İmralı’da 9 ay 10 gün

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile 9 ay boyunca birlikte kalan tutsak Nasrullah Kuran, İmralı günlerini anlattı.

Türk cezaevlerinde 30 yılı aşkın süredir tutsak olan Nasrullah Kuran, 9 ay boyunca İmralı’da Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile birlikte kalmış ve ani bir sürgünle başka bir cezaevine sevk edilmişti. Kuran ile cezaevlerindeki dönüşüm, İmralı günlerinin ve sürgün hikayesinin bilinmeyenlerini Yeni Özgür Politika Gazetesine anlattı.

İmralı F Tipi Yüksek Güvenlikli Cezaevi'nde rehin tutulan Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan'ın Sekretaryası olarak, Şeyhmuz Poyraz, Bayram Kaymaz, Cumali Karsu, Hasbi Özdemir ve Hakkı Alpan 2009 yılında İmralı’ya sevk edildi. 2015 yılına kadar Abdullah Öcalan'ın yanında kalan bu tutsakların daha sonra üçü Tekirdağ F Tipi Hapishanesi'ne, diğerleri ise Kocaeli F Tipi Hapishanesi'ne sürgün edilince Kürt Halk Önderi  Abdullah Öcalan'ın çalışmalarında kendisine yardımcı olmak için beş yeni isim belirlendi. Mehmet Sait Yıldırım, Ömer Hayri Konar, Çetin Arkaş, Nasrullah Kuran ve Veysi Aktaş’tan oluşan yeni sekreterya 15 Mart 2015 tarihi itibarıyla İmralı'ya sevk edildi. Bu isimlerden Kuran ve Arkaş, İmralı’da 9 ay 10 gün kaldıktan sonra 26 Aralık 2015’te avukat ve ailelerine haber verilmeden Silivri Cezaevi’ne sevk edildi. İletişim haklarına dönük hukuksuz yasaklar nedeniyle avukatlarıyla ancak 11 Ocak 2016’da görüşebilen Kuran’ın mektuplaşma hakkı da iki yılı aşkın süre gasp edildi. Nasrullah Kuran ile mektup yoluyla gerçekleştirdiğimiz söyleşinin ilk bölümünde; 30 yılı aşan tutsaklık ve cezaevi koşulları, İmralı günleri, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın İmralı duvarları ardındaki yaşamı, tecrit gibi birçok konuya ilişkin soruları yanıtladı.

30 yılı aşkın süredir cezaevindesiniz. Bu süreç içinde birçok cezaevinde kaldınız. Öncelikle kısaca hikayenizi dinleyebilir miyiz?

Siirt-Eruhlu ve 9 çocuklu bir ailenin ikinci çocukları olarak 1968’de dünyaya geldim. Ailem Urfa Ceylanpınar’a yerleşmiş olduğundan Özgürlük Hareketi ile tanışmam çocukluk yıllarıma dayanıyor. Mücadeleye lisenin ilk yıllarında katılım kararı aldım. Mücadele yoldaşım ve aynı zamanda kız kardeşim olan Leyla (Zekiye) ile gerillaya katılım gösterdik. Botan ve Behdinan’da bir süre kaldıktan sonra Hatay, Çukurova ve Akdeniz hattında faaliyetlerde bulundum. 14 Nisan 1992’de Antalya’nın Alanya ilçesinde tutsak düştüm. İzmir ve Malatya DGM’de yapılan yargılamalar sonucunda müebbet hapis cezasına çarptırıldım. O günden bugüne sırasıyla Buca, Malatya, Bartın, Bursa, Kandıra F Tipi, Bolu F Tipi, Nazilli E Tipi ve İmralı Afa cezaevlerinde kaldım. İmralı’dan sürgün olduğumuzdan beri de Silivri Kapalı Cezaevi’nde tutuluyoruz.

Türkiye’de yükselen faşizm uygulamaları ilk önce cezaevlerine yansıyor. Uzun yıllardır cezaevinde kalan bir tutsak olarak 90’lı yıllardan günümüze kadar cezaevlerindeki dönüşüm ve buna karşı gelişen direnişi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Cezaevi kavramının kendisi zaten bir ‘cezalandırma’ işlevine ve bu işlevin kurumsal bir statüye kavuşturulmasına işaret eder. Gündelik dilde kullanımı sıradanlaştığından bu yönü fazla öne çıkmaz. Ancak devlet aygıtının ‘hapishane’ yerine ‘cezaevi’ kavramanı vurgulu hale getirmesi bu yönüyle asli işlevini öne çıkarmasıyla ilişkilidir ve sürekli bir cezalandırma mekanizmasına gönderme yapar. Sistem karşısında muhalif bir siyasi kimliğe sahipseniz, baskının her çeşidiyle karşılaşmanız kaçınılmazdır. Hele hele mutlak düşman ilan edilen Kürt kimliğiyle, Kürt Özgürlük Hareketi mensubu olma vasfıyla duruş kazandığınızda bu baskılar yoğunlaştığı gibi katlanarak büyüme gösterir ki zaten bu çok açık şekilde, saklama gereği duymadan yasalara yansıtılmıştır.

Kemal Pir, Mehmet Hayri Durmuş ve Mazlum Doğanların öncülüğünde yürütülen direnişlerin ve 15 Ağustos Atılımı'nın yarattığı etki ve bu etkinin sonucu oluşan bir zemin vardı. Mücadelenin kitleselleşmesi söz konusuydu. Bu koşullarda Türk devleti cezaevleri politikasını ağırlıkla iki temel yöntem üzerinden uygulamaya özen gösterdi: Türkiye metropol cezaevlerinde rehabilitasyona dayalı, görece kimi hakların tanındığı, kitap, dergi, gazete görüş vb. konularda rahat koşullar sağlanırken; Kurdistan’daki cezaevlerinde tutsaklara yönelik saldırılar hep önde tutuldu ve bu amaçla kimi cezaevleri ‘pilot’ uygulama alanlarına dönüştürüldü. Tüm yönelimlere rağmen tutsakların hemen her koğuşta komünal temelde yaşamı örgütleyip dışarıda büyüyen mücadeleyle karşılıklı etkileşim içerisine girmesi dönem açısından önemli bir kazanımdı.

95’lerden itibaren devlet aklı bunu görüp analiz ettiğinden 96’da Mehmet Ağar’ın Adalet Bakanlığı döneminde MGK kararı olarak mücadelemize karşı F tipi cezaevlerini gündeme getirdiler. Fakat savaşın gelişim seyri sebebiyle bunu pratikleştirme olanağı bulamadılar. Fakat bu bir plan olarak askıda tutuldu. Önderliğimizin esareti sonrasında 2000 yıllarının başında bu süreç Türk sol örgütlerine yönelimle önce devreye sokuldu. 2003 Ekim’ine gelindiğinde PKK tutsaklarının, bizlerin F tiplerine gönderilme süreci başlatıldı. Bu aşamaya gelinceye kadar geçen zaman, özellikle 2003 yılı ayrıca önem taşıyor.

2003 yılında neler değişti?

Çünkü bu dönemde cezaevlerinde 40-50 kişilik koğuş sisteminden 5-6 kişilik oda sistemine geçiş yaşandı. Bu bir anlamda F tiplerine hazırlık anlamına geliyordu. Ayrıca aynı yıl içerisinde 3 ayrı ilde bulunan cezaevlerinde zindan saha yönetiminde yer aldığı düşünülen arkadaşlarımızla binbaşı ve başsavcılık düzeyinde görüşmeler başlatıldı. O görüşmelerin merkezinde ‘Demokratik Cumhuriyete Katılım Yasası’ vardı ve görüşmelerin Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in bilgisi dahilinde yürütüldüğü belirtiliyordu. Fakat devlet aklı aşamalı bir planı devreye koymuş, önce Türk sol örgütleriyle bizi ayrıştırmayı amaçlamıştı. Bunu başardıktan sonra ikinci aşamaya geçtiler ve söz konusu metinde mutabakat kalınmışken kısa bir süre sonra yeni pişmanlık yasasının hemen devreye konulması ve birçok alanda yönetim gücü olduğu düşünülen arkadaşlarımızın F tiplerine sürgün edilmesi gerçekleşti. Bununla zindan bileşimimizde şok etkisi yaratıp çözülme sağlamayı hedeflediler. Bir yandan da basın aracılığıyla gerillada gruplar halinde yoğun teslimiyetlerin yaşandığını propaganda ediyorlardı. Yaratılan böylesi bir havayla içeriye psikolojik çöküntü, çaresizlik, terk edilmişlik duygusu üzerinden bireysel kaygılar pompalamak isteniyordu.

İhanetin kapısı bu yalana dayalı oluşturulan atmosferle aralanacaktı güya. Kuşkusuz bu oldukça sıkıntılı ve zorlu bir süreçti. F tipiyle giyiminizden kullanacağınız kaleme kadar her şeye kural getirilmişti, nasıl yürüyeceğinizi dahil onlar belirlemek istiyordu. 92’den 2004’e kadar almadığımız disiplin cezalarını bir yıl içerisinde defalarca kez aldık. Mesela AKP cezaevlerinde Kürtçe'nin serbestçe konuşulmasını kendisiyle başlatır ve yoğun propagandasını yapar. Oysa 2004’ten 2007’ye Bolu F Tipi’ne sürgün edilme dönemine kadar Kandıra F Tipi’nde, Tekirdap F Tipi’nde Kürtçe yasağı sebebiyle telefon hakkımızı kullanamıyorduk.

‘Diyalog süreci’ döneminde 9 ay İmralı’da kaldınız. İmralı’da yaşanan tecrit ve mutlak iletişimsizlik halini ve buna karşı Abdullah Öcalan’ın geliştirdiği tutumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Aslında bu sorunun cevabını en güzel ve kapsamlı tarzda sanatçılar, edebiyatçılar verebilir; daha doğrusu böyle bir çaba içine girmeleri gerekiyor. Bir adanın bir insanla ve bir insanın bir adayla özdeşleşmesi, anılır hale gelmesi belki bir ilk değilse de bu yoğunlukta ve derinlikte pratikleştirilmiş olması bir ilktir. Sayın Abdullah Öcalan da sonuçta bir insan evladıdır, Türk devlet aygıtının adadaki askeri ve istihbari kuşatmasına ve hakimiyetine rağmen bunlar karşısında varlık olarak çırılçıplaktır. Ancak tüm bu orantısızlığa karşın onu insanlığın en hayırlı evladı ve halkı için önder haline getiren bir güce sahiptir ki bu da düşünce ve sezgi gücüdür. Yaşamını, duygu, düşünce ve ruh dünyasını bu düzeyde halkla-insanlıkla bütünleştirmiş bir başka önderlik olmuş mudur bilmiyorum. Açıkçası peygamberler ve önderlikler tarihine dair yapmış olduğum okumaların hiçbirinde böyle bir bütünleşmeyi görmedim. Her birinde mutlaka bir veya birden çok bireysel alanla karşılaşırsınız. Sayın Öcalan’da ise tam tersidir; onda hep bir toplumun-insanlığın dile gelişiyle karşılaşırsınız. Ruh ve bilinç hep buna odaklıdır, bu nedenle hangi sorunu dile getirirseniz getirin mutlaka sizi hayretler içine düşüren sıradışı yorumlar ve önermelerle karşılaşırsınız.

Onda her şey bütünlüklü ve sistemli haldedir, bu nedenle de sürekli akış içerisindedir. Konuları ele alış tarzını incelediğinizde ise şunu görüyorsunuz: bir konuya dair olası her biçimde düşünmüştür, her bir düşünüşe dair birden çok olasılık dahilinde yanıtlar geliştirmiştir ve bunlara uygun çözümler üretmiştir. Olgular üzerine derinlikli düşünme kendisinde bir tarz haline geldiğinden stratejik dikkat, bütünleşik akıl yürütme ve zihinsel esneklik kazanmıştır. Diğer yandan Sayın Öcalan’ın Sokratesvari diyalog tarzı, bu doğrultuda oluşturduğu etkileşim onun bilinç dünyası hakkında önemli bilgiler vermektedir. Diyalog ve düşünme Sayın Öcalan’da nefes alıp vermek gibidir. Mutlak tecrit ve iletişimsizlik stratejisi tam da burada devreye girmektedir. Hegemonik güçler Sayın Öcalan’ın karakter yapısını iyi incelediklerinden onu nefessiz bırakmanın en iyi yolunun uzun süre diyalogsuz bırakılmasından, mutlak tecritten geçtiğine inanmışlardır. Sayın Öcalan bunun farkında olduğundan zihnini sürekli çalışır halde tutmaya özen göstermiş, okuduğu her kitapla adeta tartışma yürütmüş ve böylece düşünce düzeyini koruduğu gibi daha da derinleştirmişti.

Belirtmek gerekir ki Türk devlet aklı bu konuda pragmatik bir yaklaşım izlemeye de özen göstermiştir. Sayın Öcalan’ın süreçlere dair değerlendirme ve analizlerinin isabetliliği bilindiğinden adada bu yönü hep takip edilmekte ve analizleri değerlendirmeye alınmaktadır. En azından adada bulunduğumuz süreçte bir sohbette Sayın Öcalan’ın Irak ve Suriye eksenli yaptığı bir tespitin 15 gün sonra Türk devleti tarafından nasıl kendilerine uyarlanıp pratik adıma dönüştürüldüğüne yakından tanık olduk.

Bütün operasyonlara işlerlik kazandırdıkları halde Sayın Öcalan’ın düşünce gücünü kesintiye uğratamadılar, zayıflatamadılar. Mutlak tecridi ısrarla sürdürmelerinin kaynağında bu gerçeklik yatıyor. Dışarıya yansıtılacak her bir cümlenin ‘an’a müdahaleyi içeren bir yöntem üretme kabiliyetine sahip olduğunu ve anında karşılık yaratacağını biliyorlar. Özetle mutlak tecrit Sayın Öcalan’ın halklar lehine olan düşünce ve çözüm üretme yeteneğinden korkulduğu için sürdürülüyor. Öyle olmasa her tutsağa tanınan yasal hakların, telefon, aile, avukat görüşlerinin ve diğer iletişim imkanlarının Sayın Öcalan’a da olduğu gibi uygulanması gerekirdi.

İmralı’dan Silivri’ye sürgün hikayenizi de sizden dinlemek isteriz. Ne oldu o gün, neler yaşadınız?

26 Aralık 2015 akşam yemeği sonrasıydı. Çetin arkadaşla hücrelerimiz karşılıklı olduğundan önce onun kapısının açılma sesi geldi, hemen ardından bulunduğum hücrenin kapısı açıldı ve görevli ikinci müdürlerden biri bakanlıkça başka bir cezaevine sevk edileceğimize dair talimat gönderildiğini, hemen hazırlanmamız gerektiğini ve eşyalarımızın ayrıca aktarılacağını belirtti. Buna neden ihtiyaç duyulduğu yönündeki sorumuza, bilgilerinin olmadığını, sadece gelen talimatı uygulamakla sorumlu olduklarını söyleyerek yanıt verdiler. Hangi cezaevine götürüleceğimizi sorduğumuzda yanıt: ‘Bilmiyoruz’ oldu.

M. Sait Yıldırım arkadaş kalp rahatsızlığı sebebiyle gönderilmesi kararı alındığında Sayın Öcalan ve bizlerle vedalaşmasına olanak tanınmıştı. Bundan hareketle Sayın Öcalan’la görüştürülme talebinde bulunduğumuzda görüştüreceklerini söylediler. Bunun üzerine önce Sayın Öcalan ile sonra Ömer Hayri Konar, Hamili Yıldırım ve Veysi Aktaş arkadaşlarla vedalaşmayı daha doğru bulduk. Sayın Öcalan ile vedalaşmak üzere koridora çıktığımızda toplu sohbet ettiğimiz odaya götürüldük. Odaya geldiğimizde odanın diğer sol ucunda bulunan ama nereye açıldığını bilmediğimiz kapıya yönlendirildik ve oradan Sayın Öcalan’ın bulunduğu bölüme geçiş yapacağımız söylendi. Kapının eşiğine geldiğimizde o güne kadar karşılaşmadığımız bir gardiyan yoğunluğunun arka tarafı kapattığını gördük. Kapı açıldığında çıkış noktasına getirildiğimizi ve subaylardan oluşan bir ekibin bizi beklediğini gördük.

Sözün bittiği yerdi. Türk devlet aygıtı yine en iyi bildiği şeye, yalana ve komploya başvurmuştu. Ayrı ayrı ve ters kelepçelenerek zırhlı bir araca bindirildik. Hazır bekleyen tekneye zırhlı araçlarla götürüldük. Orada ters kelepçeleri çözüp düz taktılar, ancak orada da ikimizi ayrı yerlere oturttular. Ring aracına bindirilene kadar da birkaç subay bize eşlik edip aramızdaki konuşmalara kulak kesildiler. Yolculuk sonunda vardığımız yerin Silivri Kapalı Cezaevi olduğunu girişteki tabeladan öğrenmiş olduk.

Peki neden sürgün edildiniz ve neden siz ikiniz seçildiniz?

İmralı’da geçen 9 ay 10 günden sonra bizi neden sürgün ettiler ve neden ikimiz seçildik? Tekneye bindirildiğimiz ilk andan itibaren bu sorunun yanıtını anlamaya çalıştık. Resmi kanallardan herhangi bir gerekçe ortaya konulmadı. Dolaylı yoldan bir kurum yetkilisinin ‘Rahat durmuyorlardı’ tarzındaki anlamsız yaklaşımı dışında bir aktarım da yapılmadı. A. Kadir Selvi’nin bu konudaki yorum yazsını çok sonradan öğrendik ki onunda gerçeklerle yakından uzaktan bir ilgisi bulunmuyordu. Tamamen uydurma olan bu yazıda kafa karışıklığı yaratma amaçlanmıştı.

Çarpıcı olan şu ki sürgünden önceki hafta Sayın Öcalan gelişmeleri analiz ederken bir yerde, ‘Bizler de dikkatli olmalıyız, buraya da yönelebilirler’ tespitinde bulunmuştu. O sohbette olasılık dahilinde değerlendirdiği birkaç başlık daha sonradan somutluk kazandığında yine birbirimize hatırlatmıştık. Anlamlandırabildiğimiz kadarıyla olan şuydu: Sayın Öcalan’ın ‘Ortada gerçek bir çözüm süreci yoktu, çözüm süreci adı altında bir operasyon yürütüldü’ dediği süreç sonlandırılmış, istenen sonuç alınamayınca AKP-MHP-Ergenekon üçlüsü tarafından dizayn edilen devlet aygıtı yeniden tecritte karar kılmış ve daraltmayı bizlerle, 6 kişilik bileşimi 4’e indirgeyerek başlatmıştı.

İkimizin seçilmesinde hangi kıstaslar esas alındı bilemiyoruz, bu nedenle ne söylesek havada kalır. Fakat burada Ahmet Takan’ın Yeniçağ gazetesindeki 25 Ocak 2015 tarihli köşe yazısının ‘çözüm süreci’ operasyonu hazırlıklarına dair önemli bilgiler içerdiğini hatırlatmakta fayda var. Bu yazı incelendiğinde Sayın Öcalan’ın ne demek istediği daha iyi anlaşılacak ve AKP-MHP-Ergenekon iktidarının ‘Yurtta Kürtlerle savaş, cihanda Kürtlerle savaş’ konseptinin hangi dönemlerde planlandığını kavramak açısından katkı sunucu olacaktır.

Yarın: 3. Yol'un ikametgahı parlamento değil sokak