Türk ekonomisinin yapısal problemi bağımlılık

Yahya Madra, Türkiye ekonomisinin bağımlılık gibi yapısal bir problemi olduğunun altını çizerken Erdoğan’ın AKP’nin ilk yıllarındaki neoliberal çizgiye dönmesini ise onun pragmatist yapısına bağlıyor.

Seçimlerden sonra Erdoğan, ekonomik krizi yönetebilmek adına Mehmet Şimşek’i yeniden görev başına getirdi. Bir süredir Erdoğan neye karşıyım dediyse, ekonomide bunlar yapılmaya devam ediyor. Daha da ilginç olan bu modelin tam da Millet İttifakı’nın restorasyoncu politikası ekseninde olması.

New Jersey’deki Drew Üniversitesi'nde ekonomi doçenti olarak ders veren Yahya Madra’ya göre, Erdoğan aslında ne finans kapitalizmine, ne yerli-milli modele ne de ihracatçıların isteklerine kapalı değil. O yüzden gerekirse ilk dönem neoliberal politikalara dönebilecek kadar da pragmatist ama öte yandan kendi elindeki gücü de bir yanıyla tüketiyor.  Türkiye’de siyasal kriz ise ekonomik krizlerle iç içe ilerliyor.

Yahya Madra ile Türkiye ekonomisinin yapısal sorunlarını, seçim sonrası Erdoğan’ın izlediği restorasyoncu hattı konuştuk.

Bir yazınızda; Türkiye’de ekonomik kriz, siyasi krizin içinde biçimleniyor ve derinleşiyor, diyorsunuz. Aynı yazıda Türkiye ekonomisinin Özal’la birlikte uluslararası ekonomik düzen ile yapısal ve ticari ilişkiler bağlamında sıkı ilişkileri olduğunu söylerken bir yandan Erdoğan’ın “yerli ve milli” döneme geçişini de anlatıyorsunuz. Fakat bu toplam rejimin inşasında ise daha yapısal sorunlar olduğunu belirtiyorsunuz. Nedir bu yapısal sorunlar?

Bunu bir DNA serisi gibi düşünmek lazım. Sürekli birbirini etkileyen bir dinamik ve ekonomik krizler bir şekilde birtakım siyasal krizlerin de çözülme anlarına tekabül ediyor. Örneğin darbe dönemleri. Türkiye için buna kabaca 1960- ve1980 arası dönemi -1970’te de bir darbe var tabii ama daha net olan 60-80 arası dönem- diyebiliriz. İthal, ikameci bir 60 anayasasının getirdiği, refah devletine öykünme durumu var. Sendikal hakların çok daha genişlediği bir döneme işaret ediyor. Tabii solun yükselişine de işaret ediyor. Türkiye sermayesi için dünyadaki 1970’lerdeki petrol kriziyle bağlantılı olarak - tabii bütün bunlar hep dünyayla da bağlı bir süreç- siyasi bir krize dönüşüyor ve siyasi kriz darbeden sonra ekonomik bir dönüşüme alan açıyor. Neoliberalizm özgürleşme olarak görülüyor ama devlet, darbesiyle ve askeri rejimle geliyor. Özal da kendini her zaman devletçilik karşısında konumluyormuş gibi sivil bir lider gibi görünse de o bile aslında zaten 12 Eylül'ün ekonomi ekibinin başında. Dolayısıyla da ithal ikamecilikten ihracata yönelimli bir ekonomi yapısına geçiş oluyor.

İhracata yönelimli ekonominin en önemli şeylerinden birisi de, ucuz iş gücü. Bir ara Türkiye'nin İtalya'nın yerini alacak olması gibi bir senaryo vardı tekstil için ama hiçbir zaman o olmadı. Ama şu da oldu tabii; Türkiye her zaman için pahalıydı. Çünkü Çin’e kadar gitmeye gerek yok, Ürdün'deki kölelik koşullarındaki kamplarda çalışan Pakistanlı işçilerle aynı değildi. Kaldı ki Amerika'nın Ürdün'e, İsrail üzerinden yaptığı birtakım gümrük indirimleri falan da var. Dolayısıyla emeğin ucuzu olması görece bir avantaj olarak görüldü. Türkiye içinse bu durumu kolaylaştıran hem yerli sermaye hem de uluslararası sermaye açısından 12 Eylül oldu, darbe emeğin ucuz olmasını sağladı. 90'larda Demirel'le birlikte o “popülist” dönem başladı. Popülizm de başka türlü bir krize, bütçe krizine neden oldu.  

Neden?

Çünkü Türkiye'de popülizm o dönemde en azından emeğe faydalı bir şey haline geldi. Siyasi olarak tek bir partinin olmaması birden çok partinin olmasıyla emekçiler seçimlerde kendilerine yönelik verilen birtakım sözlerle toplumsal değerden daha fazla pay alacakları koşullara kavuştu. Çünkü o seçimleri alabilmek için bu partiler, o açıdan daha bonkör olabiliyordu ve 90’lı yıllarda öyle bir dönem var ama orayı da bu defa devlet borçlanması üzerinden finanse ediyorlardı. O devlet borçlanması ile bir şekilde bir sürü insan da o tahvilleri alıp çok yüksek faizlerle bayağı bir para kazandı ve Türkiye'de sermayenin merkezileşmesine de yarayan bir süreç oldu. Ama o arada da siyasi bir kriz de ortaya çıkıyor. '90’lardan itibaren Cengiz Çandar'ın araştırmasında da dediği gibi, ilki Kürt ayaklanması, diğeri de İslami pasif devrim. Dolayısıyla bu iki siyasi süreç merkezi sıkıştırıyor. Bu sıkıştırma karşısında da büyük bir kriz bence bir şekilde AKP'nin iktidara gelmesinin önünü açıyor.

AKP de daha liberal ve daha Avrupa'ya yönelik bir söylem ile Türkiye'deki siyasi krizin bir toparlanma anı gibi oluyor. Ama gene orada da ekonomik krizle birlikte olan bir süreç var. Ondan sonra hemen hemen herkes aşağı yukarı bunu iki döneme ayırıyor. AKP birinci dönemi, daha neoliberal popülizm dönem. Dolayısıyla '90'lardaki popülizm bu dönemde de devam ediyor belli açılardan. Ama asıl genişleme, yani Derviş sonrası; finansal sistemin yeniden restorasyonu sonrası Türkiye'ye uluslararası bankalar giriyor. Ve bu bankaların girmesi tabii Türkiye'deki bankaların satın alınmasıyla ve o banka endüstrisinin yeniden organizasyonuyla oldu. Aslında Türkiye uzun dönemli sermaye yatırımları fabrika türü değil, banka satın almak üzerine kuruldu. Ama o da aynı şekilde uzun dönemli sermaye girmiş gibi oluyor. O yüzden o sayılar, o dönem yüksek genişleme sağladı.

Dolayısıyla bir yandan Ali Babacan ve Mehmet Şimşek'in dünya finansal sistemiyle entegre olan bir modeli ve onun da bir neoliberal popülizm açılım dönemi söz konusu. Bir de bunun karşısında daha böyle Yiğit Bulut ve Cemil Ertemvari, daha neomerkantalist dediğimiz - daha sonra “yerli ve milli” diye adlandırdılar- daha enerji, inşaat ve sonradan da daha net bir şekilde silah üzerine yönelik bir model var. Tabii inşaata dayalı ama enerjide de HES'ler vs. aynı zamanda yer altı kaynaklarının kullanıma açılması söz konusu. Hatırlarsanız 2000’li yıllarda her şey çok iyi giderken Bergama eylemleri oluyordu. Gezi'nin olduğu zaman da üçüncü köprüyü açıyordu AKP. Sonuçta birikim rejiminin bu alanlarda derinleşmesi süreci, aslında bütün bu 20 yıllık dönem oldu. Giderek daha ağır bir yere gitti; çünkü finansal sermaye kısmında işler karıştı.

Derinleşen daha içsel birikim yani enerji inşaat ve bir “hafriyatçı kapitalizm” var. Buna “hafriyatçı kapitalizm” deniyor, aslında daha janti finans kapitalizmin karşısında gibi. Tabii öyle değil, eğer finans kapital daha eski İstanbul sermayesine denk geliyorsa, örneğin Doğuş Holding ya da bir takım büyük holdingler, Sabancı, vs. bunların da zaten bütün bu harfiyatçı kapitalizm alanlarında yatırımları var. Dolayısıyla bu ikisi arasında öyle teorideki gibi bir çelişki hiçbir zaman olmadı. Ta ki üçüncü yönelim olan ihracata kadar.

İhracat ne gibi bir etki yarattı?

Şöyle ki; bu yapısal krizin en temelinde bağımlılık sorunu yatıyor. Bağımlılıktan neyi anlıyoruz? Üç tane alan var. Birincisi, Türkiye'nin nüfusu daha genç ve tasarruf etmiyor. O genç insanların harcaması lazım ve yeterince tasarruf eden bir toplum yok. Dolayısıyla dışarıdan sermaye alması lazım. Sürekli bir sermaye açığı var ve dışarıdan gelen sermayeye bağımlı bu açıdan. İkincisi, bunu daha da zorlayan şey, enerji alanında dışarıya bağlı. Zaten bu hafriyatçı ve bütün bu kömüre yönelim, bu enerji açığını kapama üzerine dayanıyor. Sadece enerji açığı da değil, aynı zamanda ara mallarda da ikinci büyük bağımlılık alanı var. Üçüncüsü de, ihracata yönelik bir ekonomi olduğu için. Çok genç ve güç tüketen bir toplum. Dolayısıyla kredi piyasası açısından orası çok önemli ama bir yandan da Türkiye'nin biraz da “çökmemesinin” nedeni, iç piyasasının büyük olması. Yani büyük bir ekonomi ama dış piyasada da her yerde değil.

Türkiye için Avrupa çok önemli. Çünkü zaten Amerika ve Avrupa en önemli piyasalar. En çok mal satılan, para kazanabileceğiniz yerler buralar. Sonuçta oradaki toplum ve tüketiciler çok daha fazlasını tüketebiliyor. O piyasalara girmek en önemli bir şey. Avrupa Birliği o yüzden önemli Türkiye için. Özetle, Türkiye ekonomisi yapısal olarak zaten dünya ekonomisine bağımlı bir konumda.

Tabii bunların içinde enerjiyi bir şekilde Rusya'dan almaya çalışıyor, oralarla da birtakım siyasi anlaşmaları var Erdoğan'ın. Ama yine de Türkiye'nin Avrupa'yla bir bağımlılık ilişkisi var. Tabii bu durum Ortadoğu'daki koşullarla bir krize giriyor. Daha önce Gazeteci Sedat Yılmaz ile yazdığımız bir yazı var, orada şöyle bir argümanımız vardı: Koalisyon bir modelden tek parti modeline bir geçiş oluyor ve o geçişte iki şey önemli: Biri Arap Baharı. Arap Baharı önemli bir alan açıyor Erdoğan'a ve Davutoğlu'na da. Dolayısıyla Müslüman Kardeşlere de... Bu Erdoğan’ın Ortadoğu'da bir hamle yapmasına vesile oluyor ve o hamle de Suriye'ye girmek demek. Yani direkt o gün girmiyor ama Suriye'de belirleyici bir aktör olarak Esad'a karşı bir pozisyon almaya başlıyor. Mısır da zaten aynı bağlamda bulunuyor.

İkincisi de barış süreci tartışmaları. Aslında çok vakit kaybedildi bu konuda. Ta 2000’li yıllarda bu iş daha kolay olacaktı fakat bu fırsat da heba edildi. Ondan sonra da Oslo ve açlık grevleri geldi. Ardından Erdoğan'ın Fethullah'la olan ittifakı çatlayınca orada bir kopuş oldu. O kopuş da şu demek. Fethullah daha çok Amerika ve İsrail'le olan ilişkilerin yörüngesine giden bir yapıyken ve dolayısıyla belki bir şekilde Erdoğan'ın ihtiraslarını dengelerken, o açılınca Erdoğan kendisini Ergenekon ve Fettullah karşısında yalnız hissedince Hakan Fidan üzerinden Abdullah Öcalan'ın fotoğraflarını yayınladı. Sonuçta orada Abdullah Öcalan'a sırtını yaslayarak zaman kazandı ve o geçiş sürecinde bir şekilde barış sürecini oportünist bir şekilde kullandı ve harcadı. Sonuçta iktidarı için her şeyi harcayan bir noktada olduğu için de aslında Türkiye'de ciddi bir siyasi kriz oldu. Bu siyasi kriz, finansal dengeleri bozmaya başlayınca o zaman bu neomerkantalist kanat, peki biz kendi yolumuza bakalım, dedi. Ve yerli ve milli ekonomi modelini daha gür bir şekilde söylemeye başladı. Zaten kısa süre sonra da Erdoğan barış sürecini terk edip Ergenekon ittifakına geçince de zaten Türk milliyetçileriyle birlikte -zaten Erdoğan’ın da her zaman öyle bir damarı vardır- yerli ve milli model, birtakım organik entelektüeller sayesinde daha da öne çıkarıldı. Ama hep tabii bir finansal referans var. Faiz lobisi çok öne sürüldü örneğin. Bugün artık pek konuşulmuyor ama bir ara o geçiş sürecinde böyle bir savaş lanse edildi.

Elbette ekonomi ve siyaset arasındaki ilişkide birebir, şu şundan oldu falan demek değil bu ama birbirleriyle çok iç içe geçen süreçler. Mesela siyasetteki krizi aşabilmek için böyle bir ekonomik bir hamle yapıyor, ekonomik bir krizi aşabilmek için de bazen siyasi bir hamle yapıyor ve birbiriyle o şekilde iç içe geçiyorlar. Ama arka planı tabii ki bir bağımlılık ilişkisi, o bağımlılık ilişkisinde kendisine hareket alanı açabilmek önemli. Örneğin bağımlılık da değişkenlere sahip. Yoksa Türkiye’nin Osman Kavala'yı hapse atmaması lazım bu denklemde. Fakat artık değişkenler var. Örneğin göçmen krizi. Bence Amerika da, Avrupa da bu anlamda zamana bıraktı ve Türkiye’nin bu krediyi tüketmesini bekliyorlar. Eğer tüketecekse ya da ancak taviz verecek hale gelince devreye girecekler. Ama o bağımlılık ilişkisi de bir limit olarak var. Ama o limiti de sürekli zorlama ihtiyacı hissediyor Erdoğan ve bu tip hamleler yapıyor. Ortadoğu'da, örneğin siyasi bağlamda taviz vermiş oldu.

Aslında geniş bir çerçevede bu yapısal sorunların temelini çizdiniz. Öte yandan yakın zamanda bir seçim geçirdik ve sizin bir dönem için bahsettiğiniz o “popülist” sözler de verildi, bir kısmı hayata geçiriliyor. Hem asgari ücretin arttırılması hem çeşitli ekonomik söylemleri vardı Erdoğan'ın. Muhalefetin alternatif çözümü ise restorasyondu ve çok da eleştirildi. Fakat seçim sonrası bakıyoruz ki muhalefetin restorasyon söylemi Erdoğan iktidarında hayata geçiyor. Ne oldu da Erdoğan buna döndü?

Seçimden önce görünürde daha net bir ayrışım vardı. Ama bir anda daha “yerli ve milli” yönde giden Varlık Fonu, Merkez Bankası'nın Erdoğan'ın kontrolüne iyice geçmiş olması, Nebati’nin sembolik bir Ekonomi Bakanlığı ve de bütün bunları bir CEO gibi, şirket devlet mantığı içinde merkezileşerek yapma durumu söz konusu oldu. Bir de bunun karşısında Acemoğlu ve CHP'nin ve Ali Babacan'ın da sembolize ettiği daha restorasyoncu bir pozisyon var.

Seçim Erdoğan'ın çizdiği ekonomi modeline yatırımın, yani duygusal ve ekonomik yatırımın devam ettiğini gösterdi. Tabii seçim sonuçları sadece halkın tercihi değil bu ülkede, belirli güç dengeleri, özel harp yöntemleri gibi birçok şeyin sayılabileceği dinamikler var. Öte yandan restorasyon heyecan yaratan bir söylem oluşturmadı. Belki piyasalarda ve bankacılarda oldu ama toplumda geniş heyecan yaratan bir söylem olmadı. Bunların ikisine de alternatif olarak ekonomik demokratikleşme, demokratik bir ekonomi söylemi de oluşmadı hiçbir zaman. Zaten Erdoğan da ben gerekirse zaten o kadroyu geri getiririm dedi. Mehmet Şimşek, Merkez Bankası Başkanı Hafize Gaye Erkan, ayrıca yeni Merkez Bankası Başkan Yardımcısı Osman Cevdet Akçay’ı getirdi. Kaldı ki Akçay kadar daha restorasyoncu ve daha Ortodoks ve de Friedmancı (Milton Friedman) iktisatçı yok Türkiye'de neredeyse! Dolayısıyla uluslararası piyasalarla ilişkileri son derece iyi olan, çok sembolik bir atama. Bu kadro ve önümüzdeki dönemin daha yumuşak bir şekilde başladıkları şey şu anlama geliyor: Biz gerekirse ilk dönem neoliberal politikalara da pekâlâ yeniden geri dönebiliriz. Tabii bu iki durum arasında bir bağlantı var. Daha önce bir yazımda yazmıştım AKP'nin ikilemli ekonomi politiği diye. Babacan ve Yiğit Bulut birbirine muhtaç ya da Binali Yıldırım. Kaldı ki Yıldırım, daha çok hafriyatçı ve inşaatçı bir modelin simgesidir.

Bunlar birbirine karşıt değil yani, öyle mi?

Hayır, aksine ikisi birbirine muhtaç ve hep öyle olageldi. Şuna da değinmek gerekli, ki seçimlerle bu politikalar arasında da bir bağlantı var. Mesela Albayrak dönemi var, sonra Naci Ağbal dönemi geliyor. Sonra Nebati dönemi başlıyor, şimdi de Şimşek dönemi. Naci Ağbal, yerel seçimler öncesi dönemdi ve İstanbul ve büyükşehirler kaybedildiği dönem. Ondan sonra Nebati, yani aslında Albayrak dönemine bir geri dönüş oldu. Albayrak döneminde Merkez Bankası sıkıştırılmaya başlanmıştı zaten ve o dönemde dövizin yükselişi ile bir kaçış oluyordu. O kaçışı durdurabilmek için 125 milyar dolar harcadılar ve o dönemde dövizi tuttular. Ta ki Albayrak istifa edinceye kadar... Ondan sonra Naci Ağbal gelince faiz arttı ve o faiz artınca da dövizde de sıçrama oldu. Seçimin kaybedilmesinden sonra Nebati ile tekrar geriye dönüş olmuştu. Ama bu seçimden sonra yine ihracatçı Anadolu sermayesinin istediği oldu. Anadolu'daki kentlerde istihdamı sağlayan, ihracatçı sermayenin aslında beklediği, Türk lirasının değerini kaybetmesi. Çünkü değer kaybedince hem emek daha ucuz oluyor hem de dışarıya daha rekabetçi olabiliyorsun. Çünkü daha ucuza mal edip satabiliyorsun. Dövizin artması, Türk lirasının değersizleşmesi ihracatçılara yarıyor ve ihracatçılar zaten o dövizin tutulmasından rahatsızdılar. Dolayısıyla öyle bir taviz verdi Erdoğan. Kaybedense, değerden daha az alan emekçiler oldu.

Erdoğan'ın sürekli Türkiye gibi büyük bir ekonomideki farklı sektörlere uygun yöntemler yapıyor. Yani şimdi biraz uluslararası sermayeyi hoş tutuyor. Bir de bu dövizin yükselmesiyle ihracatçıları memnun ediyor. Ama tabii Türkiye sadece ihracatı değil, iç piyasası da çok büyük olan bir ülke ve bu durum iç piyasayı şu anda çok ağır etkiliyor.

Bir yanıyla hala Şimşek’in politikasına karşı çıkan iktidar içi klikler de var. Örneğin, Yeni Şafak bu duruma muhalefet ediyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu rahatsız olma hakiki mi yoksa söylemsel bir pozisyon alma mı? Yani bir aklama operasyonu mu? Sonuçta hakiki olsa o zaman içsel bir yarılmaya işaret edecek. Tabii ki içsel yarılma var, Müslümanlarla Milliyetçiler arasında bir yarılma var büyük ihtimalle; ama son kertede aynı saftalar ve hakiki olma olasılığı olduğu kadar söylemsel pozisyon alması da olası. Erdoğan her zaman Mehmet Şimşek ya da Naci Ağbal gibi birini bir pozisyona getirmesini kendi kitlesine uluslararası finansal sermaye ödemek zorunda kaldığı bir bedel olarak sunuyor. Yani şimdi bunu yapmak zorundayız ama ben yapmak istemiyorum. Yeni Şafak'takiler de kızıyorlar bana ama ben mecbur kalıyorum. Çünkü bu faiz lobisi ve uluslararası sermayenin dayatması gibi bir argüman sunuyor. Dolayısıyla da her zaman için harcanacak insan lazım. Erdoğan herkesi harcayabilir ve zaten bu tip şeyleri de kendisinin mecbur olduğu şeyler. Yerli ve millide de öyle değil. Ona da ideolojik bir yatırımı var, çünkü siyasal olarak her zaman manevra alanı yaratıyor kendisine. Ayrıca bu tip geri adımlar aynı zamanda emeği daha çok dövmesini de sağlıyor. Yani ben sizi bundan koruyorum ve gerektiğinde de buna karşı hamle yapabiliyorum gibi bir etki yaratıyor halkta ve emekçilerde. Onun karşısında CHP'nin hiç böyle bir politik- ekonomik teolojisi yok. Erdoğan'ın daha derinlikli bir ekonomik teolojisi var her şeye rağmen. Sonuçta hem kendi içinde hem Türkiye'nin gerçekliğiyle ve Anadolu sermayesinin talepleriyle, şunla bununla ilgili tavizler içinde belirlenen bir politika oluyor. Ama tam anlamıyla bir politikadan bahsetmiyoruz. Erdoğan da aslında kendi elindeki gücü harcıyor. Son derece pragmatik yapılan bir takım Ortodoks political combinations (politik kombinasyon) oluyor. Ama bütün bunu oturttuğu karmaşık bir ekonomik teolojisi var.

“Çok kutuplu küresel düzene geçiş sürecinde Erdoğan’ın el yordamıyla uygulamaya koyduğu, aslında bir (iç) savaş ekonomisidir” diyorsunuz bir yazınızda. Son olarak, Erdoğan’ın bu iç savaş ekonomisinin tanımını biraz daha açar mısınız?

İç savaş denilince birkaç şey var burada. Bir tanesi Marx’ın Fransa iç savaşı üzerine ve sonra Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i’nde o politik metinlerinde yazdığı şekilde aslında bir sınıf savaşının ifadelenme biçimi. Yani sınıf savaşı her zaman sınıfların böyle karşı karşıya geldiği bir şekilde olmuyor ama kapitalist modernitede sürekli bir iç savaş var zaten. O da sınıf savaşı. Tarihsel olarak sınıfsal çelişkinin bir şekilde ırksal çelişkiyle iç içe ve birinin diğerine tahvil edilerek yapılması durumu söz konusu. Nasıl bir şey bu? Türkiye bağlamında neyi kastediyor? Türkiye'de etnik ve dinsel bir yarılma var. Yani kimlik savaşları, bu da aslında sınıfsal çelişkilerin tahvil edilmesi ya da ifadelenme biçimi halinde yaşanıyor. Dolayısıyla Türkiye'de bir kültür savaşı da var. O kültür iç savaşı kuşkusuz şu anda Anadolu'ya yapılan ormanların yok edilmesi, HES’ler vs. ile oluyor. Çünkü sonuçta sermaye birikiminin devam edebilmesi için enerji ya da kömür madeni açılması gerekiyor ama bunun karşısında bir direniş de oluyor.

O etnik yarılma için de, gene Sedat'la (Yılmaz) yazdığımız yazıda şunu demiştik: Suriye'deki durum, aslında Türkiye'deki iç savaşın dışsallaşması. Örneğin İdlib’te milliyetçilerle Erdoğan arasında cihatçıları orada tutmak açısından da bir anlaşma var. Belki milliyetçiler istemiyor cihatçıları ama İdlib'de olması lazım. Efrîn'i de o yüzden işgal ettiler ve bu taraftan da zaten Amerika müsaade ettiği kadar sürekli Rojava’ya saldırılıyor. Öte yandan Irak'ta da zaten Türkiye KDP'yle bir olmuş vaziyette. Azerbaycan'da da var. Böyle tırnak içinde “oyunbozan” ama sürekli de müdahale eden bir alt emperyalist güç olarak varlığını sürdürmek üzere bir politika yürütüyor.