İmralı Cezaevi’nde Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın Sekretaryası olarak İmralı'da 9 ay 10 gün kalan Nasrullah Kuran ile Yeni Özgür Polika gazetesinin gerçekleştirdiği söyleşinin ikinci bölümünde güncel siyaseti değerlendirdi. Seçim süreci ve sonuçlarını cezaevinden nasıl değerlendirdiklerini anlatan Kuran, Erdoğan’ın yeniden seçilmesinin Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan üzerindeki tecrit politikasını pekiştirici bir rol oynayacağını kaydetti.
İçeriden Türkiye’yi nasıl yorumluyorsunuz? Türk devlet aygıtı AKP iktidarıyla nasıl bir biçime evrildi?
Her şeyden önce ‘Türk tipi başkanlık’ sistemiyle birlikte Türkiye’de bir seçim değişikliğinin meydana geldiğini ve iflas eden Avrupa odaklı Kemalist Türklük ideolojisinin yerine İslam elbisesi giydirilmiş Avrasyacı bir Türklük ideolojisinin ikame edildiği bir Türkiye görüyoruz. Dikkat çekici olan, Avrasya’ya açılımda Türk etnik kökene ve Müslümanlığa dayanma politikasının önce Alman İmparatorluğu tarafından 1. Dünya Savaşı’nda ve sonrasında Hitler Almanyası döneminde, 2. Dünya Savaşı’nda pratiğe dökülmüş olmasıdır. 1. Dünya Savaşı’nda Osmanlı bunun uygulama gücü haline getirilirken, 2. Dünya Savaşı’nda Osmanlı bakiyesi Sovyetler’e karşı benzer operasyonların merkez üssü haline getirilmişti. Avrasya politikası, ABD hegemonyasının tesisi sonrasında da Sovyetler’i istikrarsızlaştırma stratejisinin bir aparatı olarak TC.’nin önüne konulmuş ve Türkiye üzerinden yürütülmüştür. Tarihsel süreç incelendiğinde Avrasyacı teori Türk jeopolitiğinin bir gereği olarak ortaya konulsa da özü itibariyle Türklük ile bir ilişkisi bulunmamaktadır. Bugün AKP-MHP-Ergenekon üçlüsü Avrasyacılığı Türkiye halkına Türkçü strateji ve emperyalizm karşıtlığı gibi sunsa da tarihsel gerçekler aksini söylemekte ve hegemonik orijine işaret etmektedir.
Peki, Türk devlet aygıtı, türevin türevi denilebilecek böyle bir tekrara neden düşmekte?
Çünkü Kemalizm’in Kürt özgürlük mücadelesi karşısında çözülmesi, bir ideolojik boşluğa yol açmış ve TC buna hazırlıksız yakalanmıştır. Demokratikleşme, devlet aygıtını oluşturan iktidar tekellerinin hiçbir şekilde işine gelmediğinden itinayla devre dışı tutulmaktadır. Geriye devlet aklının en iyi bildiği şey kalıyor, o da düşman yaratma ve şeytanlaştırma politikasıdır. Kürt olgusu ve demokratik değerler düşman haline getirilerek toplum buna göre yeniden şekillendirilmek isteniyor. Dikkat ederseniz neredeyse her TV kanalında bu içerikte filmler servis edilmeye başlandı. Kötülük mutlak bir güç haline getirilerek halklar arası çelişkiler üretilmek ve körüklenmek isteniyor. Yine güya kültürel bir farklılık yaratma iddiaları var, işi simgeler üzerinden yürütüyorlar ancak bununla da sadece başı açık olanın yerini türbanlı olan alıyor, ama örgü değişmiyor. Biri aynı kadehte şarap içerken diğeri şerbet dolduruyor; fakat kadeh olduğu gibi duruyor ve modernitenin tüm unsurları kendi varlığını sürdürüyor. Kürt’e bakışları da benzer içerikte.
Komik olan nedir biliyor musunuz? Bu projenin de ABD’ye ait olmasıdır. Sayın Öcalan’ın esaret altına alınıp TC.’ye teslim edilmesiyle kıran kırana bir Kürt-Türk savaşı planlamıştı. Sayın Öcalan öngörüsüyle bunu boşa çıkardı. Şimdi ise ‘yerli ve milli’ mavalıyla mevcut iktidar aynı şeyi ısrarla kaşıyor. Devam etmesi halinde bunun bir kıvılcıma dönüşmesi ve tüm bölgeyi tutuşturması sürpriz olmasa gerek.
14-28 Mayıs tarihlerinde yapılan iki seçime dair cezaevinden tespitleriniz neler oldu?
14 ve 28 Mayıs seçim sonuçları üzerinden değerlendirme yapmak çok zor değil. Ancak görüşlerimizi seçim öncesinde açık bir şekilde kaleme döktüğümüzden bunun rahatlığıyla şunu söyleyebiliriz: AKP-MHP ve Ergenekon ittifakı seçim sürecini bir operasyon düzeyinde ele aldı ve buna göre çoklu stratejiler temelinde hazırlandı. Her bir muhalefet unsuruna yönelik özgün taktikler geliştirdi. Buna rağmen tamamen başarılı olacağından kendisi de emin değildi. İşlerini muhalefetin ciddiyetsizliği ve yüzeyselliği kolaylaştırdı. Esasına gelirsek muhalefetin ne oranda gerçek bir muhalefet olduğunu tartışmak zorunda kalırız. İktidarın ‘Millet İttifakı’nın güçlü-alternatif bir aday çıkarmasını engelleme yönünde yargıyı da kullanarak İmamoğlu’nu denklem dışına itmesi, elde ettiği ilk başarıydı. Kılıçdaroğlu kişi olarak iyi bir insan olabilir, fakat siyasal liderlik pozisyonunu Recep Tayyip Erdoğan karşısında yırtıcı ve istikrarlı bir karakterde yürüyebilme becerisine sahip değildir. Kürt ve Alevi oluşu, verili ayrışmış Türkiye zemininde onun için bir dezavantajdı ve başta tırnak içerisindeki ‘ittifakı’ İyi Parti içerisinde ona karşı güçlü bir itiraz vardı. İmamoğlu da kişi olarak liderlik vasıfları taşımıyordu, fakat Karadenizli oluşu ve devletin bir kanadınca destekleniyor olması ona avantaj yaratıyordu.
Millet İttifakı alternatif demokratik bir ittifak olmaktan çok, bir sağ ittifaktı ve CHP’nin varlığı bunu değiştirmiyordu. Orta yerde AKP-MHP-Ergenekon’un oluşturduğu ve faşizmle kendini kanıtlamış bir sağ blok dururken asli olan karşısında taklit olanı kim tercih edecekti ki? Bu soru fazla irdelenmedi, devlet eliyle yürütülen ideolojik örgütlenme çalışmaları fazlasıyla küçümsendi ve Türkiye’de faşizmin kitlesel bir karakter kazandığı gerçeği ısrarla görmezden gelindi. Yerine daha yumuşak bir ifade olan milliyetçilik, merkez sağ kavramları etrafında yapılan bir tartışma tercih edildi. Bu da seçimlere ‘Millet’ ve ‘Cumhur’ ittifakları arasında geçen ‘sağcılık yarışı’ biçiminde yansıdı. İyi Parti’nin Millet İttifakı’nı istediği an çatlatacak bir Truva Atı olduğu gerçeğinin Akşener’in masayı devirme ve üç gün sonra dönem pratiğiyle somutlaşıncaya kadar kavranılamamış olması başlı başına yaşanan körlüğün ya da tiyatral oyunun açık bir göstergesidir. Muharrem İnce, Sinan Oğan, Ümit Özdağ gibi isimler iktidar stratejisinin araya serpiştirdiği ara taşlar rolünü üstlendiler.
Cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci tura göre planlayan iktidar bunu başarmakla kalmadı. Yarattığı atmosfere ikinci turda Millet İttifakı’nı dahil ederek CHP’lilerin de Kürtlerin değerlerine küfretme yarışına katılmasını sağladı. Kürt, demokrat ve sol kimlik sahibi insanlara açıktan ‘Birbirimizden farkımız yok’ mesajı verildi. HDP’nin kapatılma sınırına çekilmesi, Yeşil Sol Parti (YSP) tercihinin son anlara bırakılması, operasyon ve baskıların yoğunlaştırılması, Kurdistan’da legal siyaset yönetiminin tabanlar ilişkilerinde yaşanan zayıflama, örgütçü kadroların tutuklanması vb. durumların hepsi sorunlu bir duruma işaret ediyordu. İktidar tüm bunları kullanarak legal siyaseti daraltılmış bir alana sıkıştırmayı esas aldı ve propagandasını bu çerçevede yürüttü. Emek ve Özgürlük İttifakı pratiğinde TİP kendini neyle teorize ederse etsin sonuçta iktidarın seçim stratejisi oyununun ya da operasyonunun alanı içerisinde kalmıştır.
Nihai anlamda belirtmek gerekirse bu manzara hiçbir şekilde bizi ‘Bu işi ilk turda bitirelim’ iddiasına götürmüyordu; sahadaki hiçbir veri bunu yansıtmıyordu. Hal böyleyken tercihin bu yönde oluşmuş olması elbette ki bizler açısından merak konusu olmayı sürdürmektedir. Bizim bildiğimiz Apocu akıl, elmaları bir sepette toplamaz. Bütün bunlarla birlikte seçimlerin Türkiye ve Kurdistan açısından görünür hale getirdiği ve değerlendirilmeyi bekleyen önemli hususlar var.
Nedir bu hususlar? Seçimlerden sizin çıkardığınız sonuçlar nelerdir? Ve bu noktada üçüncü yol nasıl bir önem kazanıyor?
Birincisi; iktidarda yaşanan yozlaşma, çürüme ve çözülme topluma da yansımıştır. Türkiye’de faşizm küçümsenmeyecek düzeyde kitleselleşmiştir. İktidarın açık yalan ve saptırma tutumlarının özü bilindiği halde bu kesim tercihini örgütlü yalandan yana kullanmıştır. Bunu söz konusu kesimlerin cehaletiyle açıklamak doğru değildir; ideolojik bir tercih yapılmıştır. ‘Türkiye toplumu muhafazakardır’ temelinde uzun zamandır geliştirilen algı operasyonlarıyla sosyal demokrat, demokratik sol ve demokratik siyaset neredeyse tümden sağa çekilmiştir. Bu durum, alternatifsiz kalan toplumun kaçış yollarına başvurarak faşizme kanalize olmasına yol açmaktadır. Bu nedenle üçüncü yol seçeneği, Kürtlerden çok Türkiye halkı için acil bir ihtiyaca dönüşmüş durumdadır. Kaçış teorisine sarılmak yerine direnişi örgütlemek dışında demokratik güçler açısından bir seçenek kalmamıştır.
İkincisi; iktidar yapılanması ideoloji ve örgütlenmeyi devlet aygıtı eliyle de olsa ciddiyet ve kararlılıkla yürütmüştür. Deme ki Saray ya da Beştepe’de oturanlar sadece zevk ve sefaya dalmamışlar, işlerini ciddiye almışlar ve kazanmak için siyasi stratejinin tüm parametrelerini işler hale getirmişlerdir. Kanımızca alay edip mizah konusu yapmak yerine ciddiyetle bu çalışma disiplinini ve ısrarı, en haklı konumda bulunan öznelerin kendilerine yedirmeleri gerekiyor. Çünkü bu çalışmayla iktidar kendini hem mecliste hem de cumhurbaşkanlığında yeniden ikame ettiği gibi legal Kürt siyasetinin her koşulda mecliste anahtar parti haline gelme misyonunu geriletmiştir. Gerçeği olduğu gibi görüp tanımlamak doğru strateji oluşturmanın öncülüdür.
Üçüncüsü; Evet, tarihsel bir fırsat daha kaçırılmıştır. Ancak Kürt halk gerçeği yozlaşma ve çürümenin dal budak saldığı bir zeminde ahlaki ve politik toplum olma karakterini bütün asaletiyle bir kez daha sergilenmiştir. Birinci ve ikinci turda değerlerine yöneltilen tüm saldırılara ve hakaretlere karşın göğsüne taş basarak da olsa örgütlü iradesine sahip çıkmayı ihmal etmemiş, varlık gösterdiği coğrafyayı yine kendi tercihi olan renge büründürmesini bilmiştir. Saldırıların her açıdan zirveleştiği bir zamanda Kurdistan’da gösterilen bu irade de bir ideolojikleşmenin sonucudur ve seçimin de Türk iktidar ideolojisiyle Kürt özgürlük ideolojisi arasında geçtiğinin altını çizmektedir. Bu sebeple Kürtler açısından ortada bir yenilgi yoktur. Kürtler, Türkiye’nin demokratikleşmesi mücadelesinde rollerini azami derece oynamış ve etkilerini tekrardan göstermiştir. Kürt halk gerçekliği bu koşullarda ve bu tarzda ahlaki ve politik toplum olma iradesini sergileyebiliyorsa bu bize umudun da yaşamın da canlı bir organizma halinde var olmayan, direnç üretmeye devam ettiğini gösterir. Umutsuzluk ve çabaları büyütmemek için bir neden yoktur.
HÜDA-PAR’ın sahneye sürülmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Evvela bu konunun, “Halkımız tanıyor, hiçbir karşılık üretemezler” tarzında ele alınması kolaycılığını bir tarafa bırakmalıyız. Çokça bilinen bir deyim vardır: “Siyaset boşluk kabul etmez.” Bu savaş da dahil hayatın her alanı için geçerlidir. Hayat boşluk kabul etmiyor, bunun içindir ki boşluğun meydana geldiği bir yerde kısa süre sonra bir alternatifin doğduğunu ya da hamle halindeki başkaları tarafından doldurulduğunu görürsünüz. 90’lı yıllarda savaşın tüm acımasızlığına rağmen özgürlükçü irade büyük oranda yayılmış ve otoritesini kabul ettirmişti. Zamanın ruhu denen olgu buna göre şekillenmişti. Sahada sadece gerilla değil, milis örgütlenmesi ve her yerelde halk komiteleri bulunuyordu. Halk örgütlülüğü daha direkt ve derindi. Güncelde ise teknolojinin katkısıyla topyekün savaş stratejisi en azami tarzda her alanda yayılmış durumda. Tüm özgürlükçü güçlerin yoğun imha, kuşatma ve baskı alına alındığı koşullarda hepimiz çok iyi biliriz ki hazırlık düzeyiniz ne olursa olsun mutlaka bazı alanlarda boşluklar oluşacaktır. Ulusal kurtuluş mücadelelerini incelediğinizde bunun sayısız örnekleriyle karşılaşırsınız. Sömürgeci güç daime bunu bir fırsata dönüştürmek ister ve bunun için yöntemler geliştirir. NATO merkezli geliştirilen ‘halk merkezli kontrgerilla’ stratejisi de bu amaçla var edilmiştir. Cumartesi Anneleri’ne karşı ‘Diyarbakır Anneleri’nin sahneye konulması bu doğrultudadır ve tarlanızın başkaları tarafından sürülmesi işlevini görür.
Hizbulkontra 90’larda JİTEM merkezli bir vurucu güç olarak öne sürüldüğünde Hamas benzeri bir rol oynaması mümkün değildi. Çünkü Hamas örgütlenmesini başlangıçta yoksul halka ücretsiz sağlık hizmeti gibi sosyal etkinlikler yoluyla sağladı. Ayrıca Özgürlük Hareketi’nin sahadaki varlığı, Hizbulkontra’ya oynatılmak istenen rolün erken deşifre edilmesine ve aksi yönde bükülmesine neden oldu. Güncelde ise devlet destekli siyasal görünüm kazanmış haliyle HÜDA-PAR’ın sahneye sürülmüş olması uzun süreli projenin raftan alınarak zaman ayarlı gündeme dayatılmasından başka bir şey değildir. Bu görünürlükle birlikte devlet desteğiyle Kürt halkını İslami milliyetçilik ağına düşürmenin pratiğine girildiği anlaşılıyor. Hatırlanacaktır, 2000’lerin başında Özgürlük Hareketi’nin kuzeyden güneye çekilmesiyle birlikte mücadelenin sonlandığını düşünen Türk devlet aygıtı, Hizbulkontra’nın gereksizleştiğine inanmış ve anında fişini çekmişti.
Özgürlük Hareketi 2010’da yeni bir hamle süreci başlatınca bu sefer devlet aygıtı Hizbulkontra’nın önde gelen liderlerini serbest bırakılarak bu araçsal yapıyı tekrardan hazırlamaya koyuldu. 2013 ve 2014’te de içeride kalan elemanlarını bir iki cezaevine topladıklarını ve devletle yapılan anlaşma çerçevesinde dışarıya hazırladıklarını biliyoruz. Son dönemlerde bunların da çıkarıldığı ve kimi devlet kurumlarına yerleştirildiklerine dair duyumlar bulunuyor. Bu nedenle basite almamak, yüzeysel yaklaşımlara girmemek önemlidir. Erdoğan zaten HÜDA-PAR’ın ‘yerli ve milli’ olduğunu vurguladı, Süleyman Soylu da nasıl bir devlet projesi olduğunu açıkladı. 2020’den bu yana yetişen yeni nesil de göz önünde bulundurulduğunda yapılması gereken Hizbulkontra-devlet ilişkilerinin yakın tarihteki pratikleşmelerinin tüm süreçleriyle ele alınıp güncelle bağı içerisinde işlenmesi ve böylece hem hafızaları tazelemek hem de hafıza oluşturmaktır. Özetle, yeni konjonktürün eski bir enstrümanı olan bu devlet uzantısı yapının varlık koşullarını ve adımlarını iyi izlemek ve her adımda teşhir edip tedbirler geliştirmek ıskalanmaması gereken bir husustur.
Erdoğan’ın yeniden seçilmesi mevcut tecrit halini nasıl etkiler?
Erdoğan’ın yeniden seçilmesi ve AKP-MHP-Ergenekon iktidarının kendisini yeniden tahkim etmiş olması, Sayın Öcalan üzerinde yürütülen mutlak tecrit politikası açısından elbette pekiştirici bir rol oynayacaktır. Çünkü seçimler, Sayın Öcalan şahsında esasta özgür Kürt varlığının bütünlüklü tecridi ve soykırım politikalarının sürdürülmesi tartışmaları üzerinden yürütüldü. ABD ve Avrupa’nın bu konuda domine edici bir rol oynadıklarını da unutmamak lazım. Nitekim seçimler sonrası bazı Avrupa-ABD kaynaklarının AKP’nin seçimler öncesinde ABD ile anlaştığına dair değerlendirme geliştirmeleri dikkat çekicidir. Eğer bu doğruysa Sayın Öcalan’ın üzerindeki mutlak tecridin ve Özgürlük Hareketi’ne yönelik imha konseptinin sürdürülmeye devam edeceği anlamına gelir. Bu durum mevcut rejim açısından sürdürülebilir midir? Kuşkusuz TC.’nin tek başına bunu sürdürebilmesi zor, ancak ABD, AB ve bölgedeki kimi güçlerin yardımlarıyla bunu gerçekleştirme ısrarında olacağını tahmin etmek güç değil.
Dolayısıyla Sayın Öcalan üzerindeki mutlak tecridi ortadan kaldıracak tek öğe, özgürlük mücadelesinin güçlü ve yeni bir ivme yaratması ve bu ivmeyi yükseltmesidir. Bunun dışındaki beklentiye dayalı arayışlar, gerçek dışı ve aldanmaya dönük sonuçlar üretmekten başka bir işe yaramayacaktır. Nihayetinde politikanın veya politikayı uygulamanın ana kuralı şudur: Asla çaresiz kalmayın. Kimseden beklenti içine girmeyin. Belirlediğiniz hedeften imkansız hale gelmedikçe vazgeçmeyin. Özeti özgüce dayanmaktır; neyi yapmayı ve başarmayı hedefliyorsak onu özgücümüzle gerçekleştireceğiz. Sayın Öcalan da politikanın diğer ustaları da bunu söyler ve bunu eylerler.
Bir yandan Kemalist ve milliyetçi bir blok diğer yandan da dinci, gerici ve gittikçe otoriterleşen iktidar bloku var. Bunların karşısında ise Öcalan bir ‘üçüncü yol’a işaret ediyor. Son gelişmeleri göz önüne alındığında üçüncü yol siyaseti sizce yeterince anlaşıldı mı?
Sorunun kendisi yanıtını da içinde taşıyor aslında. Meselenin üçüncü yolun anlaşılmamasında düğümlendiğine inananlardan olmadığımı belirtmek durumundayım. Bunu açık tartışmak lazım. Üçüncü yol nedir? Demokratik modernite paradigmasının kendisidir, bunun legal siyasete uyarlanmasıdır. Bu kadar basit. İster sömürgeleştirilmiş bir ulusun üyesi, ister metropollerde emeğini satarak geçinen bir işçi, ister toprağı işleyerek üreten bir köylü, ister ana dilinde eğitim göremeyen bir öğrenci ya da işsiz genç ol; Xwebûn olmak, yani kendin olmak, kendine ait özkimliğinle herhangi bir dış müdahaleye, başkalaşıma maruz kalmadan özgür ve özerk yaşama istiyor musun? İşte üçüncü yol budur.
Sayın Öcalan’ın savunmalarını incelemeyenler, paradigmanın siyasal strateji ve taktik alanda neyi ifade ettiğini pekala bilmeyebilirler. Bu gayet normaldir, ama bu kurumlarda öncülük misyonu taşımayanlar, özetle sıradan insanlar için geçerli bir normalliktir. Ama hem kurumlarımızda yer alacaksın, siyasal temsil alanında pozisyon kazanacaksın hem de paradigma üzerinde yoğunlaşmayacak ve bunu o alana uyarlamayı kendine dert edinmeyeceksin! Buna anlamama değil, ‘oralı olmama’ denir. Öncelikle bu türden siyasal kimliğe aykırı duruşları, sıradanlaşmayı normalleştiren tutumları reddetmek gerekiyor.
Neoliberal anlayış yaşamı pasifize ederek, insanları yalnızlaştırarak, sıradanlaştırarak hegemonyasını geliştirir. Bu sayede sıradanlık statükonun en büyük besleyeni haline gelir. Bunun panzehiri alternatif olma özelliği taşıyan üçüncü yoldur. Üçüncü yol, özgürlük ve özerklik ilişkisinin doğru temelde, yani demokratik temelde kurulması anlamına gelir. Legal siyasetin parlamentodaki varlık sebebi tam da bu ilişkiyi pratikleştirme amaçlıdır. Özgürlük, demokrasi ve eşitlik ilkelerinde ortaklaşan siyasetin, sistem pratiklerinden farklılığını her yönüyle ortaya koyması ve bir farkındalık yaratması amacını güder. Buradaki gaye, sistem politikalarına tabii olmak ve benzeşmek değil, o politikaları demokrasiye duyarlı hale getirmek ve demokratikleştirmektir. Bu nedenle olguları ele alış, davranış ve yaşam tarzınıza kadar her alanda bir farklılık yaratmak durumundasınız. Ancak bunu pratikleştirebildiğinizde bir karşılık yaratırsınız.
Bu çeşitten konular gündeme geldiğinde Türkiye’de muhalefet genelde iktidara Lula gibi liderlerin mütevazılığını, tahsis edilen araç yerine bisiklet kullanmalarını, maaşlarının bir kısmını almamalarını vb. öne çıkarır. Ancak her ne hikmetse bunu kendine uyarlamayı hiçbiri akıl etmez, hep karşısındakinden talep eder! Basitleştirerek anlatırsak, gerçek bir üçüncü yol temsilcisi olan bir vekil, Türkiye’nin neresine giderse gitsin otelde kalmaya ihtiyaç duyar mı? Duymaz. Rastgele bir kapıyı çalıp kendini tanıtsa insanlarımız hiçbir otelin kendisine sunmayacağı konforu ve değeri sunar. Değer ve önemsenme ilişkisinin tüm halklarda karşılığı çok güçlüdür. Böyle bir ilişki, o evi üçüncü yolun kalesi haline getirir. Savaşlar bile günümüzde karşı tarafın maneviyatını kırmaya odaklı geliştiriliyor. Üçüncü yolun ve yolcuların görevi ise bu maneviyatı büyütmek, bunun bağını oluşturup yaymaktır. Kendini yasama göreviyle sınırlamak statükonun biçtiği bir roldür. Üçüncü yol adına siyaset yapmak, bu rolün ve koşullu tercihlerin dışına çıkabilmektir. Ahlaki ve politik toplumun legal siyaset alanındaki temsili öncelikle böyle bir ‘bilme halini’ gerektiriyor.
Apocu akıl üçüncü yol olgusuyla çok basit bir şekilde şunu söylüyor: Sana yaşam hakkı tanımayan güçler çatışmasında herhangi bir tarafa kuyruk ya da vagon olmak zorunda değilsin; bunun yerine kendi birliğini yarat, kendini güç haline getir, başkalarının tasarrufunda bulunan yaşamını kendi eline al ve kendini alternatif haline getir! Bunu anlamak çok mu zor? Aslında zor değil. Zor olan bu çerçevede kendini eğitip bilinçlendirmektir; zor olan emek ve inançla özgür yaşam yolunda yürümesini bilmektir. Bu doğrultuda temel ölçülerin oluşturulması ve herkes için geçerli kılınması gerekiyor.
Parlamento siyasal temsilin kendini görünür hale getirdiği yerdir; asli değil geçici ikametgahtır. Üçüncü yolun asli ikametgahı ise sokaklardır, mahallelerdir, evlerdir. Siyaset buralarda yapılır ve amacı da halkın sorunlarına çözüm üretmektir. Parti binaları bunun için bir adres görevi görürler, ancak üyeleri sokakta, mahallede ve evlerde çalışma yürütürler. Bu yönüyle üçüncü yol, kaybettirilmek istenen topluma ve halka yeniden dönüş yoludur. Gerisi ise, “İsteyen yolunu, istemeyen gerekçesini bulur” özdeyişinde olduğu gibi sizin neyi tercih edeceğine kalmıştır.
BİTTİ