İsrail ve Hamas arasındaki çatışma süreci dünyanın gündemindeyken, araştırmacı yazar Stéphanie Latte Abdallah, silahlı çatışmanın ardındaki ekolojik sorunlara dikkat çekiyor. Kolonizasyon ile çevre yıkımı arasındaki bağı, Filistinlilerin toprakları ve üzerinde yaşayan varlıklarla "simbiyotik ilişkisini" hatırlatıyor. Onların da aynı kaderi paylaşarak, silinme ve yok olma ile mücadele ettiğini belirtiyor.
Stéphanie Latte Abdallah, politik antropolog ve tarihçi, Fransa-CNRS'de (CéSor-EHESS) araştırma direktörüdür. Yakın zamanda Bayard Yayın Evi’nde "La toile carcérale, une histoire de l’enfermement en Palestine" (Hapishane Ağları: Filistin'de Hapis Tarihi) adlı kitabını yayınladı.
Stéphanie Latte Abdallah Ekolojik bir Medya olan Reporterre’in sorularını yanıtladı.
Gazze ve Batı Şeria'daki durumu nasıl analiz ediyorsunuz?
Hamas'ın saldırısı ve sonuçları dinamikleri uzatıyor, ancak şiddet patlamasında tarihi bir kırılma noktası oldu. 7 Ekim'den bu yana, Filistinlilerin üzerindeki kuşatma daha da yoğunlaştı. İsrail, onları kısa ve orta vadede her türlü geçim kaynağından mahrum bırakıyor, yaşamsal malzemeler üzerinden de büyük bir saldırı başlatıyor. Gazze'de artık suya, elektriğe veya yiyeceğe erişim yok. Fırınlar ve pazarlar bombalanıyor. Balıkçılar artık denize erişemiyor. Tarım altyapıları, depolama yerleri, kümes hayvanları çiftlikleri sistematik olarak yıkılıyor.
Batı Şeria'da da Filistinliler, zaten birkaç yıldır ama şimdi daha yoğun bir şekilde bir kuşatma altında. Yiyecek mahsulleri yok ediliyor, zeytin ağaçları kesiliyor, topraklar çalınıyor. Yerleşim yerlerine yapılan baskınlar iki katına çıkarıldı. Bu koloniyal saldırılar Filistinli nüfusu, özellikle izole bölgelerde yaşayan bedevi nüfusunu yerinden etmek için, utanmazca artırıldı. Kolonyal fenomenin derinleşmesine tanık oluyoruz. Bazıları bundan yeni bir Nakba [Arapça "felaket" anlamına gelir. Bu terim, 1948'de Filistinli nüfusun zorla sürgün edilmesine atıfta bulunur] olarak bahsediyor. Gazze'de 1,7 milyondan fazla yerinden edilmiş insan var. Peki bunlar nereye gidecek?
Gazze son on yedi yılda altı savaş gördü, ancak bugün yaşananlar, yıkımların boyutu, ölü sayısı ve şok etkisi açısından benzersiz. Hamas'ı yok etmeyi başaramadıkları için -ki bana göre bu imkansız- İsrail, sivil nüfusa karşı total bir savaş yürütüyor. Toprağı yakma politikası uyguluyor, Gazze Şehri'ni yerle bir ediyor, hastaneleri bombalıyor, tüm bir halkı aşağılayıp terörize ediyor. Bu strateji, bugün savaş kabinesi üyesi ve bakan olan Gadi Eizenkot tarafından 2006'da teorize edildi ve bu da "Dahiya doktrini" olarak adlandırıldı. (Beyrut'un güney banliyösüne atfen bu böyle adlandırıldı.) Bu doktrin, sivil ve askeri hedefler arasında ayrım yapmıyor ve kullanılan kuvvetin orantılılığı ilkesini bilinçli olarak görmezden geliyor. Amaç tüm altyapıları yok etmek, yeterince güçlü bir psikolojik şok yaratmak ve nüfusu Hamas'a karşı döndürmek. Bu durum da bizi şiddet döngüsüne hapseder.
Son çalışmalarınız Filistinli ekolojik girişimlere odaklanıyor. Silahların öfkesi karşısında, onlardan pek bahsedilmiyor. Ancak bunların önemli olduğunu açıklıyorsunuz. Bunlar nelerdir?
Filistin, politik ve ekolojik yeniliklerin bir kaynağıdır, sosyal yaratıcılığın bir yeridir. Son yıllarda, Oslo Anlaşmalarıyla ilgili müzakerelerin başarısızlığı ve silahlı mücadelenin başarısızlığı sonrasında, üçüncü bir yol belirmiştir. 2000'lerin başından itibaren, sivil toplum inisiyatifi yeniden aldı. Birçok köyde, yerleşimcilerin yağmacılığına veya kaynaklara erişime karşı haftalık yürüyüşler ve gösteriler düzenleniyor. Daha yakın zamanda, direniş ekonomisi olarak adlandırılan alternatif bir ekonomi geliştirildi, bu bazen komünal çiftlikler şeklinde oluşuyor bazen de kooperatiflerin yeniden canlandırılması yöntemiyle.
Buradaki en büyük amaç, neoliberalizmden, işgalden ve uluslararası yardıma bağımlılıktan kurtularak toplumu yeniden inşa etmektir. Ziraat mühendisleri, entelektüeller, çiftçiler, kadın çiftçiler, dernekler ve sol sendikalar bu yeni direniş biçiminde, kurumsal politikanın dışında bir araya geldi. Genç bir nesil, öncüleri takip etti. İsrail kolonizasyonuna karşı ulusal ve devlet çözümlerinden ziyade, vatandaş ve yerel düzeyde eylemleri teşvik etmek söz konusu oldu. Buradaki temel hedef ve paradigma, özerklik kazanmak ve alttan, yani direk olarak halktan gelen bir egemenlik biçimine ulaşmaktır. Topraklar yeniden ekime açıldı, agroekolojik çiftlikler kuruldu yerel tohum bankaları oluşturuldu, üreticiler ve tüketiciler arasında doğrudan alış veriş modelleri kuruldu. Burada bir "Yeşil intifada"dan bahsediliyor.
Her şey bir farkındalıkla başladı. Filistin toprakları, İsrail ekonomisi için tutsak bir pazardır. Üretim çok az. 1975 ile 2014 arasında, tarım ve sanayi sektörlerinin Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYİH) içindeki payı yarı yarıya azaldı. Batı Şeria'da tüketilen ürünlerin yüzde 65'i İsrail'den gelmekte ve Gazze'de bu oran daha da yüksek. 1995'teki Oslo Anlaşmalarından bu yana, Filistin tarım üretimi GSYİH'nin yüzde 13'ünden yüzde 6'sına düştü.
Bu yeni eylemler aynı zamanda direniş tarihinin bir parçasıdır: İlk İntifada (1987-1993) sırasında, İsrail ürünleri ve vergilerine boykot, kitlesel grevler ve özellikle tarım etrafında öz yönetimli alternatif bir ekonominin kurulması merkeziydi. O dönemde, "zafer bahçeleri" adı verilen topluluk bahçeleri oluşturulmuştu. Bu ayaklanma, başlangıçta bir ekonomik savaş olarak tasarlanmıştı ve daha sonra Batı Şeria ve Gazze Şeridi'nin tamamen işgal altında olması nedeniyle ele geçirilen kaynakları geri almayı amaçlamıştı.
Filistin Ekolojisini nasıl tanımlarsınız?
Bu, direnişten ayrılmayan ve hatta daha da ötesi, varoluşsal bir ekolojidir. Toprağa geri dönüş, mücadelenin bir parçasıdır. Bu, onu korumanın ve dolayısıyla tamamen yok olmasını önlemenin ve var olmaya devam etmesinin tek yoludur. Batı Şeria'da, araziler üç ya da on yıl (tapudaki detaylara göre) işlenmezse, bu arazi, 1976'da İsrail yetkilileri tarafından yeniden güncellenen eski bir Osmanlı yasasına göre İsrail devletinin kontrolüne geçebilir. Dolayısıyla, Filistinler için tarımı sürdürmek ve artırmak, yeniden çiftçi olmak, yerleşimi sınırlamak elzemdir. Aynı zamanda, hem iklimsel, hem de politik nedenlerle daha ekolojik üretim yöntemlerine geçiş yapma ihtiyacı da var. Gübreler ve kimyasal ürünler, İsrail üzerinden uluslararası şirketler tarafından sağlanıyor, bu ürünler pahalı ve toprakları yavaş yavaş verimsiz hale getiriyor. Dolayısıyla, başka bir şey icat etmek gerekiyor.
Filistinliler, atalardan kalan bilgilere dayalı, yerel ve yağmur suyuna dayalı tarıma geri dönüyorlar. Bunun yanında yeni bilgileri de gözardı etmiyorlar. Su kıtlığı, halkı sulama yapmadan ve eski, dayanıklı tohumları kullanarak bu yöntemi geliştirmeye itiyor. Aşırı üretken yeşil devrim ile tütün, çilek ve avokado gibi tek ürünlü (monokültür) ve ihracata yönelik tarım Filistin ekonomisini zayıflatmıştır. Bu yöntem, işgal ve İsrail otoritelerinin dış sınırları kontrol etmesi ve istedikleri zaman kapatmaları ile uyumlu değildir. Ayrıca, Batı Şeria'da duruma bağlı olarak işletilen yaklaşık 600 iç kontrol noktası vardır ve bunlar "bölgesel hücreler" oluşturmak için ordu tarafından adlandırılmıştır. Böylece, bölünmüş bölgelerde hayatta kalmayı öğrenmek, ablukalarla yüzleşmeye hazır olmak ve sınırlı alanlarda öz yeterliliği geliştirmek gerekiyor. Filistin manzarasının derinliği neredeyse kalmamıştır.
Gazze'de, böyle adlandırılmasa da, döngüsel bir ekonominin başladığını görebiliriz. Bu, zorlukların üstesinden gelme ve yaratıcılığın bir karışımıdır. Yıkılan binalardan malzemeleri geri dönüştürmek gerekiyor, çünkü bölgeye girebilecek çok az malzeme var. Bir girişimci, çöpleri malzeme olarak kullanmanın bir yolunu buldu. Eski inşaat yöntemleri, toprak veya kum, bölge ve iklim için daha uygun görünüyor. Yenilikçi tarımsal üretim yöntemleri, hidroponik veya dikey tarım da kullanılıyor. Çünkü toprak yetersiz ve kirli. Gazze'de, özellikle hastanelerin bazı faaliyetlerini sürdürebilmeleri için az miktarda sağlanan elektriğin yerini alan jeneratörlerin yanı sıra, pek çok güneş paneli de kuruldu.
Şu anda "Ekosid"den bahsedilebilir mi?
Kesinlikle. Birçok Filistinli şimdi bu terimi kullanıyor ve İsrail tarafından doğal kaynakların (toprak, su kaynakları...) ele geçirilmesiyle çevresel eşitsizlik kavramını öne sürüyor. Bu, çevreye yapılan tahribatı ve siyasi anlamını bütün olarak anlamamıza yardımcı oluyor. Ayrıca, şu ana kadar uyarılarımıza rağmen bununla pek ilgilenmeyen İsrail ekolojist hareketini kınamamıza olanak tanıyor. Gazze'de, sınır bölgelerine Filistinlilerin saklanmalarını engellemek için uçaklarla pestisitler serpiliyor. Zeytinlikler ve portakal bahçeleri tampon bölgeler oluşturmak için söküldü. Her yerde, savaşın toksikliği ve fosfor içeren bazı bombalar da dahil olmak üzere bomba yağmurları tarafından topraklar kirletildi. Batı Şeria'da, İsrail otoriteleri ve özel aktörler bazı çevresel rahatsızlıkları dışa vuruyor. Hebron'da, bir elektronik atık çöplüğü oluşturuldu. Tulkarem'de, aşırı toksik olduğu düşünülen bir kimya fabrikası Duvar'ın diğer tarafına taşındı ve çevresindeki Filistinli sakinleri, arazileri ve çiftlikleri ciddi şekilde kirletti.
İşgal altındaki toprakların sakinleri ve çevreleri -bitkiler, ağaçlar, manzara ve onu oluşturan türler - benzer şekilde saldırıya uğruyor ve hedef alınıyor. Halk ve çevresi benzer bir tip saldırı altındadır. Bazıları için, kaderlerinin ortak olduğu ve bu nedenle bir şekilde birlikte direnmeleri gerektiği açıktır. Bu, Amerikalı feminist filozof] Donna Haraway'in düşüncesine yankı veren "çok türlü direnişler" olarak adlandırdığım şeydir. Filistinliler ile çevreleri arasında derin bir ilişki var. Var olma için aynı korku. Aynı silinme tehdidi. Bu, bazı insanların konuşmalarında çok belirgindir. İnsanlar kadar diğer canlılar için de bir hayatta kalma mücadelesi var, daha da acil bir ekolojik gereklilik. İşte bu nedenle, Filistin'de varoluşsal bir ekolojizmden bahsediyorum.
Bugün, bu ekolojik girişimler tehdit altında mı? Bu ekolojik ivme, savaş tarafından kırılabilir mi?
Total bir savaşta var olmak elbette zor ama henüz nasıl sonuçlanacağını bilmiyoruz. Bir yandan, zihinlerin yeniden silahlanması, İsrail kolonlarının saldırılarının hızlanması ve Batı Şeria'daki Filistinli toplulukların kendilerini nasıl savunacaklarını düşünmeleriyle karşı karşıyayız. Öte yandan, bu girişimler Filistinliler için bir zorunluluktur. Haziran ayında yaptığım son seyahatte bunu gözlemledim, gerçek bir heves var, önemli bir dinamik var. Bunlar, tam bir distopya içinde yaşamaya çalışan ütopyalardır.