Almanya’da 1993 yılında PKK yasağı getirildi. PKK yasağıyla hem Almanya’da Kürtler mağdur edildi hem de Türk faşist rejimine destek sunuldu. Yıllar geçtikçe ortaya çıkan belgeler, paylaşılan tanıklıklar, söz konusu yasağın komplonun bir parçası olarak Kürt Özgürlük Hareketini kriminalize etmek, Kürtlere olan ilgiyi bastırmak ve NATO üyesi Türk devletinin Kürtlere uyguladığı baskı, zor ve işkenceleri meşrulaştırmak için olduğunu gösterdi.
Uzun yıllar kadın mücadelesi içinde yer almış Susanne Rössling ile Almanya’nın PKK yasağı karar sürecini, yasaktaki ısrarını, PKK yasağının Alman kamuoyu üzerindeki etkisini ve Almanya’nın PKK yasağıyla çıkardığı engelleri konuştuk.
Öncelikli olarak sizi tanıyabilir miyiz?
Adım Susanne Rössling. Batı Almanya’da dünyaya geldim. Hamburg’dan sonra Berlin’e yerleştim. Daha Hamburg’dayken politik olarak kendimi nasıl konumlandıracağıma dair arayışlarım oldu. 1990’lı yılların başında Berlin’e taşındıktan sonra da Kürt hareketine ilişkin daha fazla bilgi, tecrübe sahibi oldum. Zamanla da Alman anti-faşist ile Kürt kadın organizasyonları içinde yer aldım.
26 Kasım 1993 günü hayata geçirilen PKK yasağına Alman devletinin karar verme süreci nasıl başladı?
O süreci anlamak için öncelikli olarak Hüseyin Çelebi ve Christa Eckes’in (Alman Kızıl Ordu/RAF militanı) 1980’li yılların sonlarında cezaevinde birbirlerine gönderdikleri mektupların yer aldığı kitaba dikkat çekmek istiyorum. Hüseyin Çelebi, mektuplarında Federal Savcı’nın kendilerine yönelttiği suçlamalardan PKK’nin “terörist” örgüt olarak adlandırılmasında zorladığını aktarıyor. Tabii ki devreye konulacak bir kriminalizasyon siyasetine karşı Kürt hareketiyle dayanışmanın ortaya çıkmasından korkuyorlardı. Çünkü 12 Eylül faşist cuntasından sonra Türkiye’den Avrupa’ya özellikle de Almanya’ya bir mülteci akını vardı ve gelen bu insanlar, kitlesel yargılanmaları ile işkenceleri anlatıyorlardı. Amaçlanan ise sürgünde büyüyen bir Kürt yapılanmasını zayıflatmaktı. Bu yüzden de hareketin öncülerini, sempatizanlarını, hatta aileleri hedef aldılar. Örneğin, tehdit senaryolarını harekete geçirerek, kimi kişiler “Ben PKK tarafından tehdit edildim” demeye başladı.
Hüseyin Çelebi’nin 1988 yılının Mart ayında kaleme aldığı bir mektupta belirttiği gibi sadece Federal Almanya Cumhuriyeti değil, Avrupa çapında PKK’ye bir karşı bir plan devreye konulmuştu. Bu planın bir parçası olarak, sizin de bildiğiniz gibi PKK, İsveç Başbakanı Olaf Palme’nin öldürülmesinden sorumlu tutuldu. Gerçeğin böyle olmadığı, PKK’nin bu cinayetle alakasının olmadığı, Palme’nin barış isteyen duruşundan dolayı NATO içindeki yapılar tarafından öldürüldüğü gerçeği birkaç on yıl sonra ortaya çıktı.
Sizin söylediğiniz olaylar dizisinin üzerinden 30 yıldan fazla bir süre geçti. Peki hala neden PKK yasağında ısrar ediliyor?
Sizin de iyi bildiğiniz gibi 1990’lı yılların başından itibaren Kuzey Kürdistan’da savaş yoğunlaştı, köyler yakılarak boşaltıldı hatta şehirler bombalandı. Örneğin benim de içinde olduğum kadın grubu, Şırnak’ın bombalanmasına karşı protesto gösterileri organize etti. O yıllarda Kürt halkına yönelik startı verilen saldırı, katliam ve tehditler bugüne kadar hala devam ediyor. Üstelik bugün kimyasal silahlar da kullanılıyor.
Yasak ve kriminalizasyon siyasetini de bu baskıların bir parçası olarak görmek mümkün. Mesela 1993’de yasak kararı alınmasaydı, Kürtlerle dayanışma hareketi sadece aydın ve ilerici insanlarla sınırlı kalmazdı, toplumun her tabakasına yayılarak çok daha büyürdü. Bu durumda da NATO üyesi olan Türkiye’nin uluslararası hukuku çiğneyerek Kürtlere yönelik insan haklarını ihlal etmesi, 30 yıl boyunca sürmezdi, çok daha büyük bir protesto hareketi ortaya çıkardı.
Maalesef 1990’lı yılların ortası ile 2000’lerdeki protestoların marjinal kaldığını söylemek zorundayım. 1980’lerde polis, Kürt hareketiyle dayanışma içinde olan Alman enternasyonalistlere karşı daha sert davrandı, ardından da bu tavrından vazgeçti. Çünkü polis artık Kürt aktivist ve sempatizanların peşine düştü. Dediğim gibi yasak kararı olmasaydı, çok daha fazla protesto gösterileri ortaya çıkardı ve Türkiye’deki savaş rejimi ayakta kalamaz hale gelirdi.
1993 yılının önemini de hatırlamakta yarar var diye düşünüyorum. Örneğin Turgut Özal hayatını kaybetmişti. Reel sosyalizmin çöküşünden sonra PKK hareketi kendisini konumlandırıyordu. Bunun için de ateşkes teklifine olumlu yanıt verilmiş, sorunları askeri yollarla değil müzakereyle çözme süreci başlamıştı.
Almanya’ya göre bu sürecin kamuoyuna mal olmaması gerekiyordu, bütün Alman ve Avrupalıların PKK’nin ulusalcı bir hareket olduğuna ve kendileri için bir Kürdistan devleti kurmak istediklerine dair önyargılar yaratılmalıydı. Hareketin içindeki demokratik yapı ve barışçıl siyaset kesinlikle gündeme gelmemeliydi. Kürt hareketinin militanlarının baskıcı rejime karşı verdiği direniş illegalize edilmeli, legal yollarla mücadele etmeye yönelik yaklaşım ile tutumlar kamuoyuna yansıtılmamalıydı.
Yasağın 1990-2000’lerdeki eksini bu şekilde ele alabilirim.
Peki sözünü ettiğiniz yasak siyasetinin Alman kamuoyu üzerindeki etkisi günümüzde hala sürüyor mu?
Bu etki Rojava’da bütün etnik ve dini grupları içine alan yönetim modeli ortaya çıkana kadar sürdü. İşte o zaman insanlar (Almanlar), Kürtlerin ve bu hareketin neden/kimlere karşı mücadele ettiğini anladı. Kürtlerin baskıcı rejimlerin askeri şiddeti ile DAİŞ çeteleri gibi insanlık düşmanı gruplarına karşı mücadele ettiği anlaşıldı. Rojava’ya giden uluslararası basın kuruluşlarının gözlemleri ve yayınları da bu süreci daha da pekiştirdi. İşte o zaman bu mücadeleyi verenlerin yüzleri, dünya medyasına konu oldu.
Böyle olunca da Almanya’da iktidar partisi olan Hristiyan Demokratlar Birliği (CDU) bile “PKK uzun süre Avrupa Birliği’nin terörist örgütler listesinde kalamaz” demeye başladı. Ardından bu sürece müdahale edilerek, içinde YPG/YPJ bayrakları ile Rojava/Kuzey ve Doğu Suriye’nin sembollerinin de bulunduğu Kürt hareketine ait bütün siyasi sembol ve bayrakların taşınması yasaklandı. Buradaki amaç, Almanya kamuoyundan PKK yasağının kaldırılmasına yönelik artan talebin önüne set çekmekti.
Bir Alman aktivist olarak yıllardır Kürt Kadın Hareketinin içinde yer aldınız. Bu yasak sizin mücadelenizi ve duruşunuzu nasıl etkiledi?
Şüphesiz gücüm ve enerjim olduğu sürece bu mücadelemi sürdürmek istiyorum. Tabii ki 1993’teki yasak kararı olmasaydı daha açık şekilde bu mücadeleyi yürütecektik.
Şunu söyleyebilirim, düşünce dünyamızdaki makas açıldı ve mücadelemiz illegalize edildi. Maalesef iş yerinde, sokakta veya aile içerisinde açıktan PKK hakkında konuşamaz hale geldik. Daha çok Kürt toplumu ve Türk devletinin suçlarını konuşur hale geldik.
Ara sıra hukukçuların “Soykırım tehdidine karşı halklar kendilerini korumak için silahlı mücadele verebilir” biçimindeki beyanlarına ve bana kalırsa uluslararası hukuka göre tamamen meşru olan gerilla mücadelesi de kriminalize edildi. Bunun gibi yasağın her geçen gün daha fazla görülen zararları olduğunu söyleyebilirim. İster işçi aileleri, ister 1980’den sonra gelen siyasi mülteciler veya 1980 öncesi gelen Êzidî aileleri olsun, herkes bu yasaktan etkilendi. Örneğin Kürt anne babaları, çocukları Alman devlet kurumları tarafından ayrımcılığa uğramaması için veli toplantılarında görüşlerini gizlemek zorunda kaldılar. Çünkü çocukların velayet haklarının bile bu yasaktan dolayı iptal edilmesi, ailelere vatandaşlık hakkının verilmemesi hatta oturum müsaadelerinin uzatılmaması söz konusu olmaya başladı. Yasağın böyle kapsamlı etkileri oldu.
Yasağın kalkması için 27 Kasım 2021 günü başkent Berlin’de kitlesel bir gösteri gerçekleşecek. Bu gösteri için çağrınız nedir?
Umarım çok güzel ve büyük bir gösteri olur. Şimdiye kadar değişik kuruluş ve organizasyonların gösteri için çağrıları oldu. Gösteri öncesindeki bu hava, bana 1993’te yasağın ilan edilmesinden sonra anti-faşist grupların Berlin’de düzenlediği gösteriyi hatırlattı. O gün yasağı protesto etmek için hepimizin elinde PKK bayrağının resmedildiği dövizler vardı.