Medya Haber televizyonunda yayınlanan özel bir programda konuşan KCK Yürütme Konseyi üyesi Mustafa Karasu, AKP-MHP iktidarının son dönemde yaptığı çıkışlar, Kürt halkının siyasi kazanımlarına yönelik irade gaspı, 25 Kasım Kadına Şiddete Karşı Mücadele Günü ve PKK’nin kuruluş yıl dönümü konularında açıklamalarda bulundu.
AKP-MHP iktidarının, Ortadoğu’daki süreç içerisinde zorlandığını ve bu zorlanma sürecinde Kürtlere karşı yürütülen soykırım savaşını sonuca götürmeyi amaçladığını belirten Karasu, “Kürt sorununda zihniyet değiştirdiler diye bir şey yok. Demokratik zihniyete kavuştular, Kürt sorunu çözecekler diye bir şey de yok” dedi.
Faşist Türk devletinin Kürt halkına Kürtlüğünden vazgeçmesi ve Kürt davasını bırakması yönünde mesajlar verdiğini belirten Karasu, buna karşı mücadelenin yükseltilmesi gerektiğini vurguladı.
Karasu’nun değerlendirmeleri şu şekilde: “Dört yıl sonra Önder Apo’yla bir görüşme oldu. Önder Apo herkese selamlarını iletti. Biz de özlemle, sevgiyle ve saygıyla selamlarımızı iletiyoruz. Önder Apo'dan selam almak bizler açısından da tüm halkımız açısından da moral oldu. Bu yönüyle dört yıl haber alamamak gerçekten zordu. Bu açıdan bizim için önemli bir haber oldu.
1 Ekim'de Devlet Bahçeli'nin DEM Parti vekillerine selam vermesi, “dışarıda barışıyorken içeride de barışmak gerekir” biçiminde söylemlerde bulunduğu bir dönemde, bu görüşmenin yapılması çok farklı biçimde değerlendirildi, yorumlandı. Kuşkusuz Devlet Bahçeli'nin Önderliğe çağrı yapması ve Erdoğan'ın da bu çağrıyı desteklemesi ortamında, böyle değerlendirme ve yorumlar tabii ki akla gelebilir. Gerçeği bilmeyenler açısından, görmeyenler açısından böyle değerlendirmeler anlaşılır bir durumdur. Ancak bu görüşmenin doğrudan Devlet Bahçeli'nin söylemleri ve sonraki tartışmalarla ilgili değildir.
Yıllardır Önder Apo'nun üzerindeki tecridin kaldırılması, özgürlüğü için büyük mücadele veriliyor. 4 yıldır görüşme olmuyor. Bu bakımdan halkımızın verdiği mücadele var, Avrupa'da halkımızın verdiği mücadele var, dostların verdiği mücadele var. Bunlar Türk Devleti'ni gerçekten zorluyordu. Bu konuda tabii ki AİHM üzerinde baskı vardı, Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu üzerinde baskı vardı. Tüm bunlar tabii ki aynı zamanda Türkiye üzerinde de bir baskı yaratıyordu. Türkiye gerçekten bu tecridi sürdürmeme de, görüştürme yaptırmama da zorlanıyordu. Bu yönüyle 4 yıl sonrasında Türkiye'de bu tartışmalar olunca Devlet Bahçeli'nin yaptığı konuşmalar çerçevesinde zaten zorlanan, görüşme yaptırmama konusu üzerinde baskı haline gelen Türk Devleti, görüşme yaptırarak bu baskıdan kurtulmak istedi. Hem de böyle bir süreçte kafalar karıştırmak istedi.
GÖRÜŞME MÜCADELE SONUCU GERÇEKLEŞTİ
Bu görüşmeyi asıl yaptıran, yapılmasına yol açan, uzun yıllardır süren tecride karşı mücadele, Önderliğinin özgürlük mücadelesidir. Bu böyle bir görüşmeyi yaptırdı. Ama devlet çok zorlandığından, TC çok zorlandığından bu tartışmalar olduğu dönemde bunu yaptırarak hem üzerindeki baskıdan kurtulmak istedi, hem de belirttiğim gibi bu süreçte biraz kafa karıştırma, sanki bir yumuşama oluyormuş, sanki Kürt sorununda farklı bir yaklaşım olabilirmiş gibi bir algı yaratmak için böyle bir görüşme yaptırdı.
Dışımızdaki birçok insan bunu böyle düşünmeye başladı; düşündü, tartıştı. Ama şunu belirtelim, kesinlikle bu görüşmenin bu son zamanlardaki tartışmalarla doğrudan bağı yok. Belirttiğim gibi dolaylı 4 yıllık mücadelenin sonucu ortaya çıkan bir görüşmedir.
Önderlik tecrit kalktı demedi. Herhalde Kürt sorununda farklı bir yaklaşım ortaya çıksa tecrit devam etmez. Tecridin ortadan kalkması lazım ama tecrit devam ediyor. Görüşmeden kısa bir süre sonra Önderliğe disiplin cezası verildi. Ve bu yönüyle bu görüşmenin olması farklı yorumlanmamalı, farklı nedenlerden ortaya çıktığı düşünmemeli, tamamen yıllardır üretilen mücadelelerin sonucu olduğu görülmeli ve hala tecridin devam ettiği de bilinerek mücadelenin sürdürülmesi gerekiyor. Kesinlikle gevşetilmemesi gerekiyor. Çünkü Önderliğin görüşmesi, halka moral olduğu gibi birkaç cümlelik düşüncesinin dışarı yansıması da tabii ki birçok bakımdan, yani doğrultu verme, anlayış kazandırma, olay ve olgulara nasıl yaklaşıldığı konusundan, mesaj verme açısından önemli oldu. Bu yönüyle tecride karşı mücadele devam etmeli.
TECRİT DEVAM EDİYOR, MÜCADELE DEVAM ETMELİ
Arkadaşlar da zaten bunu kapsamlı biçimde değerlendirdiler, ortaya koydular. Bizzat Önderlik, “tecrit devam ediyor” diyor. Bu ne demektir, mücadeleye devam edeceğiz demektir. Bu görüşme mücadeleyle olduysa o zaman mücadeleyi sürdürmek lazım. Herhangi bir gevşemeye yol açmaması gerektiğini Önderlik vurgulamıştır. Çünkü toplumda, bireylerde özel savaşın yarattığı algılar var. Özel savaş güçlerinin yürüttüğü kampanyalar sonucu yanlış anlamalar ortaya çıkıyor. Hele günümüzde onlarca televizyonun olduğu, özel savaş aracının olduğu günümüzde bunlar saptırılabiliyor. Bunlara düşmemek gerekiyor. Zaten şu anda da halkımız da tecridin devam ettiğini söylüyor her yerde. Avrupa'da da söyleniyor. Bakur'da da her yerde tecridin devam ettiği ve mücadele sürdürüleceği söyleniyor. Bu olumludur.
Yine yakında Köln’de 16 Kasım'da büyük yürüyüş yapacak. Orada tecride karşı mücadele ortaya konulacak. Önderliğe özgürlük kampanyasının, dostlar tarafından başlatılan kampanyanın ikinci yılında da yeni bir çıkış yapılacak. Oraya da tabii çok güçlü katılımın ortaya konulması gerekiyor.
Şunun görülmesi gerekiyor. Mücadeleyle sonuç alınıyor. Hiçbir mücadele boşa gitmez. Bunun bilinmesi gerekiyor. Öte yandan Kürtler soykırım altında bir halk. Soykırım altında olan Kürt halkının önderi de bir soykırım baskısı altında. Soykırım altında tutuluyor. Önderliğe uygulanan politika soykırım politikasıdır. Bir halkın önderini yok etmek, bilincini yok etmek, doğrultusunu yok etmek, aynı zamanda o halkın tüm değerlerini yok etmektir. Çünkü her halk için, her toplum için önderler değerlerin bileşkesidir. Değerlerin toplamıdır. Değerlerin en önemli temsilidir. Onun yok edilmesi, tüm değerlerin yok edilmesi, tüm değerlere saldırma anlamına geliyor. Bu yönüyle halkımız bu bilinçle Önderliğe sahiplenmelidir. Biz mücadeleyle Önderliğin özgürlüğe kavuşturulacağına inanıyoruz.
Evet, mücadele zordur. Çok zorluk içinde yürütülüyor. Her alanda mücadele zor koşullarda yürüyor. Ama zor koşullarda yürütülen bu mücadele mutlaka başarıya ulaşacaktır. Zaten zorluklar zaten mücadelenin önemini, düşman gerçeğinin nasıl katı olduğunu gösteriyor. Böyle bir gerçekliğe karşı güçlü mücadele etmeden, koşullar ne olursa olsun mücadele etmeden sonuç anlamaz. Kolayca başarı beklemek, kolayca sonuç anlayacağını beklemek, soykırımcı sömürgeci gerçeği tanımamak, Kürt gerçeğini, Kürdistan gerçeğini, Ortadoğu'daki konumunu anlamamak olur. Bu bakımdan herkes zorluklar ne olursa olsun mücadele edip başaracağız demeli. Zorlukları bir engel olarak görmemeli. Zorluklar Kürt gerçeğinde, Kürt halkının özgürlük mücadelesi gerçeğinde mücadele etme gerekçesidir. Başka bir etken değildir. Bu yönüyle mücadele yükselterek başarılı olarak başlayacağımıza inanıyoruz.
NEDEN DURUP DURURKEN BU ÇIKIŞ YAPILDI?
Şu gerçeğin bilinmesi gerekiyor. Kürt sorunu konusunu ya da Kürtlere karşı yürütülen mücadele, yani Kürtlere karşı yürütülen savaş, sorumluluk savaşı ve buna karşı yürüttüğümüz büyük mücadeleyi en iyi biz biliyoruz. 50 yıldır bu mücadeleyi sürdürüyoruz. Soykırımcı sömürgeciliği tanıyoruz. Bu 50 yılın nasıl bir mücadele süreci olduğunu biliyoruz. Bu yönüyle işte Devlet Bahçeli'nin konuşmasını, Erdoğan'ın konuşmasını değerlendirirken, bu mücadelenin bütünlüğü içinde ele almak gerekiyor. Bize karşı yürütülen, Kürt halkına karşı yürütülen savaşın bütünlüğü içinde el almak gerekiyor.
Bu yönüyle tabi ki bizim herkesten daha fazla bu tür söylemleri anlama, ne olduğunu bilme konusunda avantajlarımız var. Çünkü sürekli savaşıyoruz, savaş içindeyiz. Neredeyse onların günlük düşüncelerini, günlük hamlelerinin ne olacağını düşünüyoruz, hesaplıyoruz. Hangi siyasal ortamda, hangi koşulda mücadele ettiğimizi, Soykırımcı sömürgeci cephenin ne durumda olduğunu, Ortadoğu'nun ne durumda olduğunu, bizim mücadelemizin ne durumda olduğunu, bütün koşulları bildiğimizden Devlet Bahçeli'nin ya da Erdoğan'ın neden böyle bir söyleme başvurduğunu da anlayacak durumdayız.
Ne oldu yani? Düne kadar her türlü soykırımcı dili kullanan, zehirli dili kullanan, Kürt varlığını tümüyle yok sayan sadece DEM Parti'ye değil, bütün Kürtlere, Kürt halkının mücadelesini yürüten herkese, her türlü saldırıyı, küfrü yapan Devlet Bahçeli barışalım diyor? Mutlaka bunun bir nedeni olmalı. Bu yönüyle tabii ki çeşitli nedenler tartışılıyor.
AKP-MHP iktidarı dışarıda zorlanıyor, içeride de zorlanıyor. Bu gerçektir. Ama buradan şöyle bir sonuç çıkarmak yanlıştır. Dışarıda zorlanıyor, içeride zorlanıyor. Bu nedenle işte Kürt sorununu çözerek bu zorluktan çıkmak istiyorlar. Böyle düşünmek yanlıştır. Evet, dışarıda zorlanıyorlar, içeride zorlanıyorlar. Ama Kürtlere karşı yürüttükleri bir soykırım savaşı var.
Zorlanma sürecinde, Kürtlere karşı yürüttükleri savaşı sonuca götürmek istiyorlar. Bunu böyle görmek gerekiyor. Kürt sorununda zihniyet değiştirdiler diye bir şey yok. Demokratik zihniyete kavuştular, Kürt sorunu çözecekler diye bir şey de yok.
Evet, Kürt sorununu çözmek için demokratik zihniyete kavuşmak gerekiyor. Kürt'ün varlığını kabul eden, kimliğini, kültürünü kabul eden bir zihniyete kavuşmak gerekiyor. Böyle bir şey yok. Hele MHP'de hiç yok, Devlet Bahçeli'de hiç yok. Bu yönüyle bu adım niye atıldı? Gerçekten iyi düşünmemiz gerekiyor.
Bölgedeki zorluklar, İsrail savaşı, dediler İsrail bize saldıracak dediler. Ortadoğu'da tabii ki bir savaş sürüyor. Ortadoğu dengelerini sarsan etkide bir savaş yürütülüyor. Öte yandan Türkiye'nin jeopolitik gücü, etkisi giderek azalıyor. 150 yıldır kullandığı, pazarladığı ya da en önemli siyasi gücü olan jeopolitik konumu artık eski gücünde değil, eski etkisinde değil. Tümden yok olduğunu söyleyemeyiz. Ama artık eskisi gibi tümüyle kendisini güç yapacak, herkese şantaj olarak kullanacak, pazarlık konusu yapacak bir konumda değil. İşte İsrail ile Araplar arasındaki ilişkilerin gelişmesi, farklı enerji yollarının aranması bunu ortaya koyuyor. Bu açık.
Bunlar tabii Türkiye'yi kaygılandırıyor, doğru. O bakımdan AKP MHP iktidarı kendi politikasının sonucu Türkiye'yi bu noktaya getirdi. Şimdi bütün muhalif güçleri arkasına alıp kendi konumunu sürdürmek istiyor. Bu zorlu coğrafyada kendisini güç yapmak istiyor. Ama bu duruma getiren onun politikaları. Hem bölgesel politikalarda sıkıntı yaşaması, hem içeride sıkıntı yaşamasını yaratan AKP MHP iktidarıdır.
Şimdi bu Devlet Bahçeli'nin konuşması, sonra bunu Erdoğan da destekledi. Öyle Erdoğan ile Devlet Bahçeli arasında bir sorun var denemez. Bu kadar çok önemli konuda böyle basit taktikler, ilişkiler içinde olduğunu ya da birbirinden habersiz bu tür şeylere gireceğini düşünmek doğru değil. Önceden konuştular, Devlet Bahçeli böyle bir adım attı. Bunun böyle bilinmesi gerekiyor. Yoksa Devlet Bahçeli Kürt sorununda AKP'yi geçti, daha makul bir noktaya geldi diye düşünmek bile MHP gerçeğini bilmemek, Türk Devleti gerçeğini bilmemektir.
Şimdi bu konuda şunu söyleyebiliriz. Artık yavaş yavaş bu kabul edilmeye de başladı. Ahmet Türk de konuşmasında, “böyle şeyler söyleniyor. Bunlar kabul edilmeyince, çünkü ortada bir şey yok, ondan sonra daha fazla şiddetle üzerimize gelecekler. Böyle bir oyun var” diyordu. Evet böyle bir oyun var. Bu oyun esas olarak DEM Parti üzerinde oynanan bir oyundur. “Biz size siyaset yapma alanını tanıdık. Yumuşak yaklaştık. Siz buna cevap vermediniz diyecekler ve üzerine şiddetle gidecekler. Bunu değerlendirmemize de gerek yok. Devlet Bahçeli de böyle dedi. Mehmet Uçum da böyle dedi. Erdoğan da bunu söyledi. Bu açık. Bunu bu kadar böyle karmaşıklaştırmaya, nedir ne değildir biçimde değerlendirmeye bile gerek yok. Mehmet Uçum'un cümlelerini tek tek yorumlasın herkes. Ne demek istiyor? Devlet Bahçeli dedi, ya kabul edersiniz ya da yumruğu yersiniz dedi. Neyi kabul edersiniz? “Kürtlüğünüzden vazgeçeceksiniz. Kürt davasından vazgeçeceksiniz. Kürtlükten, özgürlükten, demokrasiden bahsetmeyeceksiniz. Siyaset yapın, milletvekili olun, belediye başkanı olun ama bu tür şeylerle uğraşmayın. Kürt halkının özgürlük mücadelesinden, demokrasisinden söz etmeyin.
Özgürlük demek, demokrasi demek, bu devlete karşı, bu iktidara karşı mücadele etmek demektir. Bu iktidarın politikalarına karşı tutum koymak demektir. Bundan uzak durun.
Durursanız belediye başkanlığı da yaparsınız, milletvekili de olursunuz. Siyaset yaparsınız” diyorlar. Söylenen bu.
Bunda bir şey aramak ancak arzusunu ortaya koymaktır. Keşke iyi bir şey olsa. Evet herkes iyi bir şey olmasını istiyor. Kürt sorununda adım atılmasını, çözülmesini istiyor. Bunu bizden fazla isteyen de yoktur. Bunu da vurgulayalım. Herhalde bizden fazla isteyen yoktur. Şimdi Devlet Bahçeli’nin çağrısına anlam biçmek bile anlaşılır değil.
KANDİL’LE TELEFON GÖRÜŞMESİ UYDURMA
Evet ilk gün tokalaştı. Dışarıda barış içeride barış, dedi. Hadi o bir sözdü. Belki bu söz insanlara bir şeyler düşündürtebilir. Sonra Devlet Bahçeli Önderliği meclise çağırmış. Ne demiş? Gel örgütünü dağıt. Ne demek örgütünü dağıt? Bir halkın siyasi iradesi, düşünce gücü. 50 yıldır mücadele veriyor bunun için. 10 binlerce şehidi var. Diyor gel dağıt. Teslim ol bir nevi. O anlama geliyor.
Bunun ne anlamı var? Tek şu var, evet. Devlet Bahçeli, Önderliği muhatap aldı. Anlaşıldı ki, herkes anladı ki bu sorunun muhatabı Önder Apo’dur. Bu nedenle oraya çağrı yapıyor. Çözecekse o sorunu çözecek. Muhatap olduğu netleşti. Öte yandan tecrit var dedi. Tecrit olduğunu da kabul ettiler.
Bir de şunu belirtelim, tartışılıyor. Bilmem Kandil'le telefon görüşmesi olmuş. Bunlar uydurma şeyler. Şimdiye kadar Kandil'le herhangi bir ilişki olmamıştır. Bir temas olmamıştır. Böyle bir şey yok. Biz de herkes gibi televizyonundan takip ediyoruz. Basından takip ediyoruz. Bunu da böyle bilelim. Önderlikle de öyle bir görüşme yok, süreç yok.
Önderlikle her zaman görüşebilirler. MİT gider görüşebilir her zaman Önderlikle. Eskiden de Önderlikle birçok görüşme olmuştur İmralı'da. Ama Ömer Öcalan'ın anlattıklarından, yine daha sonra Tuncer Bakırhan'ın söylemlerinden, Önderliğin de bir çözüm süreci yok dediğini anlıyoruz. Bu açıdan o görüşmeden farklı bir anlam çıkarılmamalı. O görüşmenin yıllardır verilen mücadele sonucu olduğunun görülmesi gerekiyor.
Doğru yaklaşılması gerekiyor bu sürece. Dikkatli yaklaşılması gerekiyor. Bu bir tuzak, bir oyun. Zaten AKP-MHP iktidarı bir özel savaş iktidarıdır. Oyun içinde oyundur. Her gün oyun içinde oyun düşünüyorlar.
Zaten Erdoğan bir demogogtur. Devlet Bahçeli de öyledir. Zaten faşizm demek demogoji demektir. Gerçekleri çarpıtmak demektir. Bu konuda zaten eskiden beri MHP'nin söylemleri biliniyor. Erdoğan da zaten tam bir demogoji ustası.
Kürt kardeşim diyorlar. Türk-Kürt kardeşliği. Türk halkıyla Kürt halkı zaten kardeş. Türk halkıyla Kürt halkını karşı karşıya getiren devlet politikası bu iktidardır. Bu iktidarın politikalarıdır. Şimdi tartışılıyor. Kardeşlik değil eşitlik olsun deniyor. Kardeşlik demogojisi yapılıyor.
Bu bakımdan bu tartışmaları doğru ele almak lazım. Buradan bir şey çıkacağını düşünmemek gerekiyor.
Şu ayrı tabii ki bir çözüm istenir. Halk da ister, biz de isteriz, demokratik siyasal hareket de ister, dostlar da ister. Türkiye halkı da istiyor. Çünkü Türkiye'nin krizlerden kurtulması, sorunlardan çıkması için bu sorunu çözülmesi gerekiyor. Ama ortada böyle bir çözüm niyeti yok, isteği yok. Aksine yıllardır sürdürülen politika sürdürülmek istemiyor.
Bu gerçeğin bilinmesi gerekiyor. Özellikle DEM partililer ve halkın üzerlerinde nasıl bir oynandığını görmesi gerekiyor. Bu bakımdan sağlam durmalı ve bu politikaya karşı mücadele etmelidir. Bu politikaya karşı mücadele etmekten başka bir yol yok. Teslim olunamayacağına göre, yani Kürtlüğünden vazgeçilmeyeceğine göre, Kürt halkının özgürlüğünden, demokratik halklarından vazgeçilmeyeceğine göre bu politikayı görmek, doğru görmek ve buna karşı mücadele içinde olmak gerekiyor.
KÜRT HALKININ İRADESİNİ KIRMAK İSTİYORLAR
Bu kayyum politikaları başından beri var. Aslında seçimden sonra yapılacaktı Kürdistan'da. Wan önledi, Colemêrg’le sınırlı kaldı. Şimdi kayyumlar hem bu politikanın parçası hem de şimdiye kadar sürdürülen politikanın sonucudur. Zaten Kürt halkının özgürlük mücadelesini ezmek istiyorlar. Hiçbir yerde Kürtlerin şehirleri, kasabaları idare etmesini istemiyorlar. Sınırlı da olsa bir Kürt iradesinin ortaya çıkmasını istemiyorlar. Bu nedenle böyle bir kayyum politikası var. Bunun sonucudur.
Kürt sandığa gidecek, seçecek, ben kendim yöneteceğim gibi şeyleri düşünmeyin diyor. Siz Kürtlüğünüzden, kimliğinizden, özgürlüğünüzden vazgeçmediğiniz müddetçe size kimliğinizle, kültürünüzle, dilinizle herhangi bir yönetim hakkı vermeyiz. “Geleceğiz biz şurada, şu şehirde, bu şehirde kimliğimizle, kültürümüzle, dilimizle belediye yöneteceğiz, yerel yönetim yapacağız. Buna izin vermeyiz” diyorlar. “Bunu bırakacaksınız” diyorlar. Bu nedenle Kürt halkının demokrasi mücadelesini, özgürlük mücadelesini ezmek için bu kayyum politikasını yürütüyorlar. "Seçilirse biz alırız, kayyum atarız" diyorlar. Bu kadar ısrarlı olmaların nedeni vazgeçirmek için. "Düşüncenizden, politikanızdan vazgeçeceksiniz" diyorlar. Onun için ısrar ediyorlar. Bir, iki, üç kenti yapmalarının nedeni bundan vazgeçeceksiniz diyorlar. Bir nevi vazgeçilme yöntemidir. Kürt halkının iradesini kırmak, teslim almak istiyor.
Süreçle bağlantısı ise, "eğer bizim politikaları kabul etmezseniz, AKP-MHP iktidarına uygun bir politika yürütmezseniz, kayyum atarız" diyorlar. Hem bu süreçle güya Kürt sonunda bir yaklaşım olabilecekmiş gibi algı yaratmaya çalışıyor. Diğer taraftan da aslında teslim olmazsanız, başta da söyledik ya, “ezilirsiniz, bizim politikalar olmazsanız kayyumları atarız” diyorlar.
Mêrdîn'i şunun için seçtiler. Rojava'ya yürütecekleri işgal alanı olduğu için, Mêrdîn'i DEM’in elinden almak istediler. Devlet Bahçeli bile Ahmet Türk'ten bahsederken işte olumsuz şey söylememeye dikkat etti. Yine 15 gün önce barıştırdılar Şenyaşarları. Ahmet Türk'le, Erdoğan'ın yardımcısı birlikte yaptı. Burayı Rojava işgali yüzünden tercih ettiler.
Xelfeti ise Önderliğe yönelik bir mesajdır. O da önderlik üzerinde baskı yapmaktır. Önderliğe mesaj vermektir.
Êlih ise tabi ki Kürt halkının özgürlük mücadelesinde, kadın mücadelesi çok çok önemli. Bu nedenle Êlih'de yüksek oyla bir kadın eşbaşkanı oldu. Kadın özgürlük mücadelesine yönelik bir saldırı bu. Onu da sindiremiyorlar, onu da bastırmak istiyorlar.
Buna devam edecekler. Eğer mücadele gelişmezse devam edecekler. Çünkü geçen gün Abdülkadir Selvi “devam edecek” dedi. Daha da atanacak. Amed'e de atanır. Wan'a da atanır. Bazid'e atanır. Bu bakımdan bütün Kürt halkı her yerde mücadele etmesi gerekiyor. Bu yönüyle bütün belediyelere kayyum atanmış gibi bir tutumun, tepkinin ortaya koyması gerekiyor.
Çünkü kayyum politikası herhangi bir şehre yönelik politika değil. Ya da o şehrin belediyesine yönelik politika değil. Bir Kürt politikası. Kürt halkının özgürlük mücadelesini ezme politikasıdır. Bu bakımdan bütün Kürtlerin her şehirde bu kayyum politikasına karşı mücadele yürütmesi gerekiyor. Sıranın kendilerine gelmesini beklememesi gerekiyor.
ŞİMDİDEN MÜCADELE YÜKSELTİLMELİ
Eğer Wan'a kayyum durdurulacaksa, Amed'e kayyum durdurulacaksa, o zaman şimdiden mücadelelerini yükseltmesi gerekiyor. Tabii mücadele yürütürken Türkiye demokrasi güçleriyle birlikte mücadele yürütmek lazım. Türkiye demokrasi güçlerine seslenmek lazım. Onlarla da ilişki içinde olmak lazım. Bu ilişkinin, bu ortak mücadelenin Wan'daki etkisini gördük. Bunu hem Kürdistan'da mücadele ederken bunu sağlamak gerekiyor, hem de Türkiye'deki demokrasi güçlerinin, sivil toplum örgütlerinin bulundukları yerde de bu kayyuma karşı mücadele tutum ortaya koymaları gerekiyor. Kürtlerin İstanbul'da önemli gücü var, İzmir'de önemli gücü var, Adana'da, Antalya'da var. Burada zaten CHP belediyeleri Kürtlerin oyları sonucu kazandı. Bu bakımdan oradaki demokrasi güçleri rahatlıkla harekete geçilebilinir. Onlar harekete geçirmek gerekiyor. Ancak böyle olursa kayyumlar püskürtülebilir.
Şu anda belli bir mücadele var. Ama daha da yükseltilmesi gerekiyor. Süreklileştirilmesi gerekiyor. Onlar diyorlar ki birkaç gün yürürler, birkaç gün protesto ederler, ondan sonra bırakırlar. Böyle olmamak lazım. Kürt halkı sürekli mücadeleye hazırlanmalı, sürekli mücadele etmeli. Hiçbir belediyeyi bırakmamalı. Belediyeler mekan değildir. Mêrdîn eşbaşkanları ve meclis üyeleri çalışmalarına devam etmeli. Halkla tartışarak nerede işler nasıl yapılacak, bunun kararlarını almalı. Bu temelde de tabii ki o kayyum teşhir edilmelidir. Bu yönüyle bir nevi kayyum çalıştırılmamalı, felç edilmeli.
Eşbaşkanlar da meclis başkanlar da görevini bırakmamalı. Aktif çalışmalılar. Gidip evlerinde oturmamalılar. Kayyumları kovana kadar böyle bir yaklaşım içinde olmalılar. Bütün demokratik kuruluşlar bu konuda duyarlı olmalı. Kabul etmemeliler. Kabul etmediğini ortaya koymalılar. Öyle ki AKP oy verenleri bile bu mücadele çekmeliler. Hala AKP'ye niye oy veriliyor? Hem Kürt'üm denilecek hem de AKP'ye oy verilecek. Bu kabul edilemez.
Kayyum politikası şöyle anlaşılmamalı. DEM Parti'ye saldırı yok. Soykırımcı saldırı şöyledir. Kürt sağıdır, soludur, İslamcısıdır. Şu zihniyetten, şu politikadan olduğu için saldırmıyor. Kürt halkının kimliği, özgürlüğü, demokrasi talebini dile getirdiği için saldırılıyor. Saldırı buna yöneliktir. DEM Partililer değil, başka Kürtler olsaydı onlara da atarlardı. Eğer Kürtlüğünde, kimliğinde, kültüründe, dilinde ısrar edecek, bu temelde bir yerel yöneticilik yaptığı takdirde ona da kayyum atarlardı. Bu bakımdan DEM Parti'ye oy veren Kürtler dışındaki diğer kesimleri de katmak, mücadelenin içine çekmek gerekiyor.
KÜRT SORUNU; BASK YA DA İRLANDA SORUNLARIYLA KARŞILAŞTIRILAMAZ
Bu kayyumları değerlendirirken bir konuya da dikkat çekmek gerekiyor. Bu kadar kayyum atanıyor, halkın da tabi direnişi var. Bazı çevreler kayyumlar atanabilir ama süreçte devam edebilir gibi değerlendirmeler yapıyorlar. Bu gerçekten kayyumları meşrulaştıran, normalleştiren bir değerlendirmedir. Nasıl oluyor? Kürt sorununda çözüm düşüncesi olacak ama kayyum da devam edecek. Bu bir savaş çatışma değil ki, savaş alanı değil ki. En demokratik, meşru alanda halkın iradesi gasp ediliyor. Bu yönüyle bu tür söylemlerde bulunanlara gereken cevap verilmelidir. “Siz AKP, MHP'nin bu oyunun sürdürücüsü, oluyorsunuz” demek gerekiyor. Baskılar artacak ama halka şu denilecek “olabilir, öldürülebilirsiniz, ezilebilirsiniz. Bunu sindirin. Tepki koymayın, süreç devam eder. Çözüm de olur” şeklinde bir yaklaşım olamaz.
Bir de şu da söyleniyor. Dünyada çatışma çözüm süreçleri var. Orada da böyle olmuş. Şimdi böyle söyleyerek bunu meşrulaştırmak da bir bilgisizliktir. Kürt sorununu Bask sorunuyla, İrlanda sorunuyla, şu bu sorunla karşılaştırmak bir gaflettir. Kürt sorununda siyasal taleplerin fazlalığından dolayı sorun çözülmüyor diye bir şey yok. Kürt inkarı sürdüğü için, dili, kültürü, kimliği yok edilmek istendiği için sorun çözülmüyor. Böyle olmasaydı, Kürtler üzerinde bir soykırım politikası uygulanmasaydı, politika bu olmasaydı, o belirtilen çatışma çözüm süreçleri Kürdistan'da da uygulanabilirdi. Ama Kürdistan'daki politika böyle değil.
Gerçekten Kürt sorunu nedir diye soruyorlar. 100 yıllık bir soru. Önceden de tabi bir Kürt sorunu var ama esas Kürt sorunu 24 Anayasası'yla başlamıştır. Kürdistan, Türk uluslaşmasının yayılma alanı haline getirilmek istenmiştir. Politika Kürdistan'ı Türkleştirmek, Türk uluslaşmasını yayılma alanı haline getirmektir. Bugün de budur. Kürt sorunu nedir? Kürtlerin kimliğini, dilini, kültürünü unutturmaktır. Kürt sorunu budur. Kendi kendini yönetmesini kabul etmemektir. Cumhuriyet öncesi Kürtler kendi kendilerini yönetiyorlardı. Öyle dışarıdan sürekli müdahale eden bir durum yoktur. Osmanlı'nın egemenliği vardır ama böyle her şeyine nüfuz edecek, müdahale edecek, yaşamına müdahale edecek, dinine müdahale edecek, kültürüne müdahale edecek böyle bir durum yok. Bu 1924'ten sonra planlı bir biçimde gerçekleşiyor. Dili yok edilmek isteniyor. Kültürü yok edilmek isteniyor. Dilini, kültürünü yok etmek ne demektir? Kimliğini yok etmektir. Kimlik soykırımı. Şimdi Kürtler zaten bırak işte belediyeleri bile yönetemiyor. Bırak bir özerklik, bir otonomiyi, buna bile tahammül yok. Avrupa'ya yerel özellik şartı var da onu bile imzalamadılar. Neden? Kürtler kendi alanını belli düzeyde kendilerine yönetecek diye. Onu da kabul etmediler. Şimdi Kürtlerin dili. Herhangi bir eğitim var mı? Kürtçe öğretiliyor mu? Kürtçenin öğretme imkanları var mı? Yok. Olmadığı gibi Kürtlerin evinde bile Kürtçe konuşması bir nevi yasaklanmış, baskı altına alınmıştır. Anlatılır ya çocuklar okulda Kürtçe konuştuğu zaman cezalandırılıyor diye. Şimdi Kürtler giderek çocukları Kürtçe unutuyorlar. Fırat'ın batısında unutmuşlar. Dersim’de unutuyorlar. Şimdi birçok yerde yeni nesil unutuyor. Niye? Bir baskı var. Birçok yerde defalarca olmadı mı? Kürtçe konuştu diye insanlar dövülmedi mi, öldürülmedi mi? Bu bir baskıdır. Serbestçe, rahatlıkla konuşamıyor. Konuşanlar da oluyor ama öyle bir baskı da yürütülüyor dil üzerinde.
KÜRT SORUNU SOYKIRIM SORUNUDUR
Diğer taraftan zaten Bülent Arınç "ne dili" dedi, "ne işe yarıyor" dedi. "Bir halkın dilini niye unutturuyorsun? Kürt sorunu nedir" diyor. Kürt sorunu Kürt dilini unutturmamak sorunu. Şu anda unutturulmuyor mu? Kaybolmuyor mu? Yok olmuyor mu? Bu senin politikanla oluyor. Soykırımcı, sömürgeci politikayla oluyor. Kürtlerin dili unutturuluyor. Kültürün üzerinde baskı yok mu? Sen Türk kültürü için bu kadar şey kuracaksın, Kültür Bakanlığı ile her türlü desteğe vereceksin ama Kürt kültürüne izin vermeyeceksin. Baskı kuracaksın.
Sen dilini yok ediyorsun, kültürünü yok ediyorsun. Bu kimliğini yok etmektir, soykırımdır. Kürt sorunu budur. Bir belediyesini bile kendi yönetmesine izin vermiyorsun. İşte Kürt sorunu budur. Ne istiyorlar Kürtler? Kürtler dillerinin yok olmamasını istiyor. Kültürünün yok olunmasını istiyor. Kimliğinin yok olmamasını istiyor. Dil, kültür, soykırım politikasının ortadan kaldırılmasını istiyor.
"Şimdi eşit yurttaşlık" diyorlar. "Her şey olabiliyor Kürtler. Kaymakam da oluyor, vali de oluyor" diyorlar. İstisnai oluyor ama oluyor. Yapmazlar ama kolay kolay. Kendi kimliğine sahipse, Kürtlüğüne sahipse, diline sahipse onu zaten yapmıyorlar.
Aleviler de eşit yurttaşlık istiyor. Diyorlar bizden bir tane vali yok. Bir tane kaymakam yok. Alevilerin o kadar nüfusu var. İşe alırken bile almıyorlar bir memurluğa falan. Nasıl eşit yurttaşmış? Kürtler eşit yurttaş değil. Kürtlerin eşit yurttaş olması için, onun kimliğini, kültürünü, dilini kabul edeceksin. “Türk olursan eşit yurttaşsın” diyor. Evet Türk olarak eşit yurttaştır. Türklüğü kabul ederse, dilinden vazgeçerse, kültüründen vazgeçerse, kimliğinden vazgeçerse, bunun için mücadele etmezse eşit yurttaştır. Ama bunun için mücadele ederse özel mahkemelerde yargılanır. Mahkemeler üzerlerinde bir baskı aracı olarak kullanılır. Bu yönüyle Kürt sorununun ne olduğu açıktır.
Hadi Türkçe resmi dili olsun. Bu Kürtçe'nin unutulmaması için ne yapılacak? Bu Kürt dilini nasıl yaşayacak? Senin politikan şu anda Kürt dilini yok etme politikası değil mi? Bilmem evinde konuşabilirmiş, sokakta konuşabilirmiş. Her türlü baskı uygula, toplumsal baskı uygula, idari baskı uygula, her türlü şeyi uygula. Ondan sonra da evinde konuşsun, sokağında konuşsun. Bir nevi Kürt'ü aptal yerine koyuyor. Sen o kadar okullar açacaksın, dili o kadar gelişecek. Kültüre her türlü destek vereceksin, gelişecek. Ama Kürt olduğunda Kürt bile diyemezsin. Ne diyor? İşte Türk, Kürt'ü de kapsıyor. Türk bir etnik kimlik değilmiş. Kimi kandırıyorsun? Hani Hun Türkleri vardı, Uygur Türkleri vardı. Şimdi de kalkmış diyor "Türk kimliği Kürt'ü de kapsıyormuş." Böyle bir şey yok.
Türk kimliği o kadar katı halde ki Kürt'ü soykırıma uğratmak istiyor. Kapsamıyor. Onu ezme kimliğidir. Bir daha belirteyim. Bütün Kürtler için söylüyorum. Bu Türk devletinin politikasını gerçekten doğru anlasınlar. Kendilerini aldatmasınlar. Türk devleti Kürdistan'ı Türk uluslaşmasının yayılma alanı haline getirmek istiyor. Bu amaçtan vazgeçmemiş. Türkleştirmek istiyor. Ya kültürel olarak Türkleştirecek, ya demografi değiştirerek orayı Kürt coğrafyası olmaktan çıkarmak istiyor. Kürtler bunu bilecek.
Bunun için de eğer Kürtlükten vazgeçmek istemiyorlarsa, kimliğinden, dilinden, kültüründen vazgeçmek istemiyorlarsa direnecekler. Şark Islahat Planı uygulanmaya devam ediyor. Sonucu belli.
Fırat'ın batısının çoğunluğu Kürt’tü. Şimdi Maraş'ta, Malatya'da, Sivas'ta Kürt kalmamış. Kalanlar da Kürtçe konuşamıyor. Kürt sorunu bu. Sadece sorun değil, bir soykırım politikası var. Eşit yurttaşlık falan da öyle bir şey yok. Kürtler eşit değil. Hiçbir konuda eşit değil. Hatta eşitsizlik bir anayasa kuralıdır. Eşitsizlik yasa kuralıdır. Eşitsizlik pratik politika kuralıdır. Eşitsizlik kuralı hale getirilmiştir. Böyle anlamak gerekir.
TUSAŞ EYLEMİ SOYKIRIM SALDIRILARINA CEVAPTIR
TUSAŞ’a yönelik eylemi yapanları saygıyla milletle anıyorum. Onlar Kürt kimliğinin, kültürünün, dininin, Kürt varlığının ne olduğunu ortaya koyuyorlar. Kürtlüğün özünü, Kürtlüğün duygularını, Kürtlük duygularının zirveleşmiş halini, Kürtlüğün soykırıma karşı mücadeledeki en açık, somut, özlü duruşunu ifade ediyor.
Onlar biraz önce belirttiğimiz o Kürt soykırımına karşı bir duruş ortaya koyuyorlar. Bu böyle ağır bir baskıya karşı ortaya konulan fedailiktir. Bunu hissediyorlar, Kürt'ün yok edilmek istendiğini, bitirmek istendiğini, ortadan kaldırılmak istendiğini, Kürt varlığına yönelik bir tehdit olduğunu bildikleri için Kürt'ün varlığını, özgürlüğünü, demokrasisini savunuyorlar. Bu eylemi böyle anlamak lazım, bu duruşu böyle anlamak lazım. Bu duruştan herkes bu mesajı almalı.
Niye bu kadar fedailik, niye genç yaşta yaşamlarını bu düzeyde ortaya koyuyorlar? Bütün Kürtlerin, Kürt halkının bundan sonuç çıkarması lazım. Bu sorunun cevabını kendileri vermesi gerekiyor. Tabii ki süreç müreç dediler, öyle bir şey yok zaten. Süreç falan yok, bir daha vurgulayalım. İşte bu tür tartışmaların olduğu dönemde bu eylem oldu diyorlar. Bu eylemin onunla alakası yok. Bu eylem uzun süreli bir çalışmalı sonucu. Öyle bir günlük, iki günlük, bir aylık. Aylar önce onlar öyle bir hedefe kilitlenmişlerdir.
Öte yandan savaş sürüyor. Herhangi bir süreç olsaydı, 2009'da, 2010'lardaki gibi çatışmasızlık olsaydı o ayrı. Sen her türlü saldırıyı yok etme saldırısını yapıyorsun. Bu eylem ona verilen cevaptır. Soykırım saldırısına, yok etme saldırılarına verilen bir cevaptır. Kesinlikle o işte 1 Ekim'de Devlet Bahçeli'nin yaptığı konuşmalar ve sonraki tartışmalarla hiç alakası yoktur. Kürt soykırım politikasına karşı, Türk devletinin politikasına karşı hazırlanmış bir eylemdir. Bunu böyle görmek gerekiyor. Şimdi bir de tabii ki savaş devam ediyor ve o savaşın Kürtlere karşı silahlarının üretildiği merkeze yönelik yapılmış bir eylemdir.
Aksungurlar, SİHA'lar burada üretiliyor. Bunlar ne yapıyor? Her yerde siviller vuruyor. Rojava'da sivilleri vuruyor. Başûr’da sivilleri vuruyor. Gazetecileri vuruyor. Aydınları vuruyor. Siyasetçileri vuruyor. Bir savaş merkezi burası. Şu anda Türk devletiyle özgürlük hareketi arasında bir savaş var. Bu bakımdan meşru hedeftir. Fabrikalar, savaş fabrikaları, silah fabrikaları, silah üretim yerleri hedeftir. Oradaki çalışan hepsi askerdir. O silah üretiyor.
Bu açıdan önemli bir eylemdir. Tabii sarstı onları. Niye? Sürekli "işte ayakkabı numaralarını biliyoruz. Nefes almalarını biliyoruz" diyorlardı. Ona en büyük cevap. Fedai gerillanın aşamayacağı engel yoktur. Bu bakımdan Kürt gerillasının aşamayacağı engel yoktur. Her zaman eylem yapar. Böyle yüz binlerce genç var. Bu gençleri bu hale getiren Türk devlet politikasıdır. Soykırım politikasıdır. Bu soykırım politikasına tabii ki büyük öfke duyan gençler, militanlar, fedailer ortaya çıkar. Bugüne kadar çıktı. Bundan sonra da ortaya çıkar.
Asya Ali’nin en büyük öfkesi kendi dilini konuşamaması. "Yeğenlerime dilini öğretin, kültürünü öğretin" diyor. Oraya bir saldırı olduğunu biliyor. İzmir'de büyümüş. İzmir'deki Kürt gençleri ne kadar acaba kendi dilini biliyor? Bir soykırım var.
Bir alçak “kala kala bir Şırnak, Hakkari kalmış, 20 yıl sonra onlar da dilini kültürünü unutur, bu sorun biter” diyordu. Politikanız bu. Buna karşı Kürt gençleri, fedailer ne yapacak? Cevap verecek tabii.
Mesajlarını zaten çok güzel mektuplar yazmışlar. Gerçekten etkileniyor insan. Bütün duygularını tabii sayfalara dökmüşler. Aslında o mesajlar bütün Kürt gençlerinin duyguları olmalı, bütün Kürt gençlerinin mesajı olmalıdır. Kendilerini öyle hissetmeliler. Kendilerini o düzeye ulaştırmaya çalışmalılar. Herkes kendisini o düzeye ulaştırmaya çalışmalı. O duyguya ulaştırmaya çalışmalı.
Evet etkileyici mesajlar vermişler. Ailesine mesaj veriyor, Kürt halkına mesaj veriyor. Evet bak işte Kürt halkına çok güzel mesaj veriyor. Aynı zamanda kayyumlara karşı nasıl bir halk direnişinin ortaya konulması gerektiği çağrısını yapıyor. Herkese çağrı yapıyor. Ailesine çağrı yapıyor. Yoldaşlarına çağrı yapıyor.
Bu çağrı aynı zamanda şudur: Bu soykırımcı sömürgeciliğe karşı sıradan bir mücadeleyle, sıradan bir yurtseverlikle mücadele edilemez. Kürt soykırımdan kurtulamaz. Bu mesajı açıkça veriyor. Herkese, bu Türk devletine karşı, bu soykırımcı sömürgeciliğe karşı nasıl mücadele verilmesi gerektiğinin düzeyini ortaya koyuyor. Herkes de kendisini bu düzeyde tartmalı. Bu düzeyini neresindeyiz diye düşünmeli. Hepimiz onlara borçluyuz. Onlar tabii şehadete giderken "biz borçluyuz" diyorlar. Ama tabii ki en fazla da biz onlara borçluyuz.
KADINA KARŞI ŞİDDETE KARŞI DURULMALI
Şimdi kadın sorunu tabii önemli bir sorun. Kadına şiddet, binlerce yıllık bir olgudur. Bu yönde kadına şiddet olayı, tarihsel bir durumdur ya da en eski bir sorundur. Hatta bütün sorunların kaynağıdır. Toplumsal sorunların kaynağı kadın üzerindeki egemenlik. Egemenlik de neyle sağlanıyor? Kadının şiddetle, şiddetin birçok biçimiyle sağlanıyor. Önderlik, ilk sömürge, ilk sömürge ulus olarak değerlendirdi. Ve binlerce yıldır baskı görüyor.
Bu bakımdan bu sorunu şöyle, şurada şu kadar erkek kadına baskı yapmış, şu kadar erkek kadını öldürmüşten öte bir olay yani. Bir bütün toplumu ilgilendiren, toplumsal sorun. Çözülmesi gereken bir sorun.
Kadın üzerinde şiddet kalkmadan, kadın üzerinde uygulanan şiddet politikası ortadan kaldırılmadan, yani kadın özgür olmadan toplum huzura kavuşamaz. Toplum sağlıklı olamaz. Kadına şiddetin olduğu yerde toplum hastadır, sağlıksızdır.
Anaya, çocuğu doğuranı, büyüteni bu kadar diyelim şiddet uygulamak zaten bir ahlaksızlık, büyük bir insani sorundur. Kadının toplumu parçası, yarısı ama onun üzerinde şiddet uygulanacak. Buna karşı tabii durulması gerekiyor. Buna durulmadan demokat da olunamaz, insan da olunamaz, ahlaklı da olunamaz, vicdanlı da olunamaz.
Kadına şiddet bir toplumsal sorun. Bu eğilim erkeklerde var. Erkek egemenlikli bir eğilim diyeceğiz ama ahlaktan, vicdandan bahsedeceğiz. Öyle denilemez.
Erkekte o eğilim var. Binlerce yıldır o genlerine işlemiş. Kadını küçük görme, kadın üzerinde şiddet uygulama bir kültür haline gelmiş. Bu bakımdan her erkek bu kültürün kendisine de bulaştığını bilip, bu kötülüğü, bu çirkinliği üzerinden atması gerekiyor. Bu çok önemli bir konu.
Önder Apo, Kadın Özgürlük Mücadelesi'ni geliştirdi, Kürdistan'da önemli gelişmeler oldu tabii. Ama hala Kürt toplumunda erkeğin kadına yönelik şiddet anlayışı devam ediyor. O kiri pası tümden üzerinden atamamış. Bu bakımdan işte Kürt gençleri, Kürt erkekleri Önderliğe bağlıyım diyorsa, işte Kürt halkın özgürlüğünden, demokrasiden söz ediyorsa, kesinlikle kadına yaklaşımı değiştirmesi gerekiyor. Erkeklerin, yurtseverlerin bu kadına şiddet eğilimini tümden atmaları gerekiyor. Yoksa yurtseverlikleri de eksiktir. Gerçek yurtsever olunamaz. Gerçek demokrat olunamaz. Gerçek özgürlükçü olunamaz. Vicdanlı olunamaz ahlaklı olunamaz.
Bu bakımdan kadına şiddet konusu önemli. Şiddet derken birçok yönü var. Kadına sesini yükseltmek bile şiddettir. Genelde erkekler biraz şey oldu mu kadına seslerini yükseltirler. Bu bir erkeklik eğilimi, egemenlik eğilimidir.
Birçok biçimi var şiddetin. Toplumsal yaşamda sınırlama, birçok alanda kadını diyelim eşit görmeme, dışlama, bunların hepsi şiddettir. Bu vesileyle 25 Kasım'da Mirabal kardeşleri de minnet ve saygıyla anıyorum. Ve 25 Kasım şiddete karşı bir mücadele günü haline geldi, etkisi de oluyor artık. Dünyaya da yayıldı. Ben bu vesileyle kadın üzerindeki tüm şiddetleri kınıyorum. Ve tüm yurtseverleri, demokratları özellikle kadına şiddet konusunda mücadeleye çağırıyorum. Kürdistan'da da tüm yurtseverlerin eşlerine, çocuklarına, kızlarına, kız kardeşlerine yaklaşırken şiddet eğilimden uzak durmaları gerektiğini söylüyorum. Gerçek yurtseverlik budur.
PKK GÜÇLENDİ, DAHA DA GÜÇLENECEK
PKK’nin kurucusu Önder Apo’dur. Önder Apo da ilk düşünceden bugüne kadar sürekli kendini geliştiren, ayakta tutan, toplumla kendisini bütünleştiren, insanla bütünleştiren, mücadeleyi bütünleştiren, toplumun insanların sahiplenmesini sağlayan bir ideoloji temelinde bu PKK'yi kurdu, geliştirdi ve bugünlere getirdi. Şimdi 46 yıl oldu parti. Öncesi de var. 50 yılı aşkındır bir mücadele sürüyor. Bu bir kültür oluşturdu. Artık PKK demek sadece bir örgütü, siyasal partiyi ifade etmiyor. PKK bugün bir toplumsal kültür, bir toplumsal zihniyet, toplum bir parçası. Toplum da biraz PKK'lileşti. Bu nedenle toplum “PKK halktır, halk burada” diye sürekli sloganlar attı. Gerçeği de odur. PKK'yi Kürt halkından koparmak artık mümkün değil. Kürt tarihinden koparmak mümkün değil. Kürt kültüründen koparmak mümkün değil. PKK'nin bu düzeyde yaşaması, bütün saldırılara rağmen güçlü biçimde var olması bunun sonucudur. Hatta şunu bile söyleyebiliriz. PKK şu anda görülen somut gücünün ötesinde bir güçtür.
PKK'ye yönelik saldırılar eğer sonuç alamıyorsa, PKK’nin göründüğünden daha fazla büyük bir güç olmasındandır. Köklerini toplumun derinliklerine salmış bir harekettir. Bu bakımdan PKK şurada darbe vurmakla, burada darbe vurmakla bir sonuç alamaz.
PKK her zaman güçlendi, güçleniyor, daha da güçlenecek. PKK dediğimizde Önder Apo'nun düşüncesinin örgütlü halidir. Önder Apo'nun düşüncesi artık bugünü değil, geleceği belirleyecek bir düşüncedir. Onun örgütlü biçimi olan PKK'de gelecekte etkisini sürdürecektir. Asya Ali gibi, Rojger Hêlîn gibi militanları var. Onların yarattığı değerler, ölçüler var. Zindan direnişi var, kadın hareketi var. Önderlik dedi PKK aynı zamanda bir kadın partisidir. Burada sıralamayacağımız değerler üzerinde şekillenen bir partidir. Bu bakımdan PKK'yi şu bu saldırılarla yok etmek, ortağın kaldırmak, hayalciliktir. Bu yüzden PKK gerçeği daha fazla araştırılması, incelenmesi gereken bir gerçektir.
PKK artık bizden öte bir gerçek haline gelmiştir. Bunu görmek gerekiyor. Eğer PKK bizden işte maddi varlıklardan, somut gerçeklerden ibaret olsaydı, PKK bu kadar saldırı altında ayakta kalamazdı. PKK'yı ayakta tutan bir ruhu var. O işte dediğim somut varlığından, maddi varlığından öte olan güç PKK'yı ayakta tutuyor. Bizi sürekli mücadeleci kılıyor ve mücadele ederek sürekli sonuç alıyoruz. Bu böyle olacaktır. Bunun herhangi bir saldırıyla, şununla bununla engellemesi mümkün değil. Bu temelde Önder Apo'yu böyle bir parti ortaya çıkardığı için bir daha minnetle, saygıyla selamlıyorum. Yine PKK'yı bugünlere getiren tüm şehitlerimizi de minnetle, saygıyla anıyorum. PKK onların anısına bağlı kalarak mücadele edecek, mutlaka onların özlemlerini gerçekleştirecektir.