30 yıllık tutsak Mete: Konu Önderlik oldu mu zindanda hayat durur

30 yıllık tutsaklık ardından tahliye olan Selahattin Mete, zindanda en çok zorlandıkları dönemin Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın esir alındığı Uluslararası Komplo süreci olduğunu belirterek, “Konu Önderlik oldu mu zindanda hayat durur” dedi.

Türkiye zindanlarında 30 yıl tutsak kaldıktan sonra tahliye olan Selahattin Mete ile yaşamı, zindan direnişi, PKK’lilerin diğer örgütlerden farkı, uluslararası komplo ve 14 Temmuz’a ilişkin konuştuk.


Öncelikle sizi tanıyalım. Selahattin Mete kimdir? Nerelidir? Nerede doğdu?

1968 yılında Nusaybin’de doğdum. Stilili köyünde. Ape Musa’nın mezarının şu an olduğu köyde doğdum ve orada büyüdüm. Uzun bir süre köydeydim. Askere gidene kadar köyde kaldım. Askere gidene kadar şehir ile ilişkim olmamıştı. Köydeyken arkadaşlarla ilişkiye geçmek istiyordum ancak ilişkiye geçemedik. İstanbul’da askere gidince arkadaşlarla ilişkilendim.

Yani köydeyken Özgürlük Hareketi’ni tanıyor muydunuz? Nasıl tanıyordunuz?

Özgürlük Hareketi’ni tanıyorduk. 80 öncesi de biliyorduk. O zaman bizim taraflarda KUK, Kawa, DDKD ve Apocular vardı. Kendilerini öyle tanımlıyorlardı. Köyde de güçlüydüler. İlişkileri, çalışmaları vardı. Kürt ve Kurdistan kavramlarını o dönem tanıdım. Biraz anlamaya başladım.

O dönem KUK, Kawa, DDKD ve Apocular arasında hangi farklar vardı? Bu örgütler arasında nasıl bir fark buluyordunuz?

Yani en büyük fark, ki o dönem çok farkında değildim ve fakat gördüğümüz ve anlatılanlara göre söyledikleri ve yaptıklarıydı. Apoculardan bahsedildiğinde “Eylemcidirler. Söylediklerinin arkasında dururlar. Ve yerine getirirler” deniliyordu. Yani pratikte sözlerini, iddialarını yerine getiriyorlar, temsil ediyorlar. Toplumdaki bir birey gibi yaşıyorlar. Elbiselerinden tutun, yedikleri içtikleri, hal hareketleri ile toplumun içinde bir sempati uyandırmışlardı. Seviliyorlardı. Emek hareketi olarak tanınıyorlardı. Diğerlerinden farkları buydu. O kadar açık, net idi. Her zaman halk içindeydiler. Halkın sorunlarını dinliyorlardı, nasıl çözeceklerini anlatıyorlardı. Ne istediklerini çok saf, duru, açık bir dille açıklayıp toplumu ikna ediyorlardı. O şekilde tanıdık, ilişkilenmemiz oluştu.

ZİNDAN DİRENİŞİ APOCULARIN DURUŞUNU İSPATLADI

Darbe sonrası bildiğimiz gibi tüm Kurdistanlı örgütler, Türkiye sol örgütleri büyük bir operasyona maruz kalarak tutuklandılar. Ondan sonra ilişkilenemedik. Askerlik sürecine kadar ilişkilenemedik. Ama halk içinde her zaman Apocuların teslim olmadığı, direndiği söylenirdi. Zaten zindan direnişi de daha çok Apocuların duruşunu ispatladı. Toplum da Apocular ile diğerleri arasındaki farkın ne kadar fazla olduğunu gördü. 12 Eylül sonrası diğer Kürt örgütlerinin Kürtler içindeki varlığı kalmamıştı. Görünmüyordu. Sadece Apocular vardı. Bu nedenle halk içinde Apoculara karşı büyük bir saygı vardı. Bizim de bu şekilde Hareketi tanıma imkanımız oldu, ilişkilenme durumumuz oldu. 15 Ağustos sonrası ilişkilenemedik. Arkadaşlar dağda vardı ama dağ ile ilişkilenemiyorduk. Ne zaman ki askere gittim, orada arkadaşlarla ilişkilendim.

ASKERDEN FİRAR EDİP GERİLLAYA KATILIR

Ne zaman askere gittiniz?

1988 yılının sonlarında askere gittim. İstanbul’da askerdim. Zaten firar ettim. İstanbul’da çalışmada olan arkadaşlarla ilişkilendikten sonra firar ettim. Orada çalışmalara katıldım. Daha sonra kendi isteğim ve dayatmam sonucu arkadaşlar beni gerillaya yolladı. 1990 yılının başlarıydı, gerillaya katılmıştım.

Gerillada hangi alanlarda kaldınız?

Ben daha çok Gabar alanında kaldım. Cûdî bölgesinde kaldım. Baş3ur’da kaldım. 4. Kongre zamanında Başur’daydık. Ondan sonra Cûdî ve Gabar’a dönüp orda kaldık. Besta’da kaldım. Yaklaşık bir buçuk yıl bu bölgelerde kaldım.

Zindan sürecinize gelelim. Hangi yıl nasıl tutuklandınız?

1992 yılı Mart ayında tutuklandım. Doğrusu benim şehre gelme yönünde bir isteğim yoktu. Ancak daha önce şehirde kaldığım, İstanbul’da bulunduğum için şehir çalışmalarını biraz olsun biliyordum ve ihtiyaç da vardı diye arkadaşlar “seni şehre göndermek istiyoruz” dediler. Heftanîn’de üç ay şehir çalışmaları eğitimi aldık. Ardından İzmir’e geldim. 9 Mart 1992’de İzmir Kemeraltı’nda ya takip edildik ya da ajan vardı; tam netleştiremedik. Ben ve bir arkadaş Kemneraltı’nda yakalandık. O arkadaş da akademiden gelmişti, Parti kadrosuydu. İzmir’de yakalandık.

30 yıl zindanda kaldınız. Hangi zindanlarda kaldınız?

İlk yakalandığımızda bizi eski Buca zindanına götürdüler. Eski Buca’da koğuş sistemi vardı. Büyük koğuşlardı. Başta Aydın olmak üzere başka zindanlarda sağlık sorunu olan arkadaşları İzmir’e yolluyorlardı. Hatta sağlık sorunları bitse de Buca’da kalıyorlardı. Bir yıl Buca’da kaldım. 1993 yılı Nisan ayına kadar Buca’dan Aydın’a sürgün edildik. Yaklaşık 15 arkadaştık. Açlık grevindeydik, oradan bizi Aydın’a sürgün ettiler. 10 yıl Aydın’da kaldım. 2003 yılı sonlarına kadar Aydın zindanında kaldım. Orada iken F tipleri açıldı. Türk soluna yönelik operasyon yapıldıktan sonra bizi de oradan alıp F tipine götürdüler. F tipi zaten tecrit yeriydi. Yani o amaçla inşa edilmişlerdi.
Komünal yaşamımızı ve eğitimimizi engellemek ve zindanda inşa ettiğimiz sistemi dağıtmak için, komünal yaşam sistemini ortadan kaldırmak, dağıtmak istiyorlardı. İnsanda bireycilik duygusunu öne çıkarmak, ilişkilerde ben anlayışını geliştirmek istiyorlardı. Yaşamdan, gündemden düşürmek istiyorlardı. 13 yıl F tipinde kaldım. Buca Kırıklar F Tipi zindanında kaldım. Tüm yaklaşımları, girişimleri, politikaları ile bizi örgütten ve onun gündeminden uzak tutmak istiyorlardı. Tüm girişimleri bunun üzerine kuruluydu.

Daha sonra nereye sürgün edildiniz?

2016’da 15 Temmuz sonrası çok fazla tutuklu olduğunu ve yer ihtiyacı olduğunu söyleyip yaklaşık 40 arkadaşı oradan Ödemiş zindanına sürgün ettiler. Ödemiş T Tipi idi, yeni açılmıştı ve bizi oraya sürgün ettiler. Ödemiş’ten üç yıl sonra 2019’da beni ve 4 arkadaşı Şakran Aliağa’ya sürgün ettiler. Ben, heval Agit, heval Murat Türk ve heval Erdoğan ile beraber biz dört arkadaşı Ödemiş’ten Şakran’a sürgün ettiler. Zaten Şakran kampüstü.  T-1, T-2, T-3, T-4 var. Her birimizi birine yerleştirdiler. Orada bile birlikte kalmamıza izin vermediler. Orada da tecrit ettiler. Tahliye olana kadar Şakran T-2’deydim.

Tekrar 90’lı yıllara dönelim. Halk arasında 90’lı yıllar serhildan yılları olarak biliniyor. O Serhildanların etkisi zindanda nasıl oluyordu? Ya da sizlerin serhildanlarla ilgili değerlendirmeleriniz nasıldı?

Buca’dan Aydın’a gittiğimiz zaman dilimine kadar zindanda olduğumuzu düşünmüyorduk. Zindan dışarısı ile birleşmişti. İnsanlarımız her gün tutuklanıyordu, yurtseverler tutuklanıyordu. İçerde olanlar bırakılıyordu. Tutuklular açısından çok hareketli bir yerdi. Aydın’a gittiğimizde orada sistemimiz oturmuştu. Komün sistemi oturmuştu. Tüm arkadaşlar hükümlüydü ve 12 Eylül sonrası tutsak düşen arkadaşlardı. Yani eski arkadaşlardı, ana davadan arkadaşlardı. Kuşkusuz orada bir ağırlık vardı. Ancak yine de o dışarının atmosferi, Serhildan atmosferi, halkın eylemliliği, ki halk kendisi eylemlerin içindeydi, o birebir içerinin ilişkilerine etki ediyordu, içerdeki örgüte etki ediyordu, zindandaki arkadaşların psikolojisine de etki ediyordu. Çok pozitif bir etki ediyordu.
F tipine gelene kadar etkisi devam ediyordu. F tipine geldiğimizde anladım ki zindandayım. F tipine gelince toplum ile ilişkilerimiz koptu. Çok ağır bir tecrit uyguluyorlardı. Yan tarafımızda oda yoktu. Görüşe gelen kişiler sınırlandırılmıştı. Birinci derece akrabalardan öte kimse görüşe gelemiyordu. Kimseyle görüşemiyordun. Aile yönünde de çok ağır bir tecrit vardı.

DEVRİMCİLERİ AMAÇLARINDAN VAZGEÇİRMEK İÇİN F TİPLERİ İNŞA EDİLDİ

F Tipi'nde kaç yıl kaldınız? F Tipi'nde günlük yaşam nasıldı?

13 yıl F Tipi'nde kaldım. F Tipi'nde bir odada üç kişi kalıyor. Üç kişiden fazla kimse kabul edilmiyor. Bazen iki kişi de kalıyordu. Yani sistemi şöyle inşa etmişler: F Tipi sistemini Batı’dan almışlar. Araştırmalar yapılmış. İrlanda ve diğer ülkelerde devrimcilerin nasıl amaçlarından vazgeçirildiği; inançları, iradeleri nasıl kırıldığı üzerine gerçekten Türk sistemi, Türk iktidarı çok derin araştırmalar yapmıştı. Zaten bunun üzerine F Tipi sistemi Türkiye’de inşa edildi. Oturtuldu ve geliştirildi. Orada üç kişiden fazla bir araya gelemiyordu.
Her şey onların kontrolü ve denetimi altında oluyordu. Spor, sohbet ve avukat için odadan çıkılabiliyor. Bu çıkışlar da onların denetiminde oluyordu. Çok ağır bir denetim uygulanıyordu. Orada asıl amaç, senin başka arkadaşlarla paylaşım yapmanı engellemekti. Komünal açıdan, maddi yönüyle sen herhangi bir paylaşım yapamıyorsun.

DEVRİMCİLİK KOMÜN İLE TANINIYOR

Komünün olmasını engellemelerinin nedeni neydi? Komünün anlamı sizin için neydi?

Komün bizim için örgüttü, komün bizim için mücadeleydi. Bir insanın komünü yoksa, komünsüzse, komün bilinci yoksa, duruşu yoksa; o insan devrimcilik yapamaz. Devrimcilik komün ile tanınıyor. Tarihe baktığımızda, tüm devrim tarihinde, nerede bir devrimci mücadele başlamış ve başarıya ulaşmışsa komünü olmuştur. Toplum da bu komünlerle inşa edilmiş, geliştirilmiştir. Bizim yaklaşımımız ve bakış açımıza göre de komün yaşamdır bizim için. Ortak bir yaşamdı, manevi bir yaşamdı, ahlaki bir yaşamdı, paylaşımcı bir yaşamdı.
Bunun ötesinde var olan yaşamı kabul etmiyorduk. Bunu da sistem, düşman, egemen sistem kendisi için en büyük tehlike olarak görüyordu. Biz biliyoruz ki kapitalizm felsefesinde benmerkezciliği, bencilliği merkezinde barındırır. Bireyciliği geliştirmek istiyor. Yanı sıra toplumcu, ortaklaşmacı, komünal bir yaşamı kabul etmiyor. Sevmiyor. Kendisi için tehlike olarak görüyor. Bu nedenle bugün bile saldırılarının temelinde bu felsefe yatıyor. Komünal felsefemizin olmasından dolayı saldırıyor.
Rojava’ya baktığımızda orada komünal bir yaşam var. İnşa edilmiş. Rojava’ya yönelik sistem saldırıları, uluslararası güçlerin, hegemonik güçlerin saldırısı, bölgesel güçlerin saldırına bakalım ve onların Başûr ile ilişkilerine bakalım. Komünal yaşam ve bireyci yaşam örneklerini buradan insan çok kolay verebilir. Rojava onların sistemine karşıdır. Toplumsal ve komünal bir yaşam var. Başûr’daki yaşam ve sistem bireycidir ve egemenlikçidir. Bu nedenle bahsettiğimiz bu hegemonik güçler o kadar destek veriyor ve onlara yardım ediyor ve onlarla ilişkilenmesi bence bundan ötürüdür.

1999’da Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a yönelik Uluslararası Komplo gelişti. Zindanlara etkisi nasıl oldu?

Önderlik üzerindeki komplo asıl olarak 1998’de başladı. Öncesi de vardı. Ama 1998’de açıklığa kavuştu. Hiçbir zaman Önderliğin düşmanın eline geçeceğini tahmin etmiyorduk. Düşmanın onu fiziki olarak yakalaması, esir almasını hiç düşünmemiştik. Ve tahmin etmemiştik. “Mümkün değil, öylesi bir şey olmaz!” diyorduk. Konsantrasyonumuzu, psikolojimizi bunun üzerinden kurmuştuk. Konuşmalarımız, alışverişlerimiz hep bunun üstüneydi ve mümkün değil öylesi bir şey olmazdı, diyorduk.
Doğrusu Önderliğin fiziki olarak esir düştüğünü öğrendiğimizde diyebiliriz ki çok ağır bir şok yaşadık. Her açıdan; hem psikolojik açıdan, hem örgütsel açıdan, hem de ideolojik açıdan büyük bir boşluk yaşadık zindanda. Ne yapacağımızı bilmiyorduk. Deyim yerindeyse başı kesilmiş tavuk gibi ortalıkta dolanıyorduk. Gerçekten o haldeydik. Havalandırmaya çıkıyorduk, volta atacağız ama birbirimizin yüzüne bakamıyorduk. O derece etkilenmiştik. Ne yapacağız, nasıl yapacağız gibi çok derin bir sorgulamanın içindeydik. Bu sorgulamanın neticesinde de hiçbir sonuç bulamıyorduk. En kötüsü de bir çözüm bulamıyorduk. Yani ne yapacağız, nasıl yapacağız, nasıl hareket edeceğiz bilmiyorduk.

GÜNEŞİMİZİ KARARTAMAZSINIZ EYLEMLERİ SALDIRILARI SINIRLANDIRDI

O dönem çok çetin bir direniş gelişti. Önderliğin esareti öncesinde, daha Avrupa’ya çıkış zamanında kendini ateşten çembere dönüştüren arkadaşlar vardı. “Güneşimizi karartamazsınız” sloganıyla Önderliğin etrafında ateşten bir çember oluşturdular. Asıl olarak bu hegemonik güçleri ve bölgesel güçleri sınırlandıran da bu arkadaşların duruşuydu. Bu fedailerin direnişiydi. O arkadaşların direnişi kendisiyle beraber zindan üzerinde de etkisi oldu. Manevi, ahlaki, duruş ve ideolojik açıdan bizleri etkiledi. Bu arkadaşlar o sürecin öncüsü oldular. Bugün bile konu Önderlik oldu mu zindan gerçekten her şeyini bir taraf bırakır, kendi aralarındaki sorunları, anlaşmazlıkların hepsini bir tarafa bırakır; konu Önderlik oldu mu her şey durur!
Önderliğin durumu ile ilgili duruş, tutum, yoğunlaşma ve eylemsellik her zaman olur. Tabii ki bu zindan tarihidir, sadece bu döneme ait bir yaklaşım değildir. Yani Amed Zindan Direnişine baktığımızda, uluslararası komploya karşı da duruş da o direnişin devamıdır. Sonrasında geliştirdiğimiz direnişler, kaynağını 14 Temmuz Direnişinden alır. Heval Mazlum’un eylemi, Dörtlerin eylemi… Genelde ölüm orucu tabiri kullanılır ama ben o sözcüğü kullanmak istemiyorum. Zindanda her zaman söylerdim; bu yaşam eylemidir. Ben bu eylemi, yaşam eylemi olarak ele alıyorum. Yaşamı yeniden inşa ettiler. Yaşamı yeniden ördüler.

14 TEMMUZ BİZİM İÇİN MİLATTI

Temmuz ayındayız. 14 Temmuz’u nasıl tanımlıyordunuz? Nasıl değerlendiriyordunuz? Biraz bahsedebilir misiniz?

14 Temmuz bizler için bir milattı zindanda. Ondan önce de, o gün gelmeden önce arkadaşlar 15-20 gün öncesinden hazırlık yapıyordu. O günü nasıl anacağız, onu nasıl adlandıracağız..? Değerlendirmeler, yorumlar yapılırdı. Bugün tarihimizde gerçekten de tarihi bir gündür. Kutsal bir direniştir. Onun üstüne yarışmalar düzenlenirdi. Tüm yazıların konusu da 14 Temmuz olurdu. Heval Kemal, Hayri, Ali, Akif ve bu eylemde şehit düşen arkadaşların yaşamı üzerine, direnişleri üzerine yarışmalar düzenlenirdi. O arkadaşlarla anıları olan, Amed zindanında onlarla kalan arkadaşlar vardı yanımızda.
Aydın zindanına gelmişlerdi, onlarla kalıyorduk. Onlar bahsediyordu, anılarını bizimle paylaşıyordu. O eylem nasıl gelişti, nasıl örgütlendirildi, mahkemede nasıl fırsat bulup mahkeme heyetine “biz açlık grevine giriyoruz” diyebildiler, amaçları neydi, hedefleri neydi... O günü bir sorgulama günü olarak ele alıyorduk. Ona ne kadar layığız, o direnişe ne kadar layığız, o arkadaşların direnişine ne kadar sahip çıkıyoruz? Yaşamımızda, ilişkilerimizde o arkadaşları ne kadar temsil ediyoruz, onlara cevap olabiliyoruz? 14 Temmuz bizler için anma günü olduğu kadar sorgulama günüydü. Çıktığım güne kadar 14 Temmuz’u bu şekilde karşılıyor ve adlandırıyorduk. Biz kendimizi sorgulamadan geçirip sürece ne kadar cevap olabiliriz diye düşünüyorduk.