Medya Haber’e konuşan Almanya’da Demokrasi ve Uluslararası Hukuk Derneği (MAFDAD) Başkanı avukat Heike Geisweid, Türkiye’de Kürtlerin demokratik direnişlerinden dolayı yargılandığını ve Almanya’da da aynısının olduğunu belirterek, bu nedenle PKK yasağının kaldırılması gerektiğinin altını çizdi.
Geisweid, özellikle PKK yasağının neden alındığı, yol açtığı sonuçlar ve buna karşı nasıl bir mücadele yürütüldüğünü anlattı.
Genel anlamda Almanya’nın Kürt politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Evet, Alman Kürt politikası. Baskılarla karakterize olmuş, adli baskılar, göç yasası baskıları, bu temelde 1980’li yıllardan beridir süre gelen bir durum. Sanırım Düsseldorf davaları bir dönüm noktasıydı. Çünkü o andan itibaren sadece, örneğin bağış toplamak, vergi toplamak artık her ne ise, bu durumlardan ötürü bireysel yargılanmalar değil, aynı zamanda terör örgütlemesi suçlamalarıyla da yargılanmaya başlandı. Ve bir noktadan sonra idari göç yasası altındaki baskılar, sınır dışı etmeler vs. başladı. 1980’lerden bugüne kadar süregelen durum bu. Ardından parti, dernek kurma yasağı, 1993 PKK yasağı ve PKK’nin artık AB terör listesinde yer alması... Ancak bunun elbette içtihat hukuku ve PKK’li politikacıların federal dairesinin uygulaması üzerinde de etkisi var. Bu bir tür kalıcı ikilemdir.
1980'den sonra Kürtler Almanya'da demokratik örgütlenmelere gittiler. Kürtlerin bu eylem ve etkinlikleri Almanya kamuoyunu nasıl etkiledi? Bu dönemi biraz anlatabilir misiniz?
İlginç bulduğum görüş, Düsseldorf davasındaki savunma avukatlarının, o dönemde planın Kürt hareketinin tamamen kriminalize edilmesi olduğunu söylemeleriydi. Ve öncesinden de medyatik bir hazırlık yapıldığı hakkında da konuşuluyordu. Yani daha öncesinden Kürtlere karşı çok fazlasıyla basın kullanıldı ve bu hava oluşturuldu. Fakat sonuç ne oldu? Oldukça geniş bir kitle Türkiye’de, Kürdistan’da olup bitenleri öğrenebildi. Çünkü bu o zamana kadar burada pek de bilinen bir konu değildi. Ben de tanımıyordum. Ben de bir süre sonra Doğu’da binlerce köyün boşaltıldığını, Kürt halkının soykırımlardan geçirildiğini öğrendim. Yine Avrupa’nın bir köşesinde bir NATO üyesi tarafından her türlü yöntemlerle saldırı altında olan bir kurtuluş hareketinin olduğunu öğrendim. Bunlar da enteresan bir şekilde Düsseldorf davalarının bir sonucu oluyor. Bunlar basına da yansıdı ve bir süre sonra da Sol Parti içerisinde daha çok tartışılmaya başlandı ve dayanışma gelişti.
Yine Abdullah Öcalan’ın fikirlerine ilişkin, özellikle kadın ordulaşmasının oluşturulmasına dair büyük bir ilgi vardı ve solun da bu bakış açısı ile kendini sorgulaması oldukça önemliydi. Ve bu öz örgütlenme, aynı zamanda Almanya’da ne kadar çok Kürt’ün yaşadığını da gösterdi. Siyasi olarak da Türkiye’deki mücadeleyi destekleyen ve burada da ortak bir tavır, siyasi birlik çerçevesinde kurumlaşma ve görüşlerin yaşandığını da gösterdi.
İsveç Başbakanı Olaf Palme'nin öldürülmesinden sonra Kürtlere dönük baskılar arttı. Şubat 1988'de 20'ye yakın Kürt gözaltına alındı, tutuklandı ve yargılandı. Bu süreci biraz anlatabilir misiniz?
O dönem ben çok aktif değildim. Ancak duyduklarımı aktarabilirim. Benim de katıldığım bir teori, Almanya’da RAF’dan sonraki süreçtir. Burada devasa bir güvenlik aygıtı oluşturuldu. Ve sonra 1980’li yılların başında artık RAF kalmadı. Kendilerini feshetmelerinden sonra da bizim güvenlik aparatımız vardı. Bu da kendisine yeni bir hedef arıyordu.
Sonrasında da Olaf Palme cinayeti var. Bence bundan PKK’nin sorumlu tutulması, tamamen saçma bir düşünce. Ancak bu kolluk kuvvetleri için ve ayrıca tüm güvenlik aygıtı için bulunmaz bir fırsattı. Kendilerini bunun üzerine atıp tabii ki evet demeleri. Çünkü daha o zaman da Türkiye, federal hükümet için jeopolitik ve ekonomik açıdan enteresan bir ortaktı. Bütün bunlar karışık bir durumdu. Nihayetinde tüm bunlar PKK’nin, Kürt hareketinin ve Almanya’da aktif olanların kriminalize edilmesine yol açtı. Yani mevcut güvenlik aygıtı, Kürt hareketini takip etmek için kullanıldı, devreye sokuldu.
Bu çok daha öncesinden kapsamlı bir biçimde medya temelli olarak da hazırlanmış bir süreçti. Daha ilk iddianame bile ortaya çıkmadan federal savcılık tarafından ön mahkumiyet kararı verilmişti. O zamana göre en büyük, en bedeli ağır ve en aşamalı bir siyasi yargılama süreciydi. İlk başlarda cinayetten bilet satmaya kadar birçok karmaşık olaydan dolayı yargılanan 18 sanık vardı. Bu uygulama ve baskıların hepsi de kısa süre öncesinden ceza kanununda sadece yabancı gruplara uygulanan Demokles kılıcı altında terör örgütlenmesine karşı yapılıyordu. Sonrasında ise bir polis kışlası yerine, bu maksimum güvenlikli yargılama yeri inşa edildi. Ve çok aşamalı bu duruşmalara, ayrıca mahkeme tarafından da kamu savunucularının savunma haklarına şiddetli kısıtlamalar getirildi. Meslektaşlarımın anlattığı kadarıyla da o dönemde korkunç, şok etkisi yaratan bir düşman ceza hukuku uygulanıyordu. Bunun sonucuna bakıldığında ise beş altı-yıl sonrasında yargılanan 18 sanıktan altısı mahkum edildi. Diğerleri ise koşulsuz bir şekilde serbest bırakıldı.
Bu yargılamalar sonucunda Kürt hareketinin teşhiri ve parçalama fikri boşa çıktı. Kamuoyu ve basın da bu davaları defalarca eleştirdi ve bunların hepsi de “ne oluyor şimdi” dedi. Bu aynı zamanda artık federal savcılığın bu korkunç davaları sürdürmemesine yol açtı. Sanıklar sadece tek veya küçük sanık grupları olarak yargılandı. Bir yandan da tabii ki Türkiye’deki durum hakkında kamuoyunun bilgilendirilmesine neden oldu. Öte yandan, Kürt siyasetçiler aleyhine açılan davaların başarısızlığını gösterdi. Aslında o zaman başlatılan şey, işte şimdi bir terörist grubu var ve bunun için de bir konsept hazırlanmalıdır yaklaşımıydı. Devamında ise PKK Türkiye’de aktiftir, fakat Avrupa’da kendi başına örgütlenen bir Avrupa PKK kolu var. Almanya’da çalışanları var. Artık bunları yargılarız, denildi. Bu, o zaman geliştirilen ve daha sonra 2000’li yıllara, belki biraz sonrasına kadar uzanan ve bir suç örgütü olarak görülmesinin biraz daha uzun sürdüğü bir konseptti. Ancak bunun temelini atan kilometre taşı, 1993’te gerçekleşen Düsseldorf davalarıydı.
Almanya'da demokratik haklarını kullanmak isteyen Kürtler türlü baskılara maruz kalıyorlar. Sizce bunun sebepleri nedir?
Kanaatimce Almanya'nın NATO ortağı Türkiye ile siyasi ve jeo stratejik bağları ve yine güvenlik sisteminin korunması baskı uygulamasının nedenleri olabilir. Ayrıca şu anda politik olarak da çok enteresan olan bir hareket karşısında duyulan endişe veya Rojava'da da uygulanmaya başlanan bu fikir, demokratik bir devlet olan Almanya Federal Cumhuriyetine bile öz yönetim veya taban demokrasisi fikirlerinin yaşamsallaşması durumunda tehlikeli gelebilir.
Evet bu nelere yol açabilir? Bir yandan, cezai kovuşturmaya yol açar. Artık 129 b prosedürleri var. İşte tabiri caizse görevliler için bu şekilde Avrupa, Almanya ve bölgesel düzeydeki görevliler kriminalize edilmeye çalışılıyor.
Benim çok daha haince bulduğum şey ise, göçmenlik yasasıyla ilgili sorunlar. Özellikle görevli olarak yargılanma söz konusu olduğunda. Diğeri ise bir eylemde bulunduğun için vatandaşlığa alınmama durumu. Veya bir Kürt derneğine üye olduğun için ihraç edilmek. Çünkü Kürtler lehine gelişen konular olunca, bu hemen PKK eşittir Kürtler, Kürtler eşittir PKK ve bu da eşittir terör örgütü anlamı çıkarılıyor. İşte bunu çok sinsice buluyorum. Çünkü bu kaygılar, insanların gittiği eylem, dernek veya etkinliklerin PKK etkinliğine katılım olarak değerlendirilme olasılığından dolayı, artık Kürtlerin bu eyleme, derneğe veya etkinliklere gitmemelerine yol açıyor. Veya insanların “bu etkinliklere katılmam, ikamet veya yasal işlem açısından hakkımda tutanak tutulabilir” diye kaygılanmalarına sebep oluyor.
Almanya Kürtlerin demokratik haklarını engellemek için 129a/b yasasını çıkardı. Bu suçlamaları ve bu davaları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Normalde PKK bağlantısı bulunmuyorsa kişinin cezalandırılmamasını gerektiren durumlar var. Geçmişte cinayet, kaçırma vb. şikayetler vardı. Bir noktada başsavcılık artık bunların olmadığını fark etti. Bu ise kovuşturmanın hala suç örgütleri kapsamında yapıldığı zamanlardı. Sonrasında ise artık suç örgütü olarak yargılayabilecekleri herhangi bir suç ve eylemin olmadığını fark ettiler. Böylelikle de tüm bu kovuşturma boşa çıkabilirdi.
Ardından Federal Adalet Divanı, kendisinin çözüm olarak gerekçelendirdiği bir karar aldı. Şimdi 129'umuz ile, yani suç örgütlenmesiyle bu daha zor ve daha teröristçe ama 129b üzeri imkanımız var diye bir düzenleme yapıldı ve yürürlüğe girdi. Yurtdışında faaliyet yürüten bir terör örgütü lazımdı. Bu da mahkemeler için basitçe terör listesinde olan PKK' için uygulanmaya başlandı. Kendi partneri olan Türkiye de PKK’nin “terör örgütü” olduğunu söylüyordu. Bunun için de sadece belli biçimde aktif olan birilerine ihtiyaç vardı. Yani bilet satan, bir otobüs gezisi örgütleyen, bir eylem veya etkinlik düzenleyen herkes PKK ile bağlantılandırılmalıydı. Yoksa bu etkinlikler suç sayılmaz, yargılanmaya sebep olmazdı.
Bu bayağı sinsice bir plandı. Yine mağdurlar için de anlaşılması zor bir durumdu. Yani yapılan etkinlik ve eylemler nereden itibaren suç kapsamına giriyor veya legalde nasıl hareket edilecek? Kişilerin bu karmaşayı bilmesi de zor.
Kürtlerin buralarda ortak yaptıkları şey, her şeyden önce illegal değil. Çünkü kişi kendisini PKK'li olarak tanımlamıyor. Bu eylem ve etkinliklerde bulunan kişiler ben PKK işi yapıyorum veya yapmıyorum demiyor. Ancak bunu diyen kolluk güçleri. Senin yaptığın bu işler PKK işidir diyorlar ve hemen ceza muhakemesi kapsamına alıyorlar. Bence tehlike veya keyfi yaklaşım budur. Çünkü nihayetinde herkes suçlu görülüp yargılanmıyor. Bu daha çok keyfi bir durum. Yine bazılarında gelişen acaba endişelenmem gerekiyor mu, acaba bir şey olacak mı kaygısı siyasi olarak kendilerini örgütlenmenin dışında tutmaya yol açıyor. Çünkü kolluk güçlerinin bu keyfi tutumları aynı zamanda siyasi bir baskı aracı olmakta. Keyfime göre istediğim zaman bütün bir hareketi kriminalize edebilirim, deniliyor.
Yine atmosfere göre de -ki bu genelde oluyor-, örneğin Türk bakanları buraya geliyor ve birden ev baskınları çoğalıyor ve yine başlıyorlar. Yine bakanlıklar düzeyinde Almanya-Türkiye görüşmeleri var ve özellikle bunların sonucunda kovuşturmalar olduğunu çok açık bir şekilde görebilmekteyiz. Bunu resmiyette asla söylemiyorlar tabii ama Türkiye çıkarları konusunda Almanya’yı uyardığında buna göre davranılıyor. Türkiye-Almanya ilişkileri biraz gerginleştiğinde de Almanya, “bırakalım Kürtler ne yapmak istiyorsa yapsın” diyor. Bu oldukça zor bir durum. Böylesi bir Demokles kılıcı altında çalışabilmek bir hareket için oldukça tehditkar bir durum.
PKK için, Belçika yargısının "silahlı çatışmanın tarafıdır" yönündeki kararına rağmen Avrupa'da bu karar neden gözardı ediliyor?
Hem siyaset hem de mahkemeler hantaldır. Her şeyden bağımsız olarak yetki alanımı değiştirsem veya politikamı değiştirsem bile, yoğun bir mücadele sonucu elde ettiğim anlamına gelir. Belçika'daki meslektaşlarımız harika bir iş çıkardılar. Gerçekten harika savaştılar ve kanıtlarla da iddiaları boşa çıkarabildiler. Çünkü orada da PKK eşittir terör deniliyordu. Ya da listeye karşı mücadele eden Amsterdamlı meslektaşlarım da öyle. Ancak sadece üç yıl için. Çünkü liste her 6 ayda bir uzatılıyor. Ve onlar 2014'den 2017'ye kadarki süreci başarılı bir şekilde hedef aldılar. Fakat dava hala devam ediyor. PKK de hala listede mevcut. Ancak buna rağmen meslektaşlarımızın bunları başarmaları gerçekten harika.
Almanya’da da aynı argümanlar öne sürülüyor. Bunlar zaten esas olarak uluslararası hukuka dayalı argümanlardır. Özellikle Brüksel’de verilen kararda bu böyledir. Onlar da meselenin uluslararası hukuk açısından ele alınması gerektiğini belirtiyorlar. Ve bu iç silahlı çatışmadır. Ve eğer ben bu iç çatışma çerçevesinde militanca bir şekilde kendimi savunuyorsam o zaman bu terör olamaz. O zaman bu uluslararası hukuk çerçevesinde ele alınmalıdır. Bu argümanlar burada Almanya'da 129a/b davalarında sürekli dile getirildi. Fakat buradaki mahkemeler tarafından sadece geçiştirildi.
Her şeye rağmen bu iddialara bağlı kalınmalı ve ısrar edilmeli. Siyasi bir tartışmaya bağlı kalmak lazım. Bu el ele gitmesi gereken bir durum. Çünkü siyaset ve hukuk uzaktan da olsa biraz birbirine bakar ve birbirine bağlıdır. Ancak Alman makamları için Brüksel hala çok uzak bir yer gibi görülüyor. Bu açıdan Brüksel mahkemesinin Alman hukuku üzerinde doğrudan bir etkisi yok. Bu belki hukuki mantık açısından doğru olabilir ama burada hemen PKK eşittir terörizm denilirken, birkaç yüz metre ötedeki bir devlet PKK'ye çok farklı bir açıdan bakabiliyor. Bu bir başlangıçtır. Bunu demokratik taleplerle siyasete taşırmalıyız. Daha çok tartışılması gerekiyor.
129a davası veya yabancılar kanunu ile ilgili sorunlar için yeniden PKK bir terör örgütü müdür ya da sadece silahlı iç çatışmalarla uyumlu mudur konusu gündeme getirilmelidir. Burada aslında farklı bir durumun olduğunu fark eden birini bulup bulamayacağımızı görmek için bile bunun sürekli gündeme getirilmesi gerekiyor. Ayrıca başka bir bilgi düzeyimiz de var. Bu PKK listeleme prosedürüne bakarsak veya bizdeki kısmi yargılamalara bakıldığında PKK'ye dair savaş suçları listelenmiş. Fakat bunlara bakılınca da yarısının Türk gazeteleri veya Türk hükümetine yakın gazetelerden alınan haberler olduğu anlaşılıyor. Bu iddialar ile gazetelerde çıkan haberler birebir aynı. Tabii bununla beraber iyi bir hava var. İşte şurada burada bu kadar savaş suçu işlenmiş. Temel olarak her bir noktaya dair itiraz geliştirilmeli. İşte bu iddialar hükümete yakın bir Türk gazetesinindir. O zaman bu iddiaların kendisi boşa çıkıyor veya teyitli değil denilmeli. Bu bir şekilde rayına girmeli. Belki bir gün Almanya’da da bir mahkeme bu konuyu daha iyi bilmek istiyoruz diyebilir. Ya da bu kaynağı eksik ve yüzeysel bilgilere güvenemeyiz diyebilir. İşte Belçika’da böyle oldu. Liste konusunda da aynısı oldu ve elinizde PKK'nin listede olmasına dair ne var diye araştırıldı.
Çünkü bu iddialara baktığınız zaman biraz fazla nezaket gösteriliyor gibi. Biri bir gün PKK de listeye girmeli demiş. Grup veya kişiler terör listesine alındığında, bu daha çok siyasetle ilgili bir durumdur. Eğer bir devlet bu gitmesin, kalmasını istiyoruz derse kalıyor. Bu, siyasette listeye ilişkin bir oyundur da. Bundan dolayı da gerçeklerin açığa çıkması için aynı düzeye gelebilmek önemlidir. İşte Brüksel mahkemesinde olan da buydu. Tekrardan gerçekler üzerine tartışalım denildi ve Türkiye’deki duruma bakıldı, Kürtlerin durumu incelendi. Almanya'da ise bu şimdiye kadar çok hızlı bir şekilde engellendi. Fakat Federal Adalet Divanı, Apartheid rejimi için tüm toplumu tehdit eden bir ırkçılık olduğunu söyledi. O zamanlar Güney Afrika’daki Apartheid rejimi buydu. Bu muhteşem bir şeydi. Bunu Türkiye'nin doğusundaki durum ile veya Kürtlere karşı olan durum ile kıyaslayamazsınız. Yani hiç oraya dokunmayın diyorlar. Dolayısıyla kendi kaderini belirleme hakkını geçerli kılmanız geçersizdir. Doğalında Kürtler ring dışına atılmış oldu. Fakat Kürtlerin durumunu özellikle mahkemelerde, siyasi etki yaratmak amaçlı da olacak şekilde mevcut algının değişmesi için tartışmaya devam etmeliyiz.
Yeni hükümet ile bu konuyu nasıl düşünüyorsunuz?
Durumun değişeceğine dair umutluyum. Fakat bunun için şimdilik yeni hükümete ilişkin çok az şey biliyorum ve tek tek bakanların nasıl tavır takınacaklarını bilemiyorum. Örneğin, İçişleri Bakanlığının tekrardan dernek yasağı konusunda hazır olup olmadığı anlaşılmalı. Yoksa da Avrupa düzeyinde, PKK'nin terör listesinden çıkarılması kararının argümanlarını üstlenmek ve siyasi düzeyde veya bakanlık düzeyinde tamamen çıkarılmasını amaçlayan bir istek var mı diye bakılmalı. Kimin nerede sorumlu olduğuna bakılmalı ve peşine düşülmeli diye düşünüyorum.
DAİŞ'e karşı olan savaşta kısa süreli bir yükselme veya anlayışın geliştiği ve neredeyse nihayet PKK eşittir terör duvarının yıkılacağını ve artık durumun düzeleceğini düşündüğüm bir dönem gelişti. Böyle kısa bir süreç yaşadık. En azından basında böyle bir hava vardı. Yani arka planda dernek yasağının kaldırılacağına ilişkin görüşlerin olduğu belirtiliyordu. Fakat bu sürecin hemen ardından çok hızlı bir şekilde bunların hepsi yine unutuldu. Ağustos 2014 yılında PKK'li savaşçıların Şengal'de Êzidî halkını kurtarmalarına ilişkin PKK'ye ve PKK'li militanlarına dair basında oldukça pozitif bir yer verilmişti. Bunu çok enteresan bulmuştum. Bu ise bir değişim imkanı ve seçeneğinin olduğu anlamına geliyor.
Bu yasak politikalarına karşı hukuki olarak neler yapılabilir?
Bu her zaman yaptığımız bir şey; kararlara karşı mücadele veriyoruz veya kararların önünü almaya çalışıyoruz. Yani esasında sürekli kendini hukuksal olarak savunmak gerekiyor. Bazen fazlasıyla katlanıldığını düşünüyorum. Örneğin şimdiki YPG/YPJ bayrak tartışması. Durduk yere Adalet Bakanlığı bayrakların da yasak olduğunu açıkladı. Bu ise eylemlerde sırasıyla birçok kısıtlamanın gelişmesine yol açtı ve hatta her türlü bayrağın yasaklanmasına sebep oldu. Artık Öcalan'ın sarı zemin üzerindeki mavi bayrağı da kullanılamaz oldu. Buna karşı kendini savunmak lazım. Şimdi birçok kişi buna karşı direndi. Artık bir içtihat hukukumuz da var. Veya Adalet Bakanlığı da geri adım attı. “Yok, biz böyle bir şeyi kast etmemiştik” dedi. Bu gibi durumlar sadece savunma ile olur. Bazen çok savunulduğu izlenimine kapılıyorum. Bunun zor olduğunu biliyorum. Ekonomik sorunlarla da alakalı veya tek başına ne değiştirebilirim de denilebilir. Ama bu baskılara karşı da bir dayanışma kültürü yaratmamız gerektiğini düşünüyorum. Eylem katılımcıları söz konusu olduğunda, aniden dernekler basıldığında veya arandığında, örneğin bu konuda alman solu ile dayanışarak, Kürt hareketiyle birlikte davalara katılarak eşlik etmek ve savunmak önemlidir.
Diğer taraftan da siyasi olarak bir şeyler yapılmalı. Siyasi bir baskı uygulanmalı ve sorumlular ile tartışmaya devam edilmeli.
İşkenceyi Önleme Komitesi de bir şey yapmıyor. Türkiye’nin tüm engellemelerine rağmen en son raporları açıklandı. Peki ne yapılacak? Türkiye’de şimdi birkaç yeni cezaevi daha inşa ediyorlar. Diğer zindanların tıka basa dolu olmaması için. Ama nihayetinde durumda bir şey değişmedi.
Bu durum nasıl çözülür?
Dernek yasağının kaldırılması ve PKK'nin terör listesinden çıkarılmasıyla elbette. Eğer benzetilebilirse bu her iki çekiç ile her şeyi kırabilirim. Demokratik bir eylemi bununla vurabilirim, direnişi bununla kriminalize edebilirim. Kırılması gereken bu iki zıt noktadır. Almanya da Türkiye’de olan bitenin bir nevi aynası gibi. Türkiye’de Kürtler demokratik direnişlerinden dolayı yargılanıyor. Burada da aynısı oluyor. Tabii ki bu kamuoyunun Kürtlere bakışını da etkiliyor. Örneğin eğer genç bir Kürt 1993’ten sonra burada doğmuşsa, o benim, annesinin, dedesinin hepsinin yaptığının kriminal-suç olduğunu düşünüyor. Bunun için de sürekli nerede yasağa giriyorum veya nerede girmiyorum şeklinde dikkat etmem gerekiyor diye düşünüyor. Bu da işte kimliğimi tanıtmam için hiçbir imkan verilmiyor. Veya bu kimlik ile Almanya’da nasıl yaşayacağıma ilişkin tartışma yürüteceğim diyemiyor. Bu kimlik ile nasıl yaşayacağım diyor. Acaba Türkiye’de nasıldır, dediğinde bunları hiç de açık bir şekilde yapamadığını görüyor.
Kimyasal silahların kullanılmasına ilişkin ne düşünüyorsunuz?
Şimdi tekrar gerillaya karşı kimyasal silah kullanıldığına dair bilgi var. Aynı durumu yıllar önce de yaşamıştık. Bu kesinlikle olmaması gereken bir durum. Fakat kimse bunun için tepki göstermiyor. Saçma bulduğum ise silah materyallerini finanse eden devletlerin bunların kullanılmamasını gerektiğini demeleri. Fakat NATO ortakları, Türkiye'nin savunması söz konusu olunca -kim bilir arkasında daha neler vardır-, bu suçları görmemezlikten geliyorlar. Bu böyle olamaz. Batılı devletlerin yaklaşımı Türkiye’yi şimdiye kadar yaptıkları konusunda cesaretlendiriyor ve güçlendiriyor. Oysa ki gerilla güçlerine ve sivil halka yönelik askeri eylemlere son vermelerini istemeleri, Türkiye’deki demokratik güçlerin daha fazla siyasi talep geliştirmelerini desteklemesi gerekir.
Bu kimyasal saldırılar karşısında hukuki olarak ne yapılabilir?
Sorun şu ki; Türkiye Roma Statüsü'nü imzalamadığı için İnsan Hakları Mahkemesi’nde yargılanamıyor. Strasburg’daki İnsan Hakları Mahkemesi var ve anlaşmayı imzalayan bütün devletler, insan hakları ihlali ve suçu durumunda yargılanabilir. Türkiye bunu imzalamamış. Bu Türkiye'yi orada ele alamazsınız anlamına geliyor. Yoksa çok daha tipik bir dava olurdu. Çünkü Türk devletinin işlediği bir savaş suçudur. Türkiye mantığına göre 'teröristlere' karşı da olsa kimyasal silah kullanımı, askeri karşıtlara veya militanlara karşı olamaz.
Bir diğeri ise Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin Türkiye'yi yargılamaya onay vermesidir. Fakat bu hiçbir zaman olmayacak. Çünkü siyasi anlamda Konsey’deki çoğunluk Rusya, Amerika ve Çin’dedir. Bu durumda siyasi olarak buna karşı çalışmak lazım. Yani bir tek bu yol var. Hukuki olarak buna karşı bir şey yapmanın imkanı yok. Birkaç yıl önce olayın bu arka planından dolayı, hukuki bir yolun olmamasından dolayı Brüksel’de bir mahkeme kurduk. Yani hukuki bir enstrüman kalmamışsa, o zaman böyle bir durum oluşturulur. Bir mahkeme ve yargıcı ile hukuksal olarak bir şeyler yapma imkanı olmazsa da işlenen suçların açığa çıkarılabilmesi için önemlidir. Bu mahkemeye Türkiye davet edilmesine rağmen gelmedi. Türkiye bu duruşmalara gelerek kendisini savunabilirdi. Bu insan hakları ihlallerinin ve savaş suçlarının dile getirildiği bir mahkeme oldu. Şimdi de aynı durum ile karşı karşıyayız. Hukuki olarak olmazsa da siyasi olarak etkide bulunmak gerekiyor.
Almanya’da bu konularda ne gibi girişimlerde bulunabilir?
Kimyasal saldırılar için güncel bir durum söz konusu ise federal hükümette bir soruşturma komitesi oluşturulabilir. Eğer Alman silah tedarikçileri içinde kimyasal silahlar bulunuyorsa, o zaman federal hükümette bir soruşturma komitesi kurma imkanı olabilir.
Denediğimiz bir diğer imkan ise 2016 yılında Sur, Cizre vb. yerlerde sokağa çıkma yasağı ilan edildiği süreçte, sivil halka karşı işlenen insan hakları ihlalleri çerçevesindeki hukuksal mücadele oldu. Karlsruhe'deki Cumhuriyet Savcılığı'na Uluslararası Ceza Kanunu'na göre dava açtık. Bu çatışmalarda öldürülen kesimlerin akrabaları Almanya’da yaşıyorsa bu konuda davacı olabilirler. Direkt görgü tanıklarından, telefon üzeri Cizre’de bodrum katındakilerle iletişime geçmiş ve öldüklerine tanık olan eski Milletvekili Faysal Sarıyıldız var. Bu dava hala başsavcılıkta. Uzun süreden beridir bu konuda bir karar açıklamadılar. Alman mahkemesi bir karar verebilirdi. Bunu Suriye konusunda yaptılar. Şam'da bulunan bir işkence cezaevine karşı yürütülen bir dava var. Aynı durum Cizre, Sur vb. yerler için de yapılabilirdi. Ama bunun için de siyasi bir iradenin hazır olması lazım. Bu nedenle, Alman şirketlerinin kimyasal silah tedariki konusunda ne ölçüde dahil olduğunu aydınlatmak için siyasi düzeyde soruşturma komitesinin oluşturulması gerektiğini düşünüyorum.
Yıllardır Abdullah Öcalan’a karşı bir tecrit var. Bu konuda neler yapılabilir?
Bildiğim kadarı ile avukatlar Abdullah Öcalan'ın tecrit durumu ile ilgili düzenli olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ndeler. Türkiye de düzenli olarak yargılanıyor. Türkiye’nin aleyhine de çeşitli kararlar var. Ama hukuksal düzeyde daha fazlası yok. Batılı devletlerin siyasi iradesi, bir NATO üyesinin ve AB üye adayından belli başlı şartları yerine getirmek zorunda olduğunu belirtmesi lazım. Tecrit, ömür boyu hapis vb. durumların yasaklanması gerekiyor. Ömür boyu ceza Almanya’da anayasaya aykırıdır. Çünkü insan onuru zarar görüyor. Hala Türkiye’de müebbet hapis cezası var. Ömür boyu hapis cezası var. Yani ömür boyu ne demektir? Ölene kadar buradan çıkamayacağım demektir. Almanya için böyle bir şey düşünülemez bile. Bence Türkiye üzerinde çok az bir siyasi etki ya da baskı var. Çünkü Türkiye’nin oldukça fazla serbest alanı var.
İşte şimdi tekrar görüyoruz. AB ile sürekli göçmen pazarlığı söz konusu. Avrupa ve Almanya'da bu konuda baskı altında kalmayı tercih ediyor. Ve sürekli aynı argüman olan işte Ortadoğu’da bir NATO ortağına ihtiyacımız var, Almanya’nın ticari ortağı vb. sürekli Türkiye'nin rahat bırakılması için hazırda bir argüman var. Belki yeni hükümet; trafik ışığı koalisyonu farklı bir tutum sergiler. En az Türkiye’deki insan hakları ihlallerinin ne anlama geldiğine ilişkin onlarla konuşulmalı. Türkiye’nin sürekli Suriye'ye girme tehdidi. Bu bir NATO üyesi. Rojava’yı işgal etmek isteyen veya kısmi işgal etmiş olan Türk devleti tehdit etmeye devam ediyor. O zaman buna daha farklı tepki verilmeli. Bu da öncelikle artık dış politika ile ilgili. Yani bir devlet içinde ne yapabiliriz? Neyimiz var? Kararlara ilişkin hukuksal olarak mücadeleye devam edeceğiz. Diğeri ise Türkiye’deki durumdur. Orada Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde daha az yasal seçeneğimiz var. O zaman siyasal düzeyde çalışmak durumundayız.