30 yıllık tutsak Almakça: Halkımıza borçluyuz
Türk cezaevlerindeki 30 yıllık tutsaklıktan sonra tahliye edilen Sadık Almakça, “Hala kendimizi halkımıza borçlu hissediyoruz. Yaşadığımız sürece bu borcu ödemeye çalışıyoruz” dedi.
Türk cezaevlerindeki 30 yıllık tutsaklıktan sonra tahliye edilen Sadık Almakça, “Hala kendimizi halkımıza borçlu hissediyoruz. Yaşadığımız sürece bu borcu ödemeye çalışıyoruz” dedi.
Kendisi gibi yüzlerce insanın 30 yıl cezaevinde tutulduğunu ve bugünlere bir biçimde kendisini taşıyabildiğini belirten Sadık Almakça, şunun altını çizdi: “Bu, güçlü bir irade, bağlılık ve bilinçle gerçekleşiyor. İçerisinde eğitimi, komünal tarzı, güçlü sevgi ve saygısı, güven dolu sıkı bağları olan bir yaşam tarzı. 30 yıllık zamanı, bu yaşam tarzıyla alt etmeye çalıştık. Bu yaşam tarzı, direniş ruhunu canlı tutar; insanın savrulmasına izin vermez. Bunlar olmazsa insan orada rahat bir biçimde düşebilir, gerileyebilir, cezaevinin istediği tip haline gelebilir.”
Bir insan 30 yıl nasıl zindanda kalabilir? Hangi irade, umut veya düşünce 30 yıl boyunca sizi ayakta tutabilir? Dile kolay, 30 yıl… Malatya, Antep, Bursa, Elbistan, Kırıkkale, Balıkesir ve en son Kayseri’deki cezaevlerinde 30 yıl tutulan Sadık Almakça, 1971’de Maraş’ın Pazarcık ilçesinin Tilkiler köyünde dünyaya geldi. Kurdistan Özgürlük Mücadelesi ile 1990’lı yıllarda tanıştı. Almakça, mücadelesini, paradigmal değişimdeki zorlukları nasıl aştıklarını, dışarıdaki kazanımların içeriye etkilerini anlattı.
Kurdistan Özgürlük Mücadelesi ile nasıl tanıştınız?
Kürt Özgürlük Hareketi’nden önce çeşitli sol görüşlü örgütlerle ilişkilerim oldu fakat militan veya üye olma biçiminde değildi. Tanışma ekseninde de kimi tartışmalar yapıyorduk. Sonrasında Özgürlük Hareketi’yle tanıştım. Tanışmam, beni farklı bir dünyaya taşıdı gibi oldu, çünkü ilk kez orada Kürtlük ve Kurdistan devrimciliği ekseninde farklı fikirler edinmeye başladım. Sonra da ağır ağır düşünceler olgunlaşmaya başlayınca saflarına katıldım.
Zindan süreci nasıl başladı?
Üç arkadaş, 1992’de yakalandık. Bizi Malatya Cezaevi’ne götürdüler. Böylece zindan süreci başladı. Zindana giriş bizim açımızdan ilkti fakat 1980’lerden bu yana orada güçlü bir direniş ortaya çıkmıştı. Özgürlük Hareketi’ne mensup tutsakların orada oluşturmuş olduğu bir yaşam tarzı vardı. Biz de o 1980 kadrosunun bize bıraktığı miras üzerinde kendi yaşamımızı idame ettirmeye çalıştık. 30 yıl gibi bir zaman dilimi, kendim 30 yıl cezaevi yattım. Benim gibi yüzlerce, binlerce insan 30 yıl yattı.
Yani gerçekten yattınız mı?
Hiç yatmadım, demiş olayım size. Orada evinizde olduğu gibi rahat bir biçimde yatmak kalkmak şu bu yok.
Türk devlet görevlileri mi istemiyordu?
Hayır, bizim zaten şöyle bir durumumuz vardı; saat 07.00’ye çeyrek kala hep birlikte kalkardık. Bu saat kesin kalkma saatidir ve herkes olduğu gibi kalkmalıdır. Hasta olan arkadaşlar hariç. Ondan sonra kahvaltı ve sayım gelir, saat 08.00 civarında sayıma otururuz. Sayım geçtikten sonra da günlük faaliyetlerimizi yürütmeye çalışırdık. Dolayısıyla bizim orada istediğimiz gibi davranma ve istediğimiz gibi bol bol yatma gibi bir durum olmazdı. Orada inanın ki zaman bile bulamazsınız çoğu şeylere. Bazen kendi kendinize eğitiminizi yaparsınız. Kimi yazımsal çalışmalar yürütürsünüz. Sosyal etkinliklerde bulunursunuz. Kimi başka ilişkiler kurulmaya çalışılır. Dolayısıyla orada kurulan yaşam tarzı insana boş zaman bırakmıyor. Fazlasıyla zamana ihtiyaç duyulan insan haline geliyorlar. Zaman bizim için aranan bir şey olmuştu. Genelde zaman cezaevinde geçmez diye düşünülür ama öyle değil. Bizim için zaman su gibi akardı. Dediğim gibi günlük zaman bizim için yetmez olurdu.
Biraz daha oradaki yaşam tarzını anlatır mısınız?
Cezaevi alanı, planlı ve örgütlü bir yaşam tarzına sahiptir. Öyle bir yaşam kurulmuş ki orada 30 yılı rahat bir biçimde geçirebiliyorsunuz. Son derece örgütlü ve planlı bir yaşamdır. İçerisinde eğitimi, komünal tarzı, güçlü sevgi ve saygısı, güven dolu sıkı bağları olan bir yaşam tarzı. 30 yıllık zamanı, bu yaşam tarzıyla alt etmeye çalıştık. Bu yaşam tarzı, direniş ruhunu canlı tutar; insanın savrulmasına izin vermez. Bilge’nin “biz düşmanı yaşam tarzımızla yeniyoruz” belirlemesi bunun içindir. Biz cezaevini yaşamadık; cezaevi bizi yaşadı. Elbette 30 yıl kalmak, az bir zaman değil. Neredeyse insan ömrünün yarısına tekabül ediyor. Bir davanın içindesin; ulvi amaçların ve ideallerin var. Bu çerçevede yol gidiyorsun.
Bu yol pek çok meşakkati de barındırmıyor mu?
Tabii sonuçta yola çıkarken bu işin ölümü, işkencesi, aç ve susuz kalması, yıllarca tutsak kalması da var. Bütün bunlar sana eşlik eder. Yola giderken tümüyle bir biçimde karşılaşırsın. Dava için bunlara değer. Benim gibi yüzlerce, binlerce insan 30 yıl cezaevinde yattı ve bu günlere rahat bir biçimde kendisini taşıyabildi. Bu, güçlü bir irade, bağlılık ve bilinçle gerçekleşiyor. Bunlar olmazsa insan orada rahat bir biçimde düşebilir, gerileyebilir, cezaevinin istediği tip haline gelebilir. Bizde öyle olmadı, olmayız da.
Siz 1992’de cezaevine girdiniz ve tutsakken serhildanlardan ateşkeslere, Kürt Halk ÖNderi Abdullah Öcalan’ın esaretinden paradigma değişimine kadar birçok şey yaşandı. Bunların zindanlarda nasıl karşılandığını paylaşabilir misiniz?
Dışarda kitlesel anlamda bir hareketlilik olduğunda bize olduğu gibi sirayet ediyordu. Bir gösteri olduğunda, hele geniş çaplı bir gösteriyse bu, bizi fazlasıyla olumlu anlamda etkiliyordu. Moral ve coşku veriyordu. Birbirini takip eden, peşi sıra serhildanlar gerçekleşirdi. Onun için de arkadaşlar her daim moralliydi, coşkuluydu.
1999 süreci biraz farklı bir süreçti. Kürt Halk Önderi’nin Türk devletine teslim edildiği bir süreçti. Kürtler açısından, PKK açısından hiç de duymak istemeyeceğimiz, hiç de görmek istemeyeceğimiz bir süreçti. Tutsaklar fazlasıyla olumsuz yönde etkilendi. İnsanları düşünsel ve ruhsal anlamda çok karamsar bir sürece sürükledi. Her şeye rağmen bağlılık ve inanç çok güçlü olduğu için “bir biçimde Bilge bu işin üstesinden gelebilir” veya “Özgürlük Hareketi kendisini yeniden güçlendirebilir, toparlayabilir” bilinci vardı. Esir düşmesiyle birlikte daha çok ilk etapta verdiğimiz tepki, açlık grevleri biçiminde oldu. Süresiz açlık grevleri biçiminde sürdü, sonra ölüm oruçlarına dönüştü. Bunun içinde Bursa Cezaevi’nden ben de vardım.
Bir süre geçtikten sonra Bilge’nin yapmış olduğu değerlendirmeler oldu, televizyonda gösterildi. Demokratik çözüm yollarına başvurdu. Bu, bizde bu sefer daha farklı bir duygu uyandırmaya başladı. Bağlı olduğumuz için hemen olduğu gibi düşüncelerini benimsedik. O minvalde biz de kendimizi yeni sürece adapte etmeye başladık. Elbette bu süreç içerisinde farklı anlayıp savrulan insanlar da oldu ama sonuçta bütün cezaevleri olduğu gibi Bilge’nin çizgisinde yürüdü. İnsanlar tekrar o moral motivasyon düzeyine ulaştı.
Özgürlük Hareketi, kendisini yenileyen bir harekettir. Tarzı, stratejisi, siyaseti, Önderliği bu konuda hiçbir zaman için kaybettirecek bir pozisyon içinde olmaz, olamaz da.
İçerideki tartışmalar nasıldı, yani o geçiş süreci zor muydu?
Paradigma değişikliği insanlarda farklı algılar oluşturmaya başladı. O sürece kadar demokratik konfederalizmin ne olduğunu çoğu insan bilemiyordu. Sarsıntının oluşması Bilge’ye güvensizlik manasında değil, bu konfederalizmin ne olduğundan kaynaklıydı. Dolayısıyla tutsaklar hızla konfederalizmin, demokratik cumhuriyetin, demokratik özerkliğin ne olduğunu araştırmaya başladı. Hem tarihi kitaplardan hem de güncel uygulamalarıyla araştırdıkça, bilinç sahibi oldukça Bilge’yi daha fazla iyi anlamaya başladılar ve kendilerini yeni paradigmaya uyarlı hale getirmeye başladılar. Eski lugatlarımızı, eski fikirlerimizi ağır ağır bir yere koyduk. Sürece kendimizi adapte etmeye başladık. Tabii bu kolay olmadı. Şimdi bakın en zor değişimlerden biri zihinsel değişimlerdir. Kolay gerçekleşmez bunlar. Bir düşünceye önce inandınız mı, ona bağlandınız mı, gerçekten ondan kolay kolay kurtulamazsınız. Kurtulmak isterseniz bile gerçekten aklınızın bir köşesinde kalır, bunu bir tarafa atamazsınız. Bizde her ne kadar yeni sürece adapte olma durumu geliştiyse de uzun yıllar boyunca o eski düşüncenin kendisi zihnimizde, ruhumuzda bir biçimde devam etti. Biz de inandık ve kendimizi ona adapte etmeye çalıştık.
Mutlaka siz de ’30 yıllık tutsaklığa değdi mi’ sorusuna maruz kalmışsınız…
Maalesef cezaevinden çıktıktan sonra birçok insan bunu söyledi. Kötü bir şey yapmadım. Sonuçta bir dava vardı; ülkenin ve halkın özgürlüğü söz konusu. Bunun için yola çıktım ve bunun için ölünmesi gerekiyorsa ölürüm. Nihayetinde bu dava uğruna on binlerce yaşamını yitiren insan oldu. Benim 30 yıl cezaevinde kalmam çok bir şey ifade etmiyor. Bundan daha kutsal bir şey ne olabilir ki? On binlerce insan yaşamını yitirdi. Bilakis biz hala kendimizi halkımıza borçlu hissediyoruz. Yaşadığımız sürece bu borcu ödemeye çalışıyoruz. 30 yıl değil, ömrümün tümü gitse de gam değil!
Zindanda dışarısı nasıl takip edilir?
Tutsaklar, her ne kadar kendilerini cezaevinin eğitsel, politik çalışmalarına verseler de bir o kadar da siyasi gelişmeleri yakından takip eder. Herhangi bir operasyon olduğunda ya da Türkiye’de herhangi bir siyasi olay olduğunda çok yakından takip ederler. Belli periyotlarda eğitsel tartışmaların yanında siyasi tartışmalar da yapılır. Bu arada Newroz’u da yakinen takip ediyorduk her zaman. Katılım ne kadardır, iyi midir yoksa az mıdır? Halktaki coşku moral düzeyi nedir? Bunu hep yakından takip etmeye çalışırdık. Bir ara hatırlıyorum, sanırım çözüm süreciydi, Amed’de bir buçuk milyon insan toplanmıştı. Kimileri daha fazla olduğunu söylüyordu. Bu bizde öyle bir ruhsal dalgalanma, neşe, sevinç, moral, heyecan yarattı ki, tarifi imkansız! Özgürlük Hareketi’nin dışarıda en ufak bir kazanımı bile cezaevinde otomatikman yansımasını bulur.
Son olarak içinde bulunduğumuz süreçle ilgili neler söylemek istersiniz?
Şimdi tarihsel bir süreçteyiz. Gerçekten de kavşak noktada. Kürtlerin artık kaybedecek hiçbir zamanı yok. Eğer bu süreç Kürtler açısından kaybedilirse bir daha ne Kürt sorununun çözümü ne de kendisiyle ilgili olumlu bir gelişme yaşanır. Onun için her Kürt, sürece çok daha fazlasıyla aktif bir biçimde katılmalı. Hiçbir Kürt ferdi, bu sürecin dışında kalmamalı.