değer. Şöyle diyor: “Bir Halkı Savunmak adlı çalışmanın sıra dışı bir kitap olduğuna şüphe yok. Bu, hemen hemen her şeyin örtüştüğü, türlü çelişkilerden oluşan bir kitap: Mit ve gerçek, geçmiş ve şimdi, rüya ve gerçek; Abdullah Öcalan'ın olağandışı gözlem gücünü, şaşırtıcı tarih ve antropoloji kavrayışını, bir o kadar da dağların renklerine ve kokularına olan sevgisini gözler önüne seriyor. Sanki yanlış bir janr (tür) da yapılmış bir sanat eseri olduğunu hissediyor insan. İlk okuduğumda, bir romanı “düzyazı opera” ile karşılaştıran Maupassant'ı hatırladım. Hapishanede yazılan bu kitap 2004'te yayınlandı ve dünya tarihinin özgün bir yorumu, devrimci bir manifesto, entelektüel bir otobiyografi, birleşik bir sosyal bilim için bir program, Kürdistan İşçi Partisi (PKK)'nin cesur bir analizi, Kürt ve Ortadoğu tarihi üzerine bilgili bir inceleme, ekonomi politiğin eleştirisi ve yine de, içine girilen tüm öğrenme ve araştırmalara rağmen veya bu nedenle, inanılmaz derecede canlı ve okunabilir bir metin.”
ÇÖZÜM ÖNEREN TEK KİŞİ ABDULLAH ÖCALAN
Yine Rêber Öcalan'ın insanlığa sunduğu paradigmanın çerçevesini tartışan ve ilki 2012’de Hamburg'da organize edilen konferans serisi alternatif arayışçıların önemli bir odak ve ortaklaşma ağı haline geldi. Yüzlerce genç, Avrupa’nın çeşitli yerlerinden bu konferanslara katılıyor ve Öcalan’ın paradigmasına büyük ilgi duyuyor ve bu ilgilerini de çeşitli çalışmalara katılarak gösteriyorlar.
Tecritte ısrar politikasının elbette ki Rêber Öcalan'ın Demokratik Uygarlık tezi ve bu fikirlerin uygulanması ile birebir bağlantısı var. Bu fikirlerin halklar arasında kök salmasından korkuyorlar. Tecrit ve dünya ile sıfır temas politikası ve yine PKK’nin "terörist" örgüt olarak lanse edilmesi bu korkunun bir sonucu. Kürt özgürlük hareketini marjinalleştirmeyi ve onunla dayanışma içersinde olanları caydırmayı hedefliyorlar.
Şöyle bir anımı paylaşmak istiyorum: 2015’teki Hamburg konferansı ardından Chiapas’ta Zapatistalar’ın kendi otonom üniversiteleri olan CIDECI’de yapılan konferansa davet edildik. Yedi gün süren konferansa dünyanın çok çeşitli yerlerinden hareketler ve Wallerstein gibi aydınlar da katılım sağlamıştı. Sunumumda sorunların kısa bir tahlilinin yanı sıra Rêber Öcalan’ın paradigması, olası senaryolar ve bu temelde de çözüm önerilerine dikkat çektim. Ertesi gün, Subcomandante Marcos kendi içlerinde yürüttükleri tartışma sonuçlarını şöyle aktardı: "Kaç gündür burada birçok kişinin konuşmalarını dinliyoruz. Fakat bu konuşmaların içerisinde çözüm öneren tek bir kişi vardı. O da Abdullah Öcalan. Kendisi ise cezaevinde ve bizim saygımız ona büyük."
Öte yandan rehinelik ve izolasyon politikasının paradigma ile bağı bizi umutsuzluğa düşürmemeli, tersine çözüm değerinin daha derinden yakalanması ve uygulamasını açığa çıkarmaya teşvik etmeli. Bu, aslında kendini çok güçlüymüş gibi gösteren sistemin ne kadar da kırılgan olduğunun da kanıtı. Öte yandan, Abdullah Öcalan'ın içerisinde olduğu ağır koşullara rağmen sergilediği direniş, yaratıcılık ve çözümleyicilik bize ahlaki ve özgürlük yanlısı duruşun nasıl olabileceğini de göstermekte.
SONUCU MÜCADELELER BELİRLEYECEK
15 Şubat Komplosunu gerçekleştirenler Kürt toplumuna ‘lideriniz çıkmaz’, ‘kaderinize razı olun' zihniyetini dayatmakta. Yani ‘bu paradigmayı hayata geçiremezsiniz, özgür olamazsınız’ demektedirler. Öte yandan da Kürtlerin Rönesansı’nın Ortadoğu Rönesansı’na evrilmesini, böylece kapitalist modernitenin kaosundan özgürlükçü ve demokratik bir sistemin ortaya çıkmasını engellemek istemektedirler. Ama Kürt Rönesansı engellenemez.
Elbette sonucu, mücadeleler belirleyecek. Yaşatılan onca vahşet, savaş suçları, kimyasal saldırılar ve toplumun direnişini kırmak, dokusunu bozmak amaçlı saldırılar, yine kadını hedef alan düşmanca yönelimlere rağmen halklar ve kadınlar biat etmedi, mücadelesinden vazgeçmedi. Asıl yozlaşan ve çözülen ise kendileri oluyor.
Rêber Öcalan paradigmasının temeline, ilk ve son sömürge olarak adlandırdığı kadını yerleştirdi. Ve “özgür erkek özgür kadından doğar” dedi. Tabii ataerkillik ve iktidar, güç, devlet çözümlemeleri kadınların özgürlük yoksunluğunun çözümlenmesine büyük katkılar yaptı. Aslında kadın özgürlük yoksunluğunun ya da köleliğinin salt kadınları ilgilendirmediğini ve böylece kadınların da toplumsal özgürlük ve erkeğin özgürlüğü gelişmeden salt bir cinsin özgürlüğünü tek başına açığa çıkaramayacaklarını ortaya koyması açısından da çarpıcıydı.
Rêber Öcalan kendi mücadelesi ve bu mücadelelerin toplamını teoriye ve aynı zamanda pratik mekanizmalara dönüştürerek bireylerin ve toplumların günlük yaşamında bir değişikliğe tekabül etmesini açığa çıkarmıştır. Şimdi önemli olan bu mekanizmalar içerisinde kadınlar olarak daha fazla yer almak, ortak mekanizmalar oluşturmak ve başta bireyin kendisinden başlamak üzere mücadele içerisinde bu değişimleri açığa çıkarmaktır. Bunun dışında kalanlar ise sistemin çarkında ezilmekte, başkalaştırılmaktadır. Bu, şiddet sarmalından kurtuluşun tek yoludur.
ANLAMIN YENİ YASALARINI İNŞA ETMENİN ZAMANI GELDİ
Önümüzdeki süreçte her zamankinden daha fazla Rêber Öcalan’ın fiziki özgürlüğünü daha yüksek sesle haykıracağız. Çünkü bir yandan Rêber Öcalan’ın devam eden esareti Ortadoğu’nun karanlık çağlara gömülmesi anlamına gelirken, fiziki özgürlüğü ise kadın ve halkların özgürlüğüne tekabül etmekte.
Toplumun hiçbir kesimi bu kaostan tek başına çıkamaz. Hiç kimse günü kurtaramaz. Gün, sorunların kökleri ile uğraşılmadan ve mücadeleler ortaklaştırılmadan kurtarılamaz. Bu nedenle kimse sorumluluklarından kaçamaz.
Halkların örgütlü gücü dışında hükümetler ve devletleri bağlayacak hiçbir şey kalmadı. İstedikleri gibi etnik temizlik yapabiliyor, ülkelere paralı asker yolluyor ve kendilerini toplumsal değerler ve doğal kaynakları yağmalamada özgür hissediyorlar. Bizler özgür yaşamı inşa kadar, bu devletleri de bazı prensiplere bağlı kalmaya zorlayan güç de olmalıyız. Rêber Öcalan da “zamanı geldi” diyor: “Anlamın yeni yasalarını ve onların ihtiyaç duyduğu yapıları inşa etmenin zamanı geldi.” Baskının ve zulmün zincirleri kırılabilir ve o zaman şimdidir. Kürtler mücadeleleri ile bunun canlı kanıtıdır. Bunun için de sokaklar gittikçe daha önem kazanmakta, örgütlü yapılar içinde hareket etmek önemli olmaktadır.
Halkın ve çeşitli toplumsal kesimlerin örgütlü gücü ötesinde uluslararası kurum, kuruluş ve devletleri sorumlulukları karşısında hesap vermeye çağıran başka mekanizmalar kalmadı. Bu nedenle yerelde ortaklıklar, dayanışmalar ve destek ağlarını her zamankinden daha da fazlalaştırmalıyız, çünkü söz konusu kaostan tek başına çıkış yolları yok.
Görüyoruz ki Rêber Öcalan’ın kaçırılışına yönelik tepki ve fiziki özgürlüğünü talep edenler, bunu Kürt halkının ve kendi özgürlükleri ile iç içe görenler tüm kıtalarda artmakta, bunu anladıkça da örgütlenmekte, bölgede ve kıtalar arası dayanışma daha da güçlenmektedir.