Alman profesör Paech: Direnmekten başka yol yok

Alman siyaset bilimci Norman Paech, Türk devleti ile çıkarlar nedeniyle Alman yasalarının Kürtlere yönelik zulme izin verdiğini belirterek “Direnmekten başka bir yol yok. Kürtlerin kendi kaderini belirleme savaşından vazgeçmeyeceğiz” dedi.

Alman profesör ve siyaset bilimci Norman Paech, Medya Haber’in Kürtlerin mücadelesi, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan üzerindeki tecrit, PKK’ye yönelik yasaklar ve uluslararası güçlerin Kürtlere yönelik zulümdeki rolüne ilişkin Medya Haber’e konuştu.

-Öncelikle İmralı'dan başlamak istiyorum. İmralı'ya giden süreci Abdullah Öcalan uluslararası komplo olarak değerlendiriyor. Sizin bu konudaki fikirleriniz nelerdir?

Hemen belirtmek isterim ki, İmralı süreci hiç kuşkusuz bir komploydu. Eğer sürgün hikayesine bakılırsa Lübnan’dan İtalya’ya oradan Hollanda’da kalma çabası, daha sonra Yunanistan’a ve buradan Kenya’ya ve oradan da CIA ve MOSSAD’ın yardımıyla Türkiye’ye kadar uzanan İmralı süreci bir komplo süreciydi. Kürt hareketi için ve genel olarak da Türkiye’nin geleceği için bu denli önemli bir rol oynadığı bilinen bir insanı tecrit etmek amaçlanıyordu. Asıl amaç öldürmekti, daha sonra da denildi ki bunu siyasi süreçte kabul etmiyoruz. Uygulanan tecrit hukuksal olarak ele alındığında; durumun bir komplo olduğu daha net anlaşılmaktadır. Tecrit, fiziki olarak başarılmış olsa da entelektüel ve ideolojik açıdan bu asla başarılamamıştır. Öcalan’ı susturma ve hareketin zayıflaması için onu hareketten koparma hedefi bu anlamda başarılamamıştır. Bunu hiçbir zaman da başaramayacaklarından da oldukça eminim. Başkalarını da tecrit etmek istediler. Cemil Bayık dağlardadır, Rıza Altun dağlardadır, Demirtaş cezaevindedir. Cezaevinde başka kim varsa hepsi ortadan kaldırılmak isteniliyor ama bunu başaramayacaklar.

-PKK lideri Abdullah Öcalan 23 yıldır ağır bir tecrit altında tutuluyor. İmralı'daki uygulamaları neye bağlıyorsunuz?

Öcalan’ı tüm bağlantılarından hem insani hem de ideolojik ve politik ilişkilerinden izole etmek istiyorlar. Bu da ancak küçük bir adada yapılabilir. Ben kendim de İmralı Adası’nda gitmek için Britanya’dan bazı meslektaşlarımla beraber Abdullah Öcalan’ı görmek için bekledim. Orada günlerce zor şartlarda beklemek zorunda kaldık. Çünkü sürekli gemiyle ilgili bir sorun vardı veya denizin çok dalgalı olduğu öne sürülüyordu. Tecrit, insan iradesini esas olarak ihlal eden bir uygulamadır. Aslında insanı bitirmektir. Şu an Öcalan’ın hangi durumda olduğu bile bilinmiyor. Yarım yıldan beridir kendisiyle hiçbir irtibat kurulamamıştır. Dışarıdan da herhangi bir irtibat kurulamıyor. Bana göre Avrupalı güçlerin, yani devletler ve hükümetlerin, genel olarak Avrupa Birliği’nin de duyarsız kaldığı, insan iradesini derinden ihlal eden korkunç bir uygulama söz konusudur.

-Uluslararası kurumların İmralı'ya ilişkin sorumluluğu nedir?

Sorumluluk Türkiye üzerinde kalıcı bir etkiye sahip olabilmektir. En azından Öcalan’a temel insan iradesinin gereksinimlerini karşılayan başka bir cezaevi ve farklı bir konumlandırma sağlanmalı. Yani başka insanlarla iletişime geçebilmesi, dışarısı ile iletişime geçebilmesi, özellikle de avukatları, ailesi ve siyasi çevresi ile iletişime geçebilmesi sağlanmalıdır. Öcalan, 1999’dan beridir orada tecrit altında. Ve aylardır kimse sağlık durumu hakkında herhangi bir bilgi alamıyor. Bu bir skandaldır. 

-Uluslararası kurum ve kuruluşların bu haksız uygulamalara karşı sessizliğini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Daha yakın bir zamanda birtakım anlamsız siyasi suçlamalar sonucu ceza evinde yargısız bir şekilde tutulan Osman Kavala için uluslararası kamuoyu çok net ve sert bir yaklaşım sergiledi. Fakat 20 yılı aşan bir süre geçmesine rağmen Öcalan için ise hiçbir şey yapılmadı. Bu NATO’nun büyük stratejik politikasının bir sonucudur. Yani NATO’ya üye olan tüm Avrupa devletleri Türkiye’yi kendileri için Rusya tarafında olan Kuzeydeki devletlere ve Güneydeki körfez devletlerine karşı en önemli araç olarak görüyorlar. İkinci sebep ise; Türkiye’yi mülteciler konusunda bir çeşit kalkan olarak değerlendiriyorlar. Türkiye ile hem stratejik hem de siyasi olan bu arkadaşlık maalesef insanlara karşı işlenen vahşi uygulamaları da tek tek açıklamaktadır.

-PKK lideri Abdullah Öcalan’ın 1990'lı yılların başından itibaren ortak yaşam, demokratik cumhuriyet, kadın özgürlüğü ve ekolojik yaşam belirlemeleri vardı. Bu konuları İmralı’da ortaya koyduğu tezlerle daha da geliştirdi. Sizin bu konudaki değerlendirmeleriniz nelerdir?

Büyük bir soru. Strateji değişimiyle başlayabilirim. Bu, o zamanlar herkes tarafından kabul edilmeyen çok önemli bir toplumsal siyasi karardı. 84’ten bu yana ona karşı askeri harekat kararı alınmıştı ve 1993'te PKK'nin burada yasaklandığı zaman Kürtlerin bu karara Federal idare mahkemesinde itiraz etmemi istediğini hatırlıyorum. Ben de bunu yaptım ve benim hukuki ve politik argümanım, PKK'nin o zamanlar bir kurtuluş hareketi olduğuydu. PKK, tıpkı Afrika'daki Kurtuluş hareketleri gibi, halkın kendi kaderini tayin etme hakkına sahiptir ve oradan da böyle bir sömürgeci acımasız baskıya karşı harekete geçme hakkına sahiptir. O zamanlar bu bir gerekçeydi, o zamanlar hala kendi devleti için bir mücadele içerisindeydi.

Ama sonra 90’lı yıllarda Şam'da Abdullah Öcalan'ı ziyaret ettik. 1996'da iki konuyu tartıştık. Bunlardan biri, silahlı mücadelenin gerekçesi ve durumu meselesiydi. İkincisi ise birbirinden bağımsız olarak Kürt devleti ve Türk devleti hedefi; ya da Türk Devleti sınırları içinde bir Kürt Özerk yönetimi hedefiydi. Biz de tabii ki Öcalan’ı bu konuda destekledik. O zaman her iki karar da havada kalıyordu. Bir yandan, sahip olunan mücadeleden feragat etmek gerekiyor; çünkü gördüğünüz üzere, yalnızca Türkiye’ye değil, aynı zamanda geniş bir desteğe sahip olan yüksek silahlanmış bir NATO devletine karşı geliyorsunuz. Ve ikinci durum, kendi devletine sahip olmak yerine, Afrika örneğinde görülen post-kolonyalist konsepte benziyordu. Afrika’daki bu konsept sömürge sınırlarına bağlı kaldı ama özerklik, özyönetim, kendi kültürel, ekonomik ve politik gelişmeleri de açığa çıkardı. Ve bu konseptin temelinde yatan ; tüm Ortadoğu için bir demokrasi ve federal model olarak ne geliştirdiğidir. Çünkü salt Kürtlerin kurtuluşu için değil; bütün bu bölgenin hala eski sömürge sınırları tarafından belirlendiğini belirtti. Her ne kadar eski zamanlardaki kadar acımasız olmasa da hala ekonomik, askeri ve politik bağımlılığa sahip olan sömürge durumuna değindi. Ve bundan kurtuluş yolu, Orta Doğu'daki bütün bu farklı halkların kendi kaderini tayin etme hakkı ile mümkündür; eğer oradaki bütün halkların federal bir yapısı varsa bu mümkün olabilir. Kendi aralarında işbirliği ve propaganda yapabilirler. Benim düşünceme göre, bu bir ütopyadır; ama ütopyaları düşünmelisiniz, böylece kendi kaderini tayin etme ve özgür bir yaşama sahip olabilirsiniz. Bir sonraki adım ise 2014'te Rojava'da yaşadığım bir adım. Bu sadece halkların devlet olarak yaşaması şeklindeki bir  örgütlülükle ilgili değil. Bu eyalette vatandaşların bir birey olarak kurtuluşu nasıl mümkün olabilir? İşte bu, kadının kurtuluşu sorunudur, ama aynı zamanda aşağıdan yukarıya doğru demokratik katılım sorunudur. Bunların hepsi aslında Batı'da var olan düşünceler. Onları en son Fransız Devrimi'nden beri biliyoruz. Bunlar, aslında Batı düşünce dünyasının ideolojik argümanlarıdır ve Orta Doğu'da olanlar için bu oldukça zor bir durumdu ve hala da öyle. Rojava'da bunu biliyoruz. Bunun nedeni de Abdullah Öcalan'ı sadece hareketin politik bir gücü olarak değil, aynı zamanda halkın bütün kesimlerinin katılımına dayanan gelecekteki bir toplumun taslağında ideolojik bir güç olarak izole etmek istemeleridir. 

-Abdullah Öcalan'ın paradigması evrensel demokratik kriterlerle uyumludur. Hatta bu kriterleri ileri taşıyan tezleri var. Buna rağmen egemen güçlerce kabul edilmemeye, hatta görünmez kılınmak için baskı ve tecrit uygulanıyor. Bu durumu nasıl değerlendirmek gerekiyor?

Geçmişte bu durum biraz düzeldi. Sanırım 2015’de bir diyalog vardı. Evet, istihbarat ile, o dönemde Türklerin Kürtleri sürekli bir düşman veya yabancı görme takıntısının değişeceğine ve bir arada ortak bir yaşamın mümkün olduğuna dair büyük bir umut doğmuştu. Bu yine arka planda kaldı. Tekrar askeri çözüme geri dönüldü. Bundan dolayı da şimdiki durum oldukça kötü; çünkü Avrupalı çevre hiçbir şekilde Erdoğan’ı etkilemeye hazır değil. Bunu Efrîn yağmalamasında, Kobanê’de gördük ve şimdi de Suriye’nin kuzeyinde. Buna göz yumuluyor; çünkü ona ihtiyaç var. Mülteciler konusunda ve Türkiye’nin NATO‘nun ileri karakolu olması konusuna değinmiştim. Bu Batı’nın görevidir ve çözülmelidir. Sürekli propaganda yaptıkları gibi insan haklarının, özgürlüğün ve bütün devletlerin egemenliğinin çiğnenmeyeceğini görmeleri gerekiyor. Bunu uygulamaya koymaları gerektiğini, artık Türkiye’nin Avrupa Birliğinde, NATO ve UNO’da olduğu gibi uluslararası hukuka saygı göstermesi gerektiğini, bunun için de baskıyı da başkalarına değil Türkiye’ye uygulamaları ve bunu kalıcı kılmaları gerekiyor.

-Kürtlere dönük Türkiye'deki baskıların bir benzeri özelde Almanya genelde Avrupa da var. Kürtlere dönük bu kriminalizasyon politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Almanya’dayız. Almanya’nın Türkiye ile kısmi askeri ortaklığı sonucu, yıllardır Kürt vatandaşlara karşı ceza kanununda aslında RAF’a karşı yürütülen savaşta geliştirilen ve bitirildikten sonra kalkması gereken fakat hala ceza kanununda duran 129b paragrafın uygulanmasının bunda direkt etkisi vardır. Bu uygulamalar burada sürekli aslında sivil toplumda herkesin yaptığı gibi Kürtler de salonlar kiralıyor, eylem ve mitingler için izin alıyorlar. Aslında ceza kanununa aykırı hiçbir şey yapmayan insanlara karşı Köln, Karlsruhe, Berlin veya Stuttgart’ta olsun bir biçimde PKK ile ilişkilendiriliyorlar. Ve bunlara düzenli olarak 2 yıldan 3 yıla kadar hapis cezası verilmektedir. Bu salt siyasi bir kriminalizasyondur. Bu, Erdoğan ve taleplerinin önünde boyun eğmektir. Erdoğan burada olduğunda veya burada olmadığında da esas talebi PKK’ye karşı çıkın veya PKK ile birlikte çalışanlara karşı çıkın şeklindedir. Bu da Avrupa Birliğinde PKK’nin listede olmasının bir başka nedeninden biridir. Federal Cumhuriyet’te de (Almanya) böyledir. Yargılamalarda bunun doğruluğunu sorgulama çabası bile kaytarmalarına yol açıyor. Çünkü mahkemeler bu konuda herhangi bir kanıtı bile kabul etmiyor. Bu kararlaştırılmıştır, bununla uğraşmak zorunda değiliz diyorlar. Kürt hareketine karşı bu içe dönük muhalefet yapısını aşmak Almanya’da da büyük bir sorun olmakta. Çok çabaladık ve Adalet Bakanlığı’na başvurduk. Ancak Alman yasaları bu zulme (yetki) izin vererek savcılıklara 129b’ye göre hareket etme yetkisi veriyorlar. Alman yetkili kurumları da her zaman tepkileri reddetti ve bunu yapmayacağız dediler. Bu tür insanların cezalandırılmaması en insani hatta en normal reflekstir. Fakat Türkiye’den gelen baskı ve Türkiye’ye olan yükümlülük bu tür insanların cezalandırılmaması gibi en insani haklar kadar ağır basmıyor.

- Belçika Mahkemesi’nin kararına rağmen hem de?

Evet, Avrupa Adalet Mahkemesi vakti zamanında PKK’nin 2014 – 2017 yılları arası listede olmasının yanlış olduğuna karar verdi. Fakat 2018-2019’da yine listeye alındı. Bundan ders çıkarılmadı. Yine Belçika yüksek Mahkemesi’nin bu yeni kararı ile somut ve açık bir şekilde bir umut ışığı olarak PKK’nin bir terör örgütü olmadığının analizini yaptı. Benim açımdan bunda ilginç olan 1994’de Federal İdare Mahkemesi’nde yaptığım ana gerekçelendirmenin aynısının Belçika mahkemesinde de yapılmasıdır. Ben de o zaman PKK savaşının insan haklarını temel garanti olarak yaratma savaşı dışında başka bir şey olmadığını dile getirmiştim.

Belçika yüksek Mahkemesi de bunu aynen böyle değerlendirdi. Bunun salt savaşın esas olarak da zulüm karşısında kendi kaderini belirlemek için verilen bir mücadele, bir kurtuluş savaşı olduğuna karar verdi. Türk devleti de bu savaşın bir tarafıdır ve PKK, Türk ordusu ile eşit ele alınmalıdır.

PKK bir terör örgütü değildir. Bu, işte o zamanki hukuki argümanımın çok geç kalmış bir onayı olmaktadır. O zaman bunun için kuşkusuz ki çok erkendi. Umarım bunu Almanya’dan da duyabileceğiz. Burada Kürtleri savunan avukatlar bunu sürekli mahkemeye sunuyorlar, fakat mahkeme hala bununla yüzleşmekten kaçınıyor.

-Özellikle Kobanê'deki Kürt güçlerinin direnişinden sonra dünya halkları Kürtlerin mücadelesini sahiplendi ve bu devam ediyor. Bu durum egemen güçlerin Kürt politikasında bir değişikliğe sebep olur mu?

Umudumuz hep bu oldu. Fakat Efrîn’e ilk işgal adımlarında bile herhangi bir tepki yoktu. Kuşkusuz bu; uluslararası hukuka tamamen karşıdır. Kırımların Rusya Federasyonu’na, Rusya’ya katılmasına olan gerginliği, Türklerin Efrîn’deki işgali kabul etmesiyle karşılaştıralım bir. Orada Kobanê var. Kobanè‘de çok kanlı bir savaş yürütülüyordu. Bunun resimleri tüm dünyayı dolaşırken insanlar gerçekten de bunun değişmesi gerektiğini düşündü. Fakat bir şey çıkmadı.

- AKBK kararına ilişkin neler söylemek istersiniz?

 Her şeye rağmen her zaman iyimserim. Demek ki değişmesi gerekiyor. İçinde yer aldığımız toplum her bayramda sürekli insan haklarından, kendi kaderini belirlemekten ve saldırı olmaması gerektiğinden bahsediyor. Ama orada kendi sınır kapılarının önünde sadece İsrail’de de değil Türkiye’de de bunların olmasına göz yumamaz.  1945, 1967 ve 1976’da kararlaştırılanlar uluslararası insan hakları sözleşmeleri artık nihayet bir şekilde buralara da dayatılmalıdır. Bir yerde bu hükümetlerin anlayış göstermeyeceklerini düşünmüyorum. Bakalım Alman hükümeti şimdi ne yapacak? Gerçi ben bu hükümetin aldığı bireysel kararlar nedeniyle pek iyimser değilim.

-Son olarak Kürt halkına ve dostlarına ne gibi bir mesaj vermek istersiniz?

Direnmekten başka bir yol yok. Devam etmek zorundayız. Kürt halkı tüm bu zulme, hayal kırıklığına ve yetersiz desteğe rağmen oldukça diri. Hayır başka bir yolu yok; Kürtler kendi kaderini, kimliğini ve onurunu belirleme savaşından vazgeçmeyeceğiz diyorlar.

Her ne kadar hükümetler nezdinde olmasa da toplum içinde orada olup bitenler karşısında utanç duyma ve Kürt halkının mücadelesine yönelik bir anlayış gelişiyor. Benim çevremdekiler zaten PKK’nin bir terör örgütü olarak görülmesine hiç mi hiç anlam veremiyorlar. Terör denildiğinde akla DAİŞ veya devlet terörü geliyor. Örneğin Türk devletinin geçmiş yıllarda yaptığı uygulamaları gibi. Ben kendim bizzat Cizre‘yi, Silopi‘yi,  Nusaybin‘i, Sur’u gördüm. Asıl terör budur. Bunun için de toplumda bir duyarlılık geliştirerek ve bunu siyasete taşıyarak tüm bunlardan sonuç çıkarılmasını amaçlıyoruz.

NORMAN PAECH KİMDİR

Norman Paech 12 Nisan 1938'de Bremerhaven'da doğdu. Avukat ve Hamburg Üniversitesi'nde siyaset bilimi ve kamu hukuku alanında emekli Alman profesörü.

Norman Paech, Azınlıklar ve Etnik Gruplar, Kurumlar, Örgütler, Derin Siyaset, Siyaset – Politika kategorilerinde eserler yazmışbir yazardır. Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı ve Kürtler kitabının yazarıdır.