Alkan: Kürtler ancak devrimci halk savaşıyla varlığını sürdürebilir

15 Ağustos 1984 yılından bu yana PKK’nin kesintisiz bir şekilde NATO destekli işgalci Türk devletine karşı savaştığını belirten YJA Star komutanlarından Feride Alkan, Kürt halkının ancak devrimci halk savaşıyla varlığını sürdürebileceğini belirtti.

YJA Star Komuta Konseyi Üyesi Feride Alkan, 15 Ağustos Atılımı ve PKK’nin 50 yıldır kesintisiz bir şekilde sürdürdüğü mücadelenin geldiği aşamaya ilişkin ANF’ye değerlendirmelerde bulundu.

Kurdistan’da halk direnişinin ya da halk savaşının sömürgecilik tarihi kadar eski bir geçmişi olduğunu belirten Alkan, halk savaşının son 50 yılında PKK öncülüğünde stratejik bir çizgide kesintisiz bir şekilde başarıyla sürdürülüyor olsa da oldukça uzun bir geçmişe dayandığını ifade etti. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile başlayan 50 yıllık PKK sürecinde Kürt halkının geçmişle kıyaslanmayacak düzeyde bilinçli, örgütlü, planlı, daha iradeli, inançlı ve güçlü olduğunu kaydeden Alkan, şu değerlendirmelerde bulundu: “Halkımız partimiz PKK’nin çıkışından önce de hep direnmiş, hep serhıldan halinde olmuştur. Özelde de son iki yüzyılda yani 19. ve 20. yüzyıllar boyunca işgalcilere karşı sürekli mücadele etmiştir. 20. yüzyılın son çeyreğinden başlayarak şimdilerde ilk çeyreğini bitirmeye yaklaştığımız 21. yüzyılda da partimizi PKK öncülüğünde hep savaşan durumda olagelmiştir. Bu anlamda diyebiliriz ki Kürt halkı işgalcilere karşı sürekli mücadele eden halk gerçeğini temsil etmektedir. Bu günde dünyadaki en mücadeleci, direnişçi, savaşçı halk pozisyonundadır. Bunun Önderliğimiz ve dolayısıyla özgürlük mücadelemizle ilgili boyutları bilinmektedir ve hem ideolojik-felsefi olarak hem sosyal olarak hem de politik olarak PKK gerçeğinde yeniden şekillenen, zihniyet kazanan toplum olunduğu artık herkesçe kabul görmektedir. Ancak bu böyledir diye halkımız adına her şeyi kendimizle başlatmıyor, halkımızın direnişçi geleneğini, savaşçı geçmişini miras alarak Önderlik çizgisi temelinde mücadele etmeye devam ettiğimizin bilinciyle hareket ediyoruz.

Bilindiği gibi Osmanlı’nın son 100 yılında ve de TC’nin ilk 100 yılında Kürt halkı olarak büyük felaketlerle karşı karşıya kaldık. Osmanlılar dağılmalarının faturasını biz Kürtlere çıkarmaya çalıştı. Bunun için halkımıza dönük sayısız katliam yaptı. Kendi içinde bağımsızlığı ifade eden özerk Kürt mirliklerinin hepsini baskıyla, zulümle dağıttı. Kürt önderlerini, ailelerini ve onlarla hareket eden yüz binlerce Kürt'ü sürgüne gönderdi, cennet Kurdistan’dan kopararak Afrika, Asya çöllerinde ülke hasretiyle ölmeye terk etti. Onlarca kez Êzidî ve Alevi halkımızı sırf inançlarından dolayı ezdi, katliamlardan geçirdi, kız çocuklarına, kadınlarını esir alıp köle pazarlarında sattı, kutsal mabetlerini harabeye çevirdi, ibadetlerini teşhir edip karaladı. Tüm bunlar yetmezmiş gibi dağılmış ve emperyalist devletlere yenilmiş Osmanlı’nın kalıntıları üzerine kurulan Cumhuriyet Türkiyesinde de halk olarak daha büyük katliamlara maruz bırakıldık. Üstelik emperyalistlere karşı verilen ve adına kurtuluş savaşı denilen mücadeleyi biz Kürtlerin sayesinde kazandıkları halde, Çanakkale de, Sakarya’da, Anafartalar'da, İzmir’de, Gelibolu’da, Antep’te, Urfa’da, Maraş’ta savaşan ve emperyalistleri yenen Kürt askerleri, milisleri, kadınları; yani bir bütün Kürt halkı olduğu halde sanki savaşı tek başına Türk milleti ya da Türk ulusu kazanmış gibi davranıp gerçeği maniple etmek üzerinden T.C’yi inşa ettiler. Şimdi bile Çanakkale şehitliği incelenirse, can veren Kürtlerin sayısının savaştaki toplam kayıpların yarısından fazlası olduğu rahatlıkla görülecektir. Yani biz Kürtlerin kanı, canı, alın teri üzerinden kurtarılan toprakları Türk ulusuna mal ederek ve de bizleri inkar ederek dolayısıyla imhamızı ön görerek cumhuriyet Türkiyesini inşa etmeye çalıştılar. 100 yıldır da bu temelde üzerimizde soykırım siyaseti yürütüyorlar. Başka bir ifadeyle denilebilir ki cumhuriyet Türkiyesi Kürtler yeniden güç olmasın, bir araya gelemesin ve Kürt olarak Kurdistan’da yaşar hale gelmesin, böylece Türk ulusunun hamalları, hizmetçileri, köleleri olarak onlara hizmet etsinler, adları da medenileşmemiş yani cahil ya da dağlı Türkler olarak yer etsin ve kendilerine de insanlığa da böyle kabul ettirilsin diye 100 yıldır fiziki, kültürel, psikolojik soykırıma tabi tutulduk. Bir insanlık suçu olan asimilasyon cenderesine alındık.” 

CUMHURİYETİN 100. YILI BİZLER İÇİN SOYKIRIMDIR, FELAKETTİR

Turancı zihniyetle beslenen ittihatçı yapılanmanın, emperyalist devletlerin 1. Dünya Savaşı sonunda Osmanlı artıkları olarak kendilerine bıraktığı Anadolu’ya sıkışıp kalmamak için Kürtleri ve Kurdistan’ı kendilerine ekleme kararı aldıklarını söyleyen Alkan, konuşmasına şu sözlerle devam etti: “Bunu Lozan komplosuyla uluslararası güçlere de kabul ettirdiler. Lozan’a “din ve soy kardeşlerimiz Kürtlerle aynı emellere sahibiz, sizlere karşı birlikte savaştık ve Cumhuriyet Türkiyesi ortak vatanımız olacak” diyerek gittiler. Böylece Kürt halkı olarak bizleri Türk ulusunun parçası gibi gösterdiler. Gerçekte ise ittihatçı zihniyet temelinde yaklaşarak Türk ulus devlet inşasında Kürt olarak varlığımızın yok sayılmasını ve ne pahasına olursa olsun hızla Türkleştirilmemizi temel strateji olarak belirlediler. 

İttihatçı Kemalist elit ,1919’dan 1923’e kadar halkımızı yanında tutmak, emperyalist devletlere tek milletmişiz görüntüsü vermek için sistematik algı operasyonları geliştirdi, göz boyama siyasetiyle hareket etti. Ancak Lozan’da işlerini garantiye alıp cumhuriyetlerini ilan ettikten sonra 1924 anayasasıyla gerçek yüzlerini ortaya çıkarıp Türk usul devlet inşasını Kürt soykırımı üzerinden geliştirmeye başladı. Bu yüzden diyoruz ki, 100. yılına girmekte olan Türk Cumhuriyetinin biz Kürtler için anlamı soykırımdır, felaketler yüz yılıdır. Çünkü sırf Türk ulus devleti var olabilsin diye Kürt halkı olarak 100 yıldır sistematik bir şekilde hem fiziki hem de kültürel soykırımdan geçirildik, geçiriliyoruz. Bilindiği gibi daha Cumhuriyetin ilk yıllarında zamanın adalet bakanı tarafından açıkça dillendirilen Türk zihniyeti, “Türkiye Türklerindir ve Türk olmayanların tek yaşam şartı, Türk’e hizmet etmektir” şeklinde olmuştur. Bu resmi devlet ve şekillendirdiği egemen Türk ulus zihniyeti, bakış açısı, davranışları, politikalarıdır. Oysa eğer Türkiye 1. Dünya Savaşı’nın sonunda emperyalistlerce işgal edilen Anadolu-Kurdistan coğrafyasının adı ve de bu coğrafyada kurulan vatansa, bu toprakları işgalden kurtaran ve bunun için yüz binlerce şehit veren Kürtlerdir dolayısıyla adına Türkiye denilen bu topraklar Türklerden çok Kürtlerindir. 

Zira ‘kurtuluş savaşında’ vatanın (!) her karışı Kürtlerin kanıyla sulanmıştır. Aslında Anadolu-Kurdistan toprakları üzerinde Kürtler olmaksızın Türk egemenlerinin ya da Türk milletinin kazandığı hiçbir savaş da yoktur. Ne kurtuluş savaşı denilen savaş ne de Malazgirt, Çaldıran, Ridaniye, Mercidabık zaferleri Türk egemenlerine aittir. Tarih tüm bu zaferlerin Kürtlerle yapılan ittifakların ve de Kürtlerin aktif katılımının sayesinde elde edildiğini, dolayısıyla hakiki anlamlarıyla Türk’ten ziyade Kürt zaferleri olduğunu birçok belgeyle kanıtlar açıklıktadır. Şimdi de hain korucular, kendi halkına ihanet etmiş kontralar, ajanlar, işbirlikçi KDP olmaksızın Türk ordusunun -ki ordunun da büyük bölümü Kürtlerden oluşmaktadır- hiçbir yerde tek bir başarısı olamayacağını hatta Kurdistan başta olmak üzere işgal ettiği her yerdeki ömrünün birkaç ayı geçemeyeceğini anlamak isteyen herkes görebilir. Bunların hepsini neden yeniden hatırlatma gereği duyduk? Çünkü bizlere karşı geliştirilmiş bu iğrenç komploya karşı, bu büyük haksızlığa ve onursuzluk dayatmasına karşı ve de 200 yıldır Türk egemenleri eliyle bizlere yaşatılan felaketlere, 100 yıldır sistematik olarak yürütülen soykırıma karşı halk olarak direniyoruz.

1914’te Bitlis’te, 1919’da Koçgîrî’de, 1920’de Süleymaniye’de, 1925’te Muş, Erzurum, Harput, Bitlis, Çewlîk, Amed’te, 1926’ya kadar Sason’da, 1927’de Mutki’ de, 1926-1930’da Agirî’de, Zîlan’da, 1915’ten 1930’a kadar Rojhilat Kurdistanı’nda, 1937-1938’de Dersim’de, 1945-1946’da Mahabad’da, 1961’den 1975’e kadar Başûrê Kurdistan’da, 1973’ten günümüze kadar 50 yılda da Önder Abdullah Öcalan öncülüğünde dört parçaya bölünmüş bütün Kurdistan’da işgalcilerin inkar-imha siyasetine, soykırım konseptine karşı halk olarak direniyoruz. Bu anlamda denilebilir ki 200 yıldır Kurdistan’da halk savaşı vardır. Belki hem mekan olarak hem de zaman olarak kesintili ve de kopuk kopuktur ancak toplamında işgalcilere, soykırımcılara karşı durmadan yürütülen halk direnişidir, halk savaşıdır. Öncülükleriyle ilgili sorunların çıkmış olması düşmanlarımıza karşı yürüttüğümüz görkemli halk direnişi, halk savaşı gerçeğini değiştirmez. 200 yıldır durmadan savaşmak zorunda kalmak, direniş durumunda olmak sistematik olarak katliamlarla, işkencelerle, idamlarla, tutsaklıklarla, sürgünlerle, açlık ve fakirlikle mücadele halinde olmak bir halk adına asla azımsanamaz asla görmezlikten gelinemez büyük bir onurdur.

PKK İLE BİRLİKTE KÜRT HALKI YENİDEN DİRİLDİ

PKK’nin tarihsel rolü, gerçek anlamı da Kurdistan topraklarının asıl sahipleri olan Kürt halkını yenilmez bir mücadele çizgisine, her koşulda başarıyı sağlama iradesinde olan bir Önderliğe kavuşturmuş olmasındadır. Yani Önder Apo ile birlikte halkımızın Medlerden günümüze neredeyse uygarlık tarihi boyunca yaşanan öncülük sorunu çözülmüş, büyük önderliksel doğuş gerçekleşmiş ve onun belirlediği yolda halkımız özgürlük bilincinde keskinleşmiş, iradeleşmiş, birlik olmayı büyük oranda başarmış dolayısıyla işgalciler başta olmak üzere her türden gericiliğe karşı temel mücadele gücü haline gelmiştir. İşgalcilerin soykırım siyasetine karşı 500 yıldır yürüttüğü görkemli direnişin yanı sıra erkek egemen dünya gericiliğinin ortak ürünü olan DAİŞ felaketinden insanlığı kurtaran güç olmasının başka nasıl bir izahı, anlamı olabilir ki? 

Bütün bu gerçeklerden yola çıkarak diyebiliriz ki aslında değişik biçimlerde de olsa 200 yıldır Kurdistan’da işgalcilere karşı halk savaşı vardır. Ancak bunun kesintisiz olarak sürdürüldüğü ve halk savaşı stratejisine dayanarak planlı, örgütlü yürütüldüğü süreç, Önder Apo öncülüğündeki elli yıllık süreçtir. Ve önemle vurgulamalıyız ki Önderliğimizin mücadeleyi başlattığı yetmişli yıllarda özelde de Türk işgali ve sömürgeciliği altındaki Bakur parçasında Kürtlük adına hemen hemen hiçbir şey kalmamış, adeta Kürtlüğün başa bela kabul edildiği ve kültürel soykırım olan asimilasyonun neredeyse sonuç aldığı bir süreç yaşanmaktaydı. Kürtlük adına bilinç kalmadığı gibi sahiplenme cesareti de kalmamış, Kürtlüğünden olabildiğince kaçış ve bu temelde Türkleşme baskın hale gelmişti. Denilebilir ki Bakur parçasında işgalci Türk devletinin soykırım çemberindeki Kürtlük yok hükmündeydi ve gerçekten de Önder Apo çıkışı olmasaydı Kürtlüğün bittiği noktada bulunmaktaydık.

Mele Mustafa Barzani öncülüğünde 1961’den itibaren Başûr’da yürütülen mücadeleyle gelişen canlanma, büyüyen umutlar ise, ne yazık ki 1975’teki büyük yenilgi ve tasfiye nedeniyle Kürtlük hayallerini, umut kırıntılarını da yok etmiş durumdaydı. İşte tam da bu noktada büyük Önderliksel doğuş gerçekleşti ve PKK ile birlikte Kürt halkı, Kürt kadınları; yani bir bütün Kurdistan toplumu olarak yeniden dirildik, hızla mücadele edebilir hale geldik, devrimci bir iradeye kavuştuk. Böylece sömürgecilik karşısındaki halk savaşı yeniden başladı ve kesintisiz olarak elli yıldır da akıl sınırlarını zorlayan bir inançla, inatla, belki de tarihin en büyük bedelleri pahasına sürdürülmeye, zafer tutkusuyla yürütülmeye devam etmektedir. Elbette Kürtlük adına umudun, cesaretin, bilincin bırakılmadığı koşullarda PKK bir öncü grubun mücadelesi olarak başladı. Ancak PKK’yi kuranlar halkın içinden çıkan, fakir-köylü, emekçi halk çocukları olduğu için yani halktan kişiler oldukları için mücadele daha en başta halklaştı ve daha grup aşamasında halk savaşı niteliği kazandı. Hilvan Komünü ya da Sovyet’i bunu ifade eder. En baştan beri Kürt kadınlarının yaygın katılımı, her kesimden Kürt'ün katılımı bunu ifade eder."

HALKIN DESTEĞİ ÇIĞ GİBİ BÜYÜDÜ

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan öncülüğündeki PKK mücadelesinin baştan itibaren şekillenen karakterinin halk direnişi- halk savaşı karakteri olduğunun altını çizen Alkan devamla şunları belirtti: “Fakat işgalci devletin soykırımcı siyaseti ve bu temelde neredeyse her on yılda bir gerçekleştirdiği faşist darbeleri nedeniyle daha ilk yılında PKK hicrete gitmek, yani ülkeden çıkmak zorunda kaldı. Faşist darbe nedeniyle boğulmamak ve mücadeleyi sürdürebilmek için Kurdistan’dan Ortadoğu sahasına hicrete gitmek zorunda kalmak PKK öncülüğündeki halk savaşının belli bir dönem için kesintiye uğramasına neden oldu. Zira 12 Eylül faşist cunta koşullarında bütün Kurdistan işkencehane haline getirilmiş, zindan yasalarıyla yürütülmüş, yüz binler tutsak edilmiş, halk öncüleri ve örgütlü yapıları Diyarbakır 5 No’lu zindanı başta olmak üzere birçok zindanda vahşi uygulamaların cenderesine alınmıştı. Bu koşullarda halk belli düzeyde direnişini sürdürse de esas olarak korku atmosferine girmişti. Ortadoğu sahasına hicret eden Önderliğimiz ise canhıraş bir çalışmayla gerilla savaşının hazırlıklarını tamamlamaya ve bu temelde ülkeye dönmeye çalışmaktaydı.

1973’le birlikte Ankara’da Önderliğimiz öncülüğünde şekillenmeye başlayan ve 1976’da Kurdistan’a Apocu grup olarak taşınan, 1978’de de Kurdistan’ın kalbi Amed’de PKK olarak somutlaşıp hızla halk mücadelesine dönüşen özgürlük hareketimiz 1980’de gelişen faşist cuntanın araya girmesi nedeniyle kısa bir süreliğine de olsa kesintiye uğramış, hicret durumu yaşamış. Büyük zorluklar temelinde kendini toparlayarak 1982’de ülkeye dönebilmiş ve Önderliğimizin yoğun çabası neticesinde 1984’te gerilla savaşına başlamıştır. Burada belirtmek istediğimiz şey, eğer 1980 faşist cuntası olmasaydı aslında 1978 yılında gerçekleşen tarihi anlamı büyük Hilvan Komününde olduğu gibi mücadelemiz ağırlıklı olarak ovaya dayalı halk savaşı şeklinde gelişecekti ve tüm Kurdistan’a en erken zamanda yayılarak başka komünlere yol açacak giderek Kurdistan komünleri birliğine dönüşecekti. Ancak faşist cunta koşullarının yarattığı zorluklar nedeniyle önce Ortadoğu hicreti ardından da Kurdistan dağlarında gerilla savaşı biçiminde devam eden bir mücadele olarak şekillendi.

Gerilla savaşı işgal altındaki Kurdistan’da sömürgeciliğe karşı büyük bir tarihi adımı, yeniden dirilişi, soykırımcı faşist devlete karşı çok büyük bir kararlılığı, cesareti, çelikten iradeyi ifade etmektedir. Zaten bu yüzden 15 Ağustos atılımı tarihimize diriliş devrimi olarak geçti ve halkımızın yüzlerce yıllık beklentisini karşılayan büyük özlemin giderilmesini temsil etti. Bu anlamda 15 Ağustosla başlayan gerilla savaşı küllerinden kendini yeniden yaratan halkımızın öyküsünü anlatır. Halkımızın Egîd'i, efsanevi komutanımız Mahsum Korkmaz öncülüğünde Botan’da gerilla savaşını başlatan ve şanlı 15 Ağustos hamlesiyle dost düşman herkese duyuran Kurdistan kurtuluş güçleri (HRK) iki yıl içinde Kurdistan Halk Kurtuluş Ordusu (ARGK) olarak yapılandı. Böylece zorluklar ve koşullar ne olursa olsun mutlaka başaracak ruha, bilince, inanca, iradeye sahip gerilla savaşı çizgisi şekillendi. İşgalci faşist devleti şok içinde bırakan, korkuyla sarsan gerilla savaşı hızla Kurdistan dağlarına yayıldı ve çok yönlü NATO desteğine rağmen gelişimi durdurulamadı. Gerilla savaşı öncü savaştı ve halkımız onu tamamlayan, besleyen, destekleyen konumdaydı. Önder Apo öncülüğünün etkisiyle gerilla savaşımız Botan merkezli olarak hızla halklaştı ve halklaştıkça büyüdü, yayıldı. Halkımızın gerilla desteği 1990’lı yıllarla birlikte çığ gibi büyüdü. Bir anda gerilla sayısı ona katlandı. Özelde de yoğun kadın katılımları nedeniyle ARGK bambaşka bir nitelik kazandı ve 1993’le birlikte bağrından kadın ordulaşmasını doğurdu.

Kadın öncülüklü haliyle ARGK daha da gelişti ve Kurdistan’ı aşan bir etki alanına kavuştu. Halkımız Önder Apo öncülüğüne, gerilla savaş çizgisine sonsuz güven ve inançla sahip çıktı ve 1990’na bunun göstergesi olan serhıldanlarla girdi. Nusaybin, Cizre, Hezex, Kerboran serhıldanları 1991’de Vedat Aydın’ın cenazesine yüz binlerin sahiplenmesine dönüştü. Bu serhıldan ruhu 1992 Newroz’un da tüm Kurdistan şehirlerini ve Kürtlerin yaşadığı Türkiye metropollerini sardı. Önder Apo öncülüğü ve gerilla savaşı halklaşmış, halkımız her anlamda aktifleşmiş, toplumsal-siyasal alanda da örgütlenerek devrimin sanatını, dilini, kültürünü, ajitasyon propagandasını geliştirmeye başlamıştı. Zaten bilindiği gibi 1990’lı yılların sloganı “PKK halktır halk buradadır” şeklinde somutlaştı. Böylece 12 Eylül faşist cunta koşularında hicret eden ve 1984’le birlikte gerilla savaşına başlayan PKK, altı yıl içinde; yani 1990’a gelindiğinde halklaşmış ve halk savaşı niteliği kazanır duruma gelmişti. Halk savaşı karakteriyle hem gerilla on katına çıkabilmiş, kadın ordulaşması öncülüğünde daha devrimci ve özgürlükçü bir nitelik kazanarak tüm Ortadoğu’yu etkilemeye başlamış hem de serhıldanlarla halkımızın birliği, kendine güveni, işgalciler karşısındaki iradeleşmesi çok ileri düzeylere çıkmış. Siyasi parti, basın, kültür, dil örgütlenmeleriyle toplumsal yapılanma da devrimci halk ya da savaşan, kendi ülkesini ve yaşamını yeniden mücadeleyle inşa eden halk aşamasına geçilmişti. Bu süreç Kurdistan’da halk savaşında yeni bir aşamaydı ve gerçekten de devrimsel nitelikteydi.”

NATO TÜRK DEVLETİNİ YENİDEN YAPILANDIRDI

PKK ve Kürt Halk Önderi Öcalan öncülüğünde yaşanan toplumsal gelişmeye NATO’nun müdahale ettiğini ve Türk devletini yeniden yapılandırdığını vurgulayan Alkan, “NATO müdahale etti çünkü üyesi olan bir devletin PKK karşısında yenilmesini kendisinin yenilgisi gibi görüyordu. Öte yandan T.C NATO çıkarlarına göre dizayn edilmişti ve dolayısıyla ayakta kalması NATO güçleri için hayati önemdeydi. Bu yüzden NATO halk savaşımızın önüne geçmek, Önderliğimizle halkımızı, partimizle halkımızı dolayısıyla gerilla ile halkımızı birbirinden ayırmak için Türk Gladyosu olarak özel harp dairesini hareketimize karşı en aktif pozisyona getirdi. Bu amaçla sayısı on binleri geçen tetikçiyle JİTEM’i kurup Kurdistan’ı faili meçhul katliamların karanlığına boğdular. Hizbulkontra örgütüyle halkımıza kabuslar yaşattılar. Kontgerilla yapılanmasıyla Kurdistan köyleri, genel olarak kırsalı provokasyonlara, komplolara terk edildi. Halkımız koruculaşma-ajanlaşma ya da katledilme arasında tercih yapmaya mahkum edildi.

Topraklarını bırakmak istemeyenler mecburen koruculaştı ki bunların büyük kısmı teslimiyetin sonucu olarak sonradan kontralaştı. Yurtseverlikten taviz vermeden topraklarında kalmada ısrar edenler katledildi, zindanlara dolduruldu, sürekli korku altında tutuldu. Bu ikisini de kaldıramayanlar ya diktatör Saddam Hüseyin denetimindeki Irak’a, ya Avrupa’ya ya da Türkiye metropollerine göçtü, evsiz, yurtsuz kalarak sömürgecilerin ucuz iş gücü ordusunu oluşturdu. On binlerce köy yakıldı, Şırnak-Lice başta olmak üzere sayısız Kürt şehri tanklarla yıkıldı, yakıldı. Yüz binlerce insan zindanlara hapsedildi, on binlercesi JİTEM, Hizbulkontra ve diğer özel savaş yapılanmaları eliyle kaçırıldı, işkencelerle katledildi. Zaten bilindiği üzere 1991’le birlikte Kurdistan’da OHAL ilan edilerek halkımızın kontra örgütlerin insafına terk edilişi yasallaştırıldı. Zira OHAL demek resmi devlet yasaları yerine gizli devlet ya da derin devlet yasalarının uygulamaya geçirilmesi demektir ki bunun pratik karşılığı JİTEM, Hizbulkontra, korucu, kontgerilla, MİT gibi yapıların istediğini istediği şekilde yapabilmesi ve yaptıklarının sorgulanamaz, yargılanamaz statüsünde devlet güvencesine alınmasıdır.

İşte tüm bu özel savaş politikalarından dolayı halkımız ile gerilla arasına 1991’den başlayarak büyük duvarlar örüldü. Buna denizi kurutarak balığı yaşayamaz hale getirme konsepti diyorlardı. Deniz olan halk yok edilerek balık olan gerilla imha edilecekti güya. Öyle ya halk desteği olmadan gerilla varlığını sürdüremezdi. Yani büyüyemez, kendini tamamlayamaz, lojistiğini çıkaramaz, istihbaratını alamaz ve böylece inisiyatif oluşturamazdı. Faşist Türk devleti üyesi olduğu ve çıkarlarına hizmet ettiği NATO’nun desteğiyle denizi kurutmak dediği halkımızı yok etmek için insanlık dışı her tür uygulamaya başvurdu. Halkımıza tarihin en büyük acılarını yaşattı, zulmünü uyguladı. Aynı şekilde gerilla üzerine en insanlık dışı yöntemlerle yöneldi. Çatışmalarda şehit düşen gerillaların cenazelerine tecavüz etti, yaralı ele geçenlerin organlarını kesti, kesik kafalarla resimler çektirip prestijli (!) milli gazetelerinde manşet yaptı, içindeki çocuk ve yaşlılarla evleri ateşe verdi, kuyulara gençleri atarak üzerlerine asit boşaltı, domuz bağlarıyla evlerin bodrumlarında yıllarca yurtseverlere işkenceler yaşattı. Kurdistan adeta cehenneme çevrildi ve halkımız cennet olan kendi ülkesinde cehenneme mahkum edildi. 

Bu süreç halk savaşını etkiledi. Zaten amacı da mücadelemizin halk savaşına dönüşmesinin önüne geçmekti. Düşmanlarımız 1990 serhıldanlarından, halkla gerillanının bütünleşmesinden ve bunun sonucu olarak gerillanın bir anda on kat büyümüş olmasından, halkın “PKK halktır halk buradadır” demesinden yani halkın PKKlileşerek öncüleşmesinden, devrimin temel gücü olarak şekillenmesinden korkmuşlardı. İste bunun önüne geçmek için 1991’le birlikte Kurdistan’ı OHAL alanı ilan ederek JİTEM, Hizbulkontra, kontrgerilla, korucalar ve MİT’in alanı haline getirdiler. Özel savaş alanı haline getirilen Kurdistan’da aslında halk savaşının önünü almaya, gerillayı halktan koparıp marjinalleştirmeye çalıştılar” diye belirtti.

ÖZEL SAVAŞ POLİTİKALARI HALKI DESTEK POZİSYONUNDA TUTTU

Tüm bu yaşananlarla birlikte gerilla öncülüğünün hızla halklaştığı serhıldan süreçlerini belli oranda geriye çekmeyi başardıklarını ifade eden Alkan, “Giderek halkın yedek güç olduğu, rolünün gerillayı desteklemek olduğu şeklindeki daha sınırlı bir mücadele duruşunun kanıksanmasına yol açtılar. Aslında bu sonuç özel savaş güçleri için önemli bir başarıyı ifade ediyordu. Zira 1991’le birlikte Kurdistan’a dayatılan kirli savaşla her ne kadar halkımız teslim alınamamış, iradesi kırılamamış ve her koşulda Önderliğini, partisini, gerillasını sahiplenmesini sürdürmüş olsa da mücadelemizin halk savaşına dönüşmesinin, halkın devrimi gerçekleştirme de kendini gerillayla eşit sorumluluk temelinde örgütleyip inisiyatifli kılmasını engellemiş, gerillayı destekleyen bir güç olarak sınırlandırılmasını sağlamış oldular. Böylece halk savaşının gelişimini geriye çektiler ve halkın devrimi gerçekleştirme mücadelesinde asal güç olmasının önünü alarak destekleyen pozisyonda kalmasını işin doğasıymışçasına normalleştirdiler. Bu anlamda halkımızın devrimin asal gücü olarak iradeleşmesinde belli bir yere kadar sınırlandırma ya da zayıflama oluşturdular.

Halk her şeyi yapamaz ancak destekçi olabilir gibi bir algının yerleşmesini sağladılar. Yani halkın gerillayla birlikte savaşı yürütmesine böylece devrimi birlikte geliştirecek iki temel güç olarak şekillenmesinde engelleyici olmayı başardılar. OHAL uygulamalarıyla hem halk ağır baskılar altında sınırlandırılmış, destekçi pozisyona çekilmiş oldu, hem de halkının büyük acılar içinde zorlandığını gören gerilla da “halkımız ağır baskı altındadır. Bu kadar ağır baskı altındayken bizimle birlikte devrimin bütün sorumluluğunu alması zordur. Dolayısıyla gerilla olarak biz devrimi gerçekleştiririz halkımızda gücü oranında bizi tamamlar, destekler” algısı, yaklaşımı oluşturdular. Bu aslında bir özel savaş politikasıydı ve amacı halk ile gerillanın birlikte savaşmasını engellemek yani birlikte temel devrim güçleri haline gelmelerini engellemek dolayısıyla güçlerini parçalamak ve de bu parçalanmışlıktan faydalanıp devrimin önüne geçmekti. Yukarıda da belirttiğimiz gibi bu özel savaş politikası halkımızı teslim alamadı ancak devrimdeki pozisyonunu destekçilik noktasına indirmeyi bir yere kadar başarmış oldu.

Böylece halkımız destekçi pozisyona girdi. İşte bu süreçte halkımız “vur gerilla vur Kurdistan’ı kur” anlayışıyla hareket etti, devrimi gerçekleştirme sorumluluğunun gerillaya ait olduğu algısıyla hareket etti buna göre yaklaşım belirledi. Elbette Kurdistan koşullarında gerilla öncülüğü gereklidir ve de çok önemlidir. Bu anlamda gerilla bu güne kadar oynadığı tarihi rolünü bundan sonra da oynamaya devam edecektir. Ancak Vietnam, Çin başta olmak üzere büyük emperyalist güçler karşısında zafere ulaşan mücadeleler yürütmüş birçok halk savaşı örneğinde olduğu gibi ülkemiz Kurdistan’da da gerilla ve halkın devrim yapmaktan aynı düzeyde sorumlu olduğu bir yaklaşıma, anlayışa kesinlikle ihtiyaç vardır. Zira işgal altındaki halklar ancak halk savaşlarıyla özgürlüklerini elde edebilir, sömürgeci güçleri yenebilirler. Yakın tarihimiz bunun sayısız örneğiyle doludur. Halkımızda bunun bilincindedir ve Rojava devrim deneyiminde halk savaşının nasıl da sonuç alıncı olduğunu hiç bir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde deneyimledi.

Halep’te halk örgütlenerek hem kendini, alanlarını korudu hemde işgalin önünü aldı aynı şekilde işgal edilmiş yerleri de şehir gerilla savaşıyla tek tek kurtardı. Sadece Kürtler olarak yaşadıkları bölgeleri kurtarmakla da kalmadılar birçok Arap bölgelerini de DAİŞ faşizminin işgalinden kurtarıp asıl sahiplerine teslim ettiler. Bir bütün olarak Rojava ve Kuzey Doğu Suriye alanları savaşan halk gerçeğiyle özgürleştirildi. Elli yıllık mücadelemizin son 13 yıllık sürecini ifade eden 4.stratejik dönem bu anlamda oldukça önemlidir. 2010 yılında “Devrimci halk savaşı” biçiminde tanımladığımız 4. Stratejik mücadele sürecimizi başlatmış olduk. İşte Rojava devrimi bu stratejik süreç içinde gerçektende devrimci halk savaşının ürünü olarak ortaya çıktı. Mevcut durumda da kadim şehrimiz Efrîn, büyük Kürt uygarlığı Mitanilerin başkenti Serêkaniyê ve Girê Sipî şehirlerini işgal eden Türk sömürgeciliğine karşı ve yine bu sömürgeciliğin uzantısı DAİŞ’e karşı, destekçileri olan çete yapılanmalara karşı devrimci halk savaşı temelindeki mücadelesi devam ediyor. Şengal halkımız aynı şekilde devrimci halk savaşı bilinci ve stratejisiyle kendi toplumsal inşasını ve savunmasını yapmaya devam ediyor” dedi.

GENÇLER HER YERDE ÖRGÜTLENMELİ

Devrimci halk savaşı temelinde belirledikleri 4. Stratejik mücadele sürecinde Bakur’da halkın önce 2011 yılında Demokratik Toplum Kongresi öncülüğünde demokratik özerkliklerini ilan ettiğini, ancak bu yaklaşımın faşist devletin büyük baskılarına maruz kaldığını hatırlatan Alkan, devamla şunları belirtti: “Halkımız 2015 yılında da ülkesinde, şehrinde, mahallesinde yabancı yönetim istemediğini, kendi kendini yönetmek istediğini belirterek halk meclisleri öncülüğünde öz yönetimlerini ilan etti. Kürt gençleri de ilan edilen öz yönetimleri işgalcilerin saldırılarından korumak için şehir savunmalarını örgütlediler. Ancak soykırımcı faşist devlet tüm işgal güçleriyle öz yönetim alanlarındaki halkımıza, onların savunmasını yapan kardeşlerimize yöneldi. Gerilla buna sessiz kalamayacağı için öz yönetim ilanlarını yapan ve gençler tarafından savunulmaya çalışılan yerlere belli sayıda güç ve lojistikle yardıma gitti. Böylece işgalcilere karşı öz yönetim alanlarında gerçek bir halk savaşı geliştirilmiş oldu. Cizre’de Mehmet Tunç, Asya Yüksel öncülüğü bunu ifade eder. Fatma Uyar, Pakize Nayır, Seve Demir bunu ifade eder. Katledilen küçücük Cemile, 60 yaşındaki Taybet ana, panzerlerle sürüklenen Lokman Birlik, çırılçıplak bedeniyle sokaklarda teşhir edilen Ekin Van halk savaşından korkan düşmanın gerçek yüzünü anlatır. Düşmana sendrom yaşatan Nusaybin, Sur direnişleri buralardaki devrimci halk savaşının gücünü gösterir.

Bunlar tarihi, görkemli süreçlerdir ancak düşmanımızın soykırımcı karakteri, faşist yapısı sonucu geliştirdiği insanlığa aykırı yönelimler, gerçekleştirdiği katliamlar buralarda büyük acıların yaşanmasını da beraberinde getirdi. Tüm acılarına rağmen bu büyük direnişler bir kez daha netleştirdi ki eğer savaşımız halk savaşı olursa yani gençleriyle, kadınları, çocukları, erkekleri, yaşlılarıyla bütün halkımız en aktif biçimde ülkesini, tarihini, dilini, kimliğini, kültürünü korur, özgürlük değerlerine sahip çıkar ve bu temelde işgalcilerle her yerde savaşırsa zafer kesinlikle halkımızın olacaktır. Bunun temel ilkesi işgali, işgalcileri reddetmek, buranın Kurdistan ve bizlerin de Kürt olduğunun bilinciyle hareket etmek. Askerlik, eğitim, yargı başta olmak üzere tüm sömürge kurumlarına tavır almak, hizmet etmemek, her yerde dilimizle, kültürümüzle, kılık kıyafetimizle var olmak. İşgalcilerin işgalci olduğunu ve onları kabul etmediğimizi hep hatırlatmak, yüzlerine vurmak, tepki koymak, faşizmin tüm uygulamalarını hiç korkmadan protesto etmek, ülkemizdeki işgalci ve hainleri yok etme hakkımızı meşru görmek ve bunun için kendimize güvenmek, mücadelemizin haklı ve dolayısıyla meşru bir mücadele olduğunun bilinciyle hareket etmektir.

Halkımızın gençleri her yerde örgütlenmeli ve işgalciler karşısında nasıl mücadele edeceklerini somutlaştırıp her yerde eylemci olmalıdır. Eylem işgalciler ve onların sömürge politikaları karşısında haklı ve meşru tepkilerimizdir. Bu tepki bir protestodan başlar işgalcileri, hainleri cezalandırmaya kadar gider. Önemli olan her yerde işgalcilerin, hainlerin hedefimiz haline gelmesi, onlara karşı tavırsız kalmamamızdır. Bu bilinçle yaklaştıktan sonra sayısız eylemle onlara yaşamı kabus haline getirebilir ve ülkemizi sömürmekten, bizleri sömürge politikalarıyla yönetmekten onları vazgeçirebilir, umutsuz düşürebilir, sonuç olarak yenebiliriz. Ama bunları yapmaz ve “gerilla zaten dağlarda işgalci orduyla savaşıyor. Ne zamanki işgalci ordu yenilirse faşist devlet yetkilileri de yenildiklerini kabul eder dolayısıyla ülkemiz özgür olur” denilirse yani bu savaş sadece gerilla ile işgalci ordu arasındaki bir savaşa indirgenirse o zaman soykırımcı faşist devlet de özel savaş yöntemleriyle sorunu Kürt sorunu değil de “terör” sorunu gibi ele alır. Dünyaya böyle gösterir, halkımıza istediği politikalarla yönelme cesareti bulur.

Öte yandan halkla gerillayı ayrıştırarak tüm gücüyle ve de çıkarlarına hizmet ettiği NATO’nun da gücünü arkasına alarak gerilla alanlarına yönelir ve böylece savaş gerillanın işgalci devlet ordusuna karşı yürüttüğü direniş savaşına dönüşür. Elbette gerilla ile işgalci ordu arasındaki savaşla da Kurdistan devrimi adına sonuç alınır zira Kurdistan özgürlük gerillası 40 yıldır NATO destekli işgalci orduyla kesintisiz olarak savaşıyor ve bu süre içinde onlarca kez işgalci orduyu bozguna uğratmayı, bütün planlarını boşa çıkarmayı başardı. Aslında NATO desteği yine işbirlikçi KDP ve Bakur’daki hain yapılanmaların desteği olmasaydı faşist Türk ordusu çoktan gerilla karşısında tümden yenilgiyi de yaşamış olurdu. Bu anlamda sorun gerillanın işgalci orduyla savaşı değildir. Bu savaş 40 yıldır nasıl geliştiyse şimdi de gelişecektir. Hatta profesyonel modern gerilla donanımıyla bundan sonra gerilla savaşı çok daha etkili de yürüyecektir. Fakat açıktır ki soykırımcı faşist Türk devleti halk olarak bize karşı sadece ordusuyla dağlarda savaşmıyor. İşgalci T.C, devlet olarak bütün gücüyle, sahip olduğu bütün kurumlarıyla her alanda halk olarak bize karşı savaşıyor. O halde bizde topyekün direniş temelinde devrimci halk savaşıyla karşılık vermeliyiz. Bu anlamda devrimci halk savaşı halkımızın her bir ferdinin savaşçı olmasını gerektirir.”

ÖZ SAVUNMASI OLMAYAN HİÇ BİR CANLI VARLIĞINI SÜRDÜREMEZ

“Savaşçı illa dağda olan, elinde ateşli silah taşıyan kişi demek değildir. Savaşçı işgal altındaki ülkesinin ve sömürgeleştirilen halkının kurtuluşu için aktif yurtseverlik göreviyle hareket eden, bunun bilincini taşıyan, buna göre her alanda işgalcilere karşı tavır içinde olan, işgalciye ve işbirlikçileri olan hainlere geçit vermeyen herkestir. Kaderini halkının kaderiyle birleştiren ve bunun için elinden ne geliyorsa onu yapmaktan kaçınmayandır” diyen YJA Star komutanlarından Feride Alkan konuşmasını şu sözlerle sonlandırdı: “Savaşçı dağdaki ve şehirdeki gerillayı tamamlamak için her alanda faşizme karşı eylem halinde olandır. Eylem aracını ve yöntemini konumuna, mesleğine, imkanlarına göre kendisi oluşturan ama mutlaka işgalciler karşısında eylemci olandır. Buna öz savunma savaşı da diyebiliriz. Bilindiği üzere var olmanın koşulu öz savunmadır. Öz savunması olmayan hiç bir canlı gerçekte var olamaz, varlığını sürdüremez. Bu, toplumlar, halklar, kadınlar, gençler başta olmak üzere tüm insan yapıları içinde geçerlidir. Ben kadın, genç, halk ya da toplum olarak öz savunmasız da var olabilirim demek gerçekte varlığı tanımlayamamaktır.

Başkaları beni savunur ya da başkaları benim yerime savunmamı yapar demek, en az “ben acıktım, başkası yesin ki ben doyayım” demek kadar mantıksızdır. Hele de baskı altındaki toplumlar, işgal altındaki halklar, erkek egemen dünyada yaşayan kadınlar mutlaka öz savunmasını yapmak, bunun için örgütlenmek, sürekli mücadele halinde olmak zorundadır. Bu da pasif savunmayla, orta sınıf zihniyetli mücadeleyle olmaz. Özelde de soykırım çemberinde olan Kurdistan halkı ancak devrimci halk savaşıyla öz savunmasını yapabilir, varlığını sürdürebilir. Bunun anlamı örgütlü, radikal ve sürekli mücadeledir ki her bir Kürt bireyi bu mücadelede kendisine aktif yurtseverlik, radikal devrimcilik misyonları biçmeli ve buna göre eylemsel olmalıdır. Dönem bunun dönemidir. 4. Stratejik dönem bunu ifade etmektedir. Devrimci halk savaşı bu anlayışa dayanmaktadır.

Yani Önder Apo öncülüğündeki özgürlük mücadelemizde halkımız ve gerilla birlikte, bir plan dahilinde aktif savunma temelinde halk savaşı yürüterek yirmi beş yıllık esareti sonlandırabilir, ülkemizdeki işgale son verebilir, soykırımı durdurabilir ve sonuçta özgürlüğü garantileyebilir. İki yüz yıllık serhıldanımız, elli yıllık özgürlük mücadelemiz, sahip olduğumuz değerlerimiz, her şeyden önce büyük önderliksel gerçeğimiz, yenilmez gerilla ordumuz başarıya kilitlenmiş halk savaşımız için tüm olanakları sunuyor, gerekli perspektifi oluşturuyor. O halde herkesi devrimci halk savaşına aktif katılmaya çağırıyoruz. Ve bu vesileyle 15 Ağustos diriliş bayramını kutluyor, bizlere bu onuru sağladığı için Önderliğimize şükranlarımızı sunuyor, büyük komutanımız Mahsum Korkmaz şahsında tüm devrim şehitlerimizi minnetle anıyoruz.

Ve son olarak zafer devrimci halk savaşı temelinde mücadele eden halkımızın olacak diyor, bu inançla yaşayan herkese başarılar diliyoruz.”