Hafızasız bırakma, özellikle devrimci önderleri unutturma açısından devletler tarafından çok sık kullanılan ancak en az bilinen saldırı ve tecrit yöntemlerinden biridir. Toplumu devrimci önderlerden soyutlamak için, onların isimlerinin dahi anılmasını yasaklar ya da onları bir düşünce, bir ideoloji olmaktan çıkartıp sadece bir isim olarak var ederler. Türkiye’de devrimci gençlik önderi Deniz Gezmiş’e ve Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a yapılanlar bu saldırı ve tecride dair en önemli örnekler arasındadır.
Devletler, devrimci fikirleri ve devrimci önderleri sadece silahla yok etmezler, toplumla arasında oluşan bağı koparmak için devrimci önderlerin isimlerini dahi unutturma ya da içini boşaltma çabasına girer.
Türkiye’de 1999 yılında Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın esir alınmasından sonra, hem Kürt halkı hem de Türkiye halkları nezdinde Abdullah Öcalan’ın isminin unutulması için özel bir çaba harcandı. Bu çaba, Kürt Halk Önderi'ne yönelik uygulanan tecrit politikalarından da biriydi.
İsmini unutturma ya da onu bir ‘pop yıldızı’ gibi ideolojisinden uzak bir halde gösterme çabası sadece Türkiye’de değil dünyada da çok uygulanan bir yöntem. Ancak Türkiye’de bu yöntem her yönüyle kullanılıyor.
Türkiye'de devrimci önderlerin ismini itibarsızlaştırmanın en bilinen örneği Türkiye devrimci gençlik hareketinin önderlerinden Deniz Gezmiş’e yapılanlardır. Deniz Gezmiş’e yapılan ilk hamle, idama giderken söylediği “Yaşasın Türk ve Kürt halkının mücadele birliği” sözünün, hayatını anlatan birçok kitap, film ve dizilerde kullanılmamasıyla başladı. Gezmiş’in Kürt halkıyla kurduğu bağı yokmuş gibi göstermekle başlayan süreç, bir süre sonra kolye, tişört, bardak gibi tüketim malzemelerine Gezmiş’in resminin basılması ile devam etti. Bu süreçte Deniz Gezmiş’in fikirleri, mücadelesi hiçbir biçimde ön plana çıkartılmazken, sadece ‘yakışıklı’ oluşu ön planda tutuldu.
KİTAPLARDA DAHİ İSMİ YASAKLANAN ÖNDER
Türkiye’de devrimci önderlere yönelik itibarsızlaştırma yönteminin tecrit boyutuna ulaşmasının ilk örneği ise, yine Türkiye halkları ve Kürt halkı arasında bağ kuran, Türkiye’nin kurucu ideolojisi olan Kemalizm ile mutlak ve kesin bir hesaplaşmayı kendine rehber edinen, Türkiye devrimci hareketinin önderlerinden İbrahim Kaypakkaya’ya yapıldı. Kaypakkaya’ya yönelik tecrit uygulaması, onun yazılarının ve pratik uygulamalarının devrimci bir nitelik taşımasından dolayıydı.
Kaypakkaya’yı anlatan kitaplar yasaklandı, Kaypakkaya’nın resminin taşınması suç sayıldı, isminin anılması dahi ceza alınması için bahane olarak kullanıldı. İbrahim Kaypakkaya sanki hiç yaşamamış gibi davranıldı.
KÜRT HALK ÖNDERİ VE 'SAYIN ÖCALAN' CEZALARI
Bu tarz bir tecrit uygulaması, Kaypakkaya’dan sonra sistematik olarak Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a uygulandı. Abdullah Öcalan’ın rehin alınıp İmralı Hapishanesinde tutulmaya başlanması ile birlikte devlet, kendisinin sadece fikirlerini değil ismini dahi unutturmak, hem Kürt halkına hem de Türkiye halklarına Abdullah Öcalan’ın görüşlerinin ulaşılmasını engellemek için her yönüyle tam bir mutlak tecrit uyguladı. Bu uygulamalar aslında 90’larda başlamıştı ancak İmralı süreci ile birlikte tecrit uygulamasının bir kanalı olarak yoğunlaştı.
Abdullah Öcalan'ın kitaplarının tamamen yasaklanması ile başlayan süreç, isminin dahi anılmamasını sağlamaya çalışmakla farklı bir boyuta ulaştı. Türkiye'de özellikle 2006 yılından sonra insanlara, ‘Kürt Halk Önderi’ ya da ‘Sayın Öcalan’ dedikleri için davalar açılmaya, birçok yurttaş bu sözlerden dolayı cezalar almaya başladı. Durum öyle bir hale getirildi ki, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan'a ait sözlerin paylaşılması dahi cezalandırmak için gerekçe olarak gösterildi.
KÜRT HALK ÖNDERİ DEMEK YASAKLANDI
"Kürt halk önderi" ve "Sayın Öcalan" cezalarının başlangıcı, İmralı süreci ile oldu ancak "Bebek Katili" ya da "terörist başı" gibi söylemler, 90’ların ortalarında başlayan bir süreç olarak karşımıza çıkıyor. Özellikle Özel Harekat polisi Ayhan Çarkın’ın "Biz yaptık" diye itiraf ettiği Başbağlar köyünde yaşanan olaydan sonra kullanılan söylemler, ısrarlı bir şekilde hem iktidarlar hem de muhalefet olduğunu söyleyen partiler tarafından kullanıldı. O dönem, ismi unutturma çabaları çok fazla göze çarpmasa da, özellikle İmralı sürecinden sonra hafızasızlaştırmaya yönelik ciddi bir çalışma olduğu göze çarpıyor. Bu süreçte neredeyse "Abdullah Öcalan" isminin kullanılması bile ‘terör suçu’ sayılmaya başlandı.
Bugüne kadar aralarında Kürt siyasetçilerinin, iktidara muhalif gazetecilerin olduğu yüzlerce kişi hakkında "Sayın Öcalan" ya da "Kürt Halk Önderi" dedikleri için dava açıldı. Ortada herhangi bir övgü olmasa bile iktidar, kendi belirlediği söylemler dışında hiçbir şeye izin vermeyerek, kendi yaratmaya çalıştığı tarih ve hafızanın dışında her şeyi baskı ile yok etmeye çalıştı.
Bu sürecin en bilinen davalarının başında, DTP’li Mehdi Tanrıkulu ve Hasan Özgüneş’in yargılandığı "Sayın Öcalan" davası geliyor. Bu davalar, önce Kürt siyasetçilere, sonra ise toplumun her kesiminden halka yöneldi. Hem Kürt siyasetçilere hem de halka yönelik başlayan baskı öyle bir hale geldi ki, Kürt Halk Önderi'nin kitaplarını ya da herhangi bir sözünü paylaşanlar hakkında davalar açılmaya, cezalar verilmeye başlandı.
'ABDULLAH ÖCALAN SİYASİ İRADEMDİR' KAMPANYASI
Temmuz 2005 ile Mayıs 2006 tarihleri arasında Özgür Yurttaş Hareketi tarafından "Abdullah Öcalan Siyasi İrademdir Kampanyası" düzenlendi. Bu kampanya kapsamında, "Ben bir Kurdistanlı olarak Abdullah Öcalan'ı, Kurdistan'da siyasi bir irade olarak görüyor ve kabul ediyorum" diyen 3 milyon 243 bin kişiden imza toplandı. Kampanya süresi içerisinde yüzlerce kişi gözaltına alındı. Toplanan imzalar, 20 Ekim 2006 tarihinde Ankara Dedeman Otel’de düzenlenen bir toplantı ile kamuoyuna açıklandı.
'KENDİMİ İHBAR EDİYORUM' KAMPANYASI
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın ismini söylediği için Kürt siyasetçilere, sanatçılara, yurttaşlara açılan davalar artmaya başlayınca 2008 yılında, "Kendimi ihbar ediyorum, ben de Sayın Öcalan diyorum" kampanyası başlatıldı. Bu kampanya sürecinde binlerce kişi kendisini savcılığa ihbar etti. İlk başlarda bu ihbarları yapılanlara davalar açılırken, ihbar sayısı artınca devlet geri adım atarak, "Sayın Öcalan" söyleminin suç olmadığına karar vermek zorunda kaldı.
"Kendimi ihbar ediyorum" kampanyası, hem Türkiye’de hem de Kurdistan’da çok ciddi ilgiyle karşılanmış, topluma yeniden Abdullah Öcalan’a uygulanan tecridi ve işkenceyi göstermişti. Devletin planlamasının aksine Abdullah Öcalan’ın ismi unutulmadı, aksine sadece ismi değil görüşleri de yaygınlaşmaya başladı.
Kampanya süresi içerisinde Merdîn’de 3 bin 500, Nisêbîn’de 3 bin 600, Êlih’te 11 bin 180, Amed’de 30 bin 600, Wan’da 6 bin 500, Agirî’de 951, Adana’da 8 bin 600, Fransa’da bin 500, Silopiya’da 6 bin 85, Colemêrg’de 2 bin, Bismîl’de 11 bin 541, Farqîn’de 7 bin 867, Kop’ta 10 bin 17 dilekçe verildi. Dilekçe verenlerin büyük bir kesimi hakkında soruşturma ve davalar açıldı. Tutsaklar da Abdullah Öcalan’ın yanına götürülme talebiyle başvurularda bulundu.
Kampanyanın yoğun bir etki yaratması sonrası, halka yönelik davalar bir süre dururken, bu sefer de devlet TV, gazete gibi yayın organlarında Abdullah Öcalan’ın isminden bahsettirmemeye, bahsedilecekse de başına kendi belirlediği sıfatların getirilmesi zorunluluğunu getirdi. Yazılı olmayan bir kanun şeklinde, baskıyla kendilerine muhalif diyen birçok yayın organı da, Abdullah Öcalan’ın ismini ya söylememeye ya da başına devletin belirlediği sıfatları koymaya başladı.
'SAYIN ÖCALAN' KAMPANYASI
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan'a "Sayın" diye hitap edildiği için verilen cezalar ile açılan dava ve soruşturmalara karşı, 23 Mayıs 2009 tarihinde "Sayın Öcalan demek suçsa ben de bu suçu işliyorum ve kendimi ihbar ediyorum" kampanyası başlatıldı. En büyük "ihbar" eylemi olarak tarihe geçen kampanya ile Amed, Şirnex, Wan, Mêrdîn, Colemêrg, Agirî, Mûş, Bedlîs, Çewlîg, Dêrsim, Riha gibi Kurdistan illeri ve Türkiye kentlerinde yüz binlerce kişi kendini ihbar etti. Sadece 48 günde 36 bin kişi kendini "ihbar" etti. Kendini "ihbar" edenlerden 495'i gözaltına alındı, bin 350'si hakkında soruşturma başlatıldı. Kitleselleşen eylemin önüne geçmek için dilekçeler savcılar tarafından kabul edilmezken, yurttaşlar posta yolu ile savcılıklara dilekçelerini göndererek kendini ihbar etti. Sonraki süreçlerde de bu konu çokça gündeme geldi. En son Abdullah Öcalan'a "Sayın" demek de suç olmaktan çıkarıldı.
AVUKATLARA VE GAZETECİLERE DAVA
Yurttaşlara açılmayan davalar ve saldırılar, 2011 yılında Türkiye ve Kurdistan’da " KCK operasyonları" adı altında yapılan siyasi soykırım operasyonları ile Kürt siyasetçilere, gazetecilere ve Abdullah Öcalan'ın avukatlarına açıldı. Türkiye ve Kurdistan’da yüzlerce kişinin tutuklandığı davalarda, "Sayın Öcalan" ve "Kürt Halk Önderi" sözleri cezalandırma konusu oldu. Avukatlara ve gazetecilere yönelik davalar hala devam ediyor.
2011 yılında KCK operasyonlarında sürecinde çok sayıda gazeteciye, haberlerinde "Sayın Öcalan" hitabını kullandıkları için davalar açıldı. Davalar hala devam ediyor.
KCK operasyonları dışında birçok Kürt ve Türk gazeteciye, haberlerinde, yazılarında "Sayın Öcalan" ya da "Kürt Halk Önderi" ifadelerini kullandıkları için davalar açıldı. Bunlardan en bilinenlerinden biri Dersim'de İklim Gazetesi Sahibi Ergüder Öner ve Genel Yayın Yönetmeni Emrah Öner’e açılan ve sadece bir eylemde okunan basın açıklamasında geçen Kürt Halk Önderi ifadelerini kullandıkları için açılan dava oldu.
2022 yılında Halk TV’ye, bir program sırasında "Sayın Öcalan" denildiği için uyarı cezası verildi.
En son TELE 1 Genel Yayın Yönetmeni Merdan Yanardağ bir TV yayınında, Abdullah Öcalan’a yönelik tecride ilişkin açıklamalarda bulunduğu için tutuklandı.