Medya Haber televizyonunda yayınlanan özel bir programda konuşan Helin Ümit, Türkiye’de muhalefetin Kürtlere, AKP’ye karşı olduklarını ifade ederek yanlarında durma yönünde çağrı yaptığına işaret ederek, "Ama söz konusu Kürt sorunu, Kürtlerin varlık ve özgürlük problemi, bunun üzerine mücadele edenlerin durumu, pozisyonu olunca hemen AKP'den daha kötü pozisyon alıyorlar" dedi.
Türkiye'deki soykırım zihniyetini bütünlüklü düşünmek gerektiğine işaret eden Ümit, “(Soykırım sisteminin) bir ayağını AKP-MHP oluşturursa, diğer ayağını da kendisini muhalif olarak gösteren ama özünde Kürt soykırımına katılan ya da muhalif görünümlüler oluşturuyor. Böyle bir gerçekliği var Türkiye siyasetinin” ifadelerini kullandı.
Helin Ümit’in Medya Haber televizyonunda yaptığı değerlendirmeler şöyle:
“Öncelikle özgürlük güneşimiz Önder Apo'ya sevgi ve özlemlerimizi bir kez daha belirtiyorum. 27 ay bitti, 28'inci aya girdik. Önder Apo’dan haber, bilgi alamıyoruz. Asrın Hukuk Bürosu yaptığı açıklamada, tecridin Önderlik üzerindeki uygulamaların en şiddetli döneminden geçtiğimizi ifade ediyordu. Gerçekten bu çok isabetli bir tespit.
İmralı soykırım rejimini okumasını bilenler, ona doğru bakmasını bilenler, Türk devletinin amaçlarını bunun üzerinden okuyabilirler. Eğer biz Türkiye gerçekliğini anlamak istiyorsak, Türkiye'de siyasetin, hedeflenenin ne olduğunu anlamak istiyorsak İmralı soykırım rejimine doğru bakmayı bilmemiz lazım. Bu anlamıyla öğrettikleri çok fazladır, gösterdikleri çok fazladır. Sadece Kürt halkına karşı değil, Türk devletinin hangi esaslar üzerinden yürüdüğüne, inşa edildiğine, politikalarına dair çok fazla ipucu vardır.
Türkiye'deki politikaların belirlendiği yer, İmralı soykırım rejimidir. Elbette ona karşı direniş ve mücadelenin de odağı yine İmralı. Soykırım gerçekliğine karşı Önderliğimizin İmralı'da tarihte eşine rastlanmayan düzeyde gösterdiği bir direniş var. Biz böyle ısrarla İmralı'daki rejime, İmralı'daki uygulamalara dikkat çekiyoruz. Bu sadece Önderliğimiz üzerindeki politikaları ifade etmiyor. Bunun doğru anlaşılması lazım.
TÜRK DEVLET SİSTEMİ BİR SOYKIRIM REJİMİDİR
Dikkat ederseniz, herkes Türk devletini kendisince tanımlamaya çalışıyor. Kimi saray rejimi diyor, kimi diktatörlük rejimi diyor, kimi tek adam rejimi diyor, kimi komplo rejimi diyor, kimi faşist rejim diyor. Bir tanımlama arayışı var. Türkiye'deki sistem nedir? Demokratik olmadığı açık ama ne olduğunu herkes tanımlamaya çalışıyor.
Buradaki gerçeklik, İmralı soykırım gerçekliği, Kürtler açısından Türk devlet sisteminin bir soykırım rejimi olduğunu ortaya koyuyor. Çünkü İmralı'da soykırım politikaları uygulanıyor. Bunu görmeden, hesaba katmadan ne Kürtler adına politika üretilebilir ne de Türkiye'de demokrasi adına, insan hakları, özgürlükler adına politika üretilebilir, bir duruş, bir tutum sağlanabilir. Bunun anlaşılması lazım.
KAPİTALİST MODERNİTE SİSTEMİ İMRALI SOYKIRIM REJİMİ ÜZERİNDE SUÇÜSTÜ YAKALANMIŞTIR
İkinci husus, İmralı soykırım rejimi sadece Türkiye açısından bize veri vermiyor; bir de dünya sistemini İmralı soykırım rejimi üzerinden okumak mümkün. Dünya sisteminin ne kadar sahte bir sistem olduğu ortaya çıkıyor. Ne kadar yalanlar üzerine inşa edildiği, değerlerden yoksun olduğu açığa çıkıyor. BM, AİHM ve Avrupa Birliği kurumlarının aldığı kararlar var. Şimdi de Birleşmiş Milletler’in Türk devletine ilettiği, Önder Apo'nun avukatlarıyla hiçbir baskıyla karşı karşıya kalmadan görüşmesi gerektiği yönündeki bildirimi var. Fakat bu bir bildirimden öteye gitmiyor . Bu anlamıyla gerçekten günümüz dünyası, modernite dünyası, kapitalist modernite dünyası kendisini, insan hakları, demokrasiyi, daha fazla özgürlükler, birey hakları şeklinde kendisini dillendirmeye çalışıp toplumlara seçenek olarak sunmaya çalışırken, İmralı soykırım rejimi üzerinde tam da suçüstü yakalanıyor. İmralı soykırım rejiminin bize anlattığı böyle bir gerçeklik var.
Uluslararası sistemin durumu ve Türkiye gerçekliği üzerinden soykırım rejimini, İmralı'daki politikaları okumaya kalkarsak, dünya sisteminin ne kadar zayıf olduğu açığa çıkıyor. Aslında kapitalist modernist sistemin oluşturduğu kurumların, yapıların; mesela Birleşmiş Milletler’in, Avrupa Birliği'nin -her ne kadar şu anda dünyada kendisini tek seçenek olarak sunmuş olsa da- ne kadar zayıf olduğu açığa çıkıyor. Demokratik modernite bir seçenek ama halen istenilen örgütlülüğe ve yapılanmaya sahip değil. Biz kapitalist moderniteyi, Avrupa uygarlığını Batı modernitesini küçük adacıklar halinde, parçalı, bütünlüklü hegemonik sistem olarak tanımlıyoruz. Söz konusu İmralı soykırım gerçekliği olduğunda bir de bunu görüyoruz. Kendi koydukları kurallara ve aldıkları kararlara uymayacak kadar dağılan bir dünya sistemi var. İşte Türk devlet sistemi de bunu bir boşluk olarak değerlendiriyor. Bunu kullanıyor. Biz hep diyoruz; yapısal krizi var, sürdürülemezlik noktasında aslında birçok noktada savaşa, baskıya, zulme daha fazla ihtiyaç duyuyor. Buna dayalı olarak da genel dünyada faşist rejimler iktidarlarını güçlendirmeye çalışıyor. Sağ daha fazla yükselişe geçiyor. Ama bunun temel nedeni, dünya sistemindeki bu çatlak kapitalizmin kendisini sürdüremez hale gelmiş olmasından kaynaklanıyor. İşte bölgede de, Türkiye'de de AKP-MHP faşist rejimi bunu kendisi açısından bir fırsat olarak görüyor, bu boşlukları değerlendiriyor.
KURUMLARI DEVREYE SOKACAK OLAN HALKLARIMIZIN ÖZ MÜCADELESİDİR
Söz konusu Türkiye olduğunda, söz konusu Ortadoğu'da katı iktidar geleneğinden gelen güçler söz konusu olduğunda ise karşımıza dört başı mamur, kontrolsüz, denetlenemeyen, bu anlamıyla hukukun asla devrede olmadığı bir gerçeklik karşımıza çıkıyor. Bu anlamıyla soykırım sistemi İmralı'ya bu şekilde pervasızca yönelmeye devam ediyor. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesi'nin Türkiye'ye ilettiği kararı bu çerçevede değerlendirmek lazım. Çok beklentiye girmemek lazım. Bu kararların alınması her şeye rağmen önemlidir. Bu kararları aldırmak ve bunlar üzerinden mücadele etmek sistemi daha fazla zorluyor. Bu anlamıyla küçümsememek lazım. Mümkün olduğunca dünyada demokrasi mücadelesiyle, halkların birlik mücadelesiyle aslında açığa çıkmış demokratik kurumları devreye sokmak için uluslararası alanda mücadeleyi yükseltmek lazım, sürdürmek lazım.
Fakat esas olarak bu kurumları devreye sokacak olan, halklarımızın kendi öz mücadelesi olacak. Onların hukukçularından beklenti içerisinde olmamalı, İmralı'da ciddi gelişmelerin açığa çıkacağını beklememeliyiz. Dediğim gibi küçük görmemeliyiz, asla boşvermemeliyiz. Ama esas mücadelenin başta Kürt halk olmak üzere demokrasi güçlerinin, dostların harekete geçmesi, kampanyalar düzenlemesi, hamleler açığa çıkarması, Önderlik etrafına daha fazla kenetlenmesi ve bunun çok zengin yol ve yöntemlerini bularak eyleme geçirmesi ile olacağını bilmemiz lazım. Eğer böyle yaklaşır ve bu temelde Önder Apo'nun fiziki özgürlüğü için başlattığımız mücadeleyi daha ileri bir aşamaya taşırsak, işte o zaman bu kurumların anlamı olacak. O zaman bu kurumlar bu kararlarına daha fazla sahip çıkacaklar, çıkmak zorunda kalacaklar. Gelişme o temelde sağlanacak.
ARAÇSALLAŞTIRMAK İSTEDİKÇE ÖNDERLİK TAVIR KOYDU
Önderlik duruşunda her şeyden önce direniş var. İmralı soykırım sistemi belli bir amaçla kuruldu. Neydi bu? Kürt halkını öncüsüz, Önderliksiz bırakmak, başsız bırakmak, düşünemez kılmak, başka güçlerin denetimine sokmak. Bu anlamıyla da Önderliğimizin bir savunmasında var; Yanlış değilsem ‘başı kesilmiş tavuk gibi çırpınmaya bırakmak’, soykırım sürecini bu şekilde ilerletmek.
İkinci amacı şuydu: Acaba Önderliği rehine olarak tutarak Kürt halkına karşı kullanabilir miyi, Hareket’i parçalayabilir miyiz, diyorlardı. Biliyorsunuz; 2002-2004 tasfiye süreci aslında biraz da bunun üzerine kurgulandı. Önderlik esir alınmıştı düşmanın İmralı gerçekliğinde. Bir araçsallaştırma politikası yürütüldü. Önderlik, tüm bu süreçler boyunca, 99'da esir düşmesinden günümüze kadar hep bunun farkında, bilincinde olarak adımlar attı, 2010'da da tavır koydu. Dedi ki artık oyun bitti. Açlık grevi direnişlerinden sonra düşman gitti Önderliğin ayağına. Biraz zorladılar samimi olduklarına dair. Ama 2010'da Önderlik dedi ki; artık bu oyalama bitti, ben kendimi kullandırtmam. Şimdi 2010'dan günümüze kadar Önderliğin böyle bir duruşu var. Dikkat edin, bu geride kalan süreçte seçim süreçleri oldu. Sadece bu son seçim sürecini kastetmiyorum. Ondan önceki yerel seçimler var. Hep Önderliği böyle devreye koyarak araçsallaştırmak istediler ama Önderlik hepsine tavır koydu. Yoksa Önderlik gerçekten çok etkili, politik bir tutum geliştiren bir gerçekliğe sahip. Fakat Kürt halkına ve özgürlük mücadelesine karşı kullanılabilme ihtimaline karşı Önderlik bir tutum aldı. Bu araçsallaştırmaya karşı duruşun kendisi başlı başına bir direniş demek. Çünkü düşünün, bizler dışarıdaydız diyelim, özel savaş şeyleri var; insan allak bullak oluyor gerçekten, değil mi? Baş döndürücü. Dört bir yandan Kürt halkının, gençlerinin, kadınlarının kafasını bulandırmak için özel savaş saldırıları sürüyor. Önderlik esir, orada medyayı takip etme olanağı yok. Eline verilen mektup yok. Verilenler de yönlendirme dolu, onları da biliyoruz. Önderliğe ne tür mektupların, ne tür tehdit mektuplarının psikolojik savaş amaçlı verildiğini biliyoruz. Böyle bir psikolojik baskı ortamında Önderliğin bu gerçekliği deşifre etmesi çok önemlidir. İmralı soykırım rejimini deşifre eden, İmralı soykırım gerçekliğini Türkiye'nin zayıf karnı haline getiren Önderliğimizin bu duruşudur. Şimdi herkes biliyor ki bütün dünyadaki halklar, herkes bunu soruyor, sorguluyor. Uluslararası kurumlar böyle bir uygulamanın, İmralı'daki bu gerçekliğin meşru olmadığını biliyor. Türkiye'de işte Merdan Yanardağ bile o noktaya gelmek zorunda kaldı. Bence niyeti öyle değildi.
İMRALI SİSTEMİ ARTIK ÖRTBAS EDİLEMEZ HALDE
Merdan Yanardağ’ın gerçekten çizgisi belli, durduğu yer belli. Hani o anlamıyla şöyle bir gerçekliği yok; Merdan Yanardağ İmralı soykırım rejimi için bir şey söylüyorsa Hareketimize ve Önderliğe karşı kırk tane hakarette bulunuyor. Fakat bu gerçeklik o kadar yakıcı ki, İmralı soykırım rejimi o kadar savunulamaz halde ki, ayakta tutulamaz halde ki sonuçta birazcık demokratik gözüküyorsa, insan haklarını, hukuku savunuyorum, Türkiye'de hukuk var ona inanıyorum diyorsa geleceği nokta Merdan Yanardağ’ın geldiği noktadır. Merdan Yanardağ o noktaya geldi. Yoksa Önder Apo'yu savunmak için gelmedi, zaten özrü kabahatinden beter bir sürü izahatte bulunuyor. Dik durmayı da beceremiyor.
Diyor ki aslında işte AKP'nin görüşmeleri vardı. Galip Ensarioğlu bunları deşifre etti. Ben bunları açığa vurmak ve bunun önünü almak için. Bir de bakın, işte AKP, PKK’yle ya da Önderlik ile irtibat halindeydi, diyor.
Bir bütün olarak İmralı soykırım sistemine karşı söyledikleri hakikati ifade ediyor. Dediğim gibi bu da onun kendi niyetiyle ilgili değil, bu sistemin artık örtbas edilememesinden kaynaklı. Türkiye'de bir cezaevi sistemi var, bunun hukukta bir yeri var, bir infaz yasası var, bir işleyişi var. İmralı'da buna uyulmuyor, diyor. Bu Türkiye'nin bir ayıbıdır aslında diyerek aslında Türkiye'yi savunmaya çalışıyor. Onun meselesi budur. Ama İmralı’da varolan, esir tutulan gerçeklik Önder Apo olunca işin rengi değişti.
Gerçekten son dönemlerde seçimlerle birlikte o dalga biraz daha fazla arttı. Böyle kendisine demokratım, muhalifim diyen, AKP'ye karşıt olduğunu söyleyen, AKP'ye karşıtlık üzerinden kendisine pozisyon edinmeye çalışan bir kesim var. Bunlar aynı zamanda Kürtleri de yanına çekmek istiyor. Kürt halkını ve demokratları da yanlarına çekmek istiyorlar. Bunun için alicengiz oyunu oynanıyor. Bir taraftan Kürtlere diyorlar ki bakın biz AKP’ye karşıyız, gelin yanımızda durun. Ama söz konusu Kürt sorunu, Kürtlerin varlık ve özgürlük problemi, bunun üzerine mücadele edenlerin durumu, pozisyonu olunca hemen AKP'den daha kötü pozisyon alıyorlar. Burada ne demokratlık, ne muhalefet ne de muhalif olmaktan bahsedilemez. Türkiye'deki özel savaş sistemini küçümsememek lazım. Özel savaşı sadece AKP'nin kendi trolleri, kendi basın mensupları, kendi kanalları üzerinden yürüttüğünü de düşünmemek lazım, Türkiye'deki soykırım zihniyetini bütünlüklü düşünmek lazım. Bir ayağını AKP-MHP oluşturursa, diğer ayağını da kendisini muhalif olarak gösteren ama özünde Kürt soykırımına katılan ya da muhalif görünümlüler oluşturuyor. Böyle bir gerçekliği var Türkiye siyasetinin. O yüzden de ben bu Merdan Yanardağ için de bu özel savaş oyununun hem bir oyuncusu hem bir kurbanı gibi görüyorum. Onun içindeydi, onun parçasıydı.
Bir Kemalist olarak, bir ulusalcı olarak AKP'ye karşıtlığı var, AKP iktidarına karşıtlığı var. Ama Kemalizm'in temelden inşa ettiği Kürt soykırım projesine de gönülden bağlı. Onun da gerçekleşmesini istiyorlar. Çünkü dediğim gibi özellikle seçim sürecinde bu çok daha fazla ayyuka çıktı. Muhalefet gücü olması gerekenler işi gücü bıraktılar, Kürtlerle, Kürt siyasetiyle, Kürt siyasetinin ne yapacağı, ne yapması gerektiği ile ilgili akıl veren bir pozisyona düştüler. Oysaki Kürt siyasetinin kendisini demokratik siyaset alanında tanımladığı, kendi yol haritasını belirlediği, kendi örgütlenmeleriyle ulaştığı bir programı var. Ve şimdiye kadar Kürt halkına bu kadar saldırıya, bu kadar baskı ve yasaklamaya rağmen kazandırdı. Ama işte muhalefet, AKP karşısında muhalif olduğunu söyleyen ama defalarca seçim kaybeden, defalarca Türkiye toplumundan kopukluğu açığa çıkan, bu konuda herhangi bir değişim ve dönüşüme girmeyen bir kanat var.
Politik olarak üç çizgi var Türkiye'de; -bunu ideolojik anlamda söylüyorum- bir tarafta devlet, devlete bağlı güçler var. O anlamıyla AKP ve MHP Cumhur İttifakı olarak konumlandı. Diğerleri CHP, İYİ Parti, Deva Partisi ve benzeri Millet İttifakı olarak konumlanmış. Ama bunların hepsi devletçi çözüm. Mevcut Türk devletinin varolan politikalarını nasıl sürdürebiliriz politikalarını izliyor. Değişimi gündemine alan partiler olmadılar.
KİMSE KÜRT HALKINI AKP-MHP SİSTEMİNE KARŞIYIM DİYEREK ALDATAMAZ
Türkiye'de esas değişim gücünü, demokratik cumhuriyet, demokratik vatan, demokratik millet çizgisini temsil eden esasta Üçüncü Yol’dur; Emek ve Özgürlük İttifakı’dır. Böyle bir tablo var. O anlamıyla mesele Kürt sorununa geldiğinde bir şeyler kopuyor. Herkes kendi rengini belirliyor. Bizim yıllardan yıllardır ifade ettiğimiz “Kürt sorunu Türkiye'de demokrasinin turnusol kağıdıdır” tanımlamamız, -diyorlar ya- cuk diye yerine oturuyor. Kimin ne kadar gerçek demokrat olduğunu, gerçek aydın olduğunu, Kürt halkına, Kürt halkının özgürlük ve varlık mücadelesine, onun değerler sistemini yaklaşımına bakarak anlayabiliriz. Bunu rahatlıkla söylemek mümkündür.
Kimse Kürt halkını bu saatten sonra aldatamaz. Demokrat kisvesiyle de aldatamaz. AKP-MHP faşizmine ya da AKP-MHP sistemine, rejimine karşıyım diyerek de aldatamaz.
AKP-MHP faşist rejimi deşifre oldu artık. Kürtler açısından bir inandırıcılığı kalmadı. Bugün gidin her Kürt evine, Kürt analarının diline bakın, dinleyin; beddua ederler. Çünkü zamanında bu AKP'ye Kürt sorununu çözeceğim dediği için destek verdiler, umutla andılar. Şimdi en çirkin, en lanetli savaşı bu güçler yürütüyor. Demokrasi adına, Kürt dostu olma adına, işte insan hakları adına Kürtleri bir daha kandırmaya kalkmak, yeniden kendi tarafına çekmek, oy deposu olarak görmek gerçekten çok fırsatçı, çok çirkince.
Şimdi önümüzde yerel seçimler var. Kürt demokratik siyaseti ya da genel olarak demokratik siyaset alanı Türkiye'nin demokratikleşmesi için var. Sadece Kürt sorununun çözümü için değil ama Kürt sorununa dayalı olarak Türkiye'nin demokratikleşmesi siyaseti yürütülüyor. Bu Türkiye'nin tüm halklarına kazandıracak, Türkiye'nin emekçilerine kazandıracak, Türkiye'deki kadınlara kazandıracak. Bunun böyle anlaşılması lazım.
Önder Apo niye İmralı’dadır; bunu herkesin sorması lazım. Niye İmralı'dadır? Önder Apo’nun bu kadar ağır koşullarda olmasının tek bir nedeni var; Kürt halkının dilini savunmak, Kürt halkının varlığını savunmak. Kürt halkının var olduğunu söylemesi, bunun için kavgaya girişmesi, mücadele etmesi. Fakat bu en temel insan hakkı değil mi? Şu anda günümüzdeki anayasa, dünyadaki anayasa örneklerine bakalım. Zulme karşı direnmek en temel insan hakkı değil mi? En temel yasal hak değil mi? Önderliğimiz ne dedi? Dedi ki, “toplumsal gerçekliğin mahkumiyetini yaşıyorum.” Önder Apo eğer İmralı soykırım rejiminde bu kadar ağır saldırılarla karşı karşıya ise toplumsal gerçekliğiyle ilgilidir. Kürt halkının varlığını ve özgürlüğünü talep ettiği içindir. Bunu söyleyen gerçek aydınlardır. Bunu savunan gerçek demokrat olabilir ama buna yanaşmayan, böyle bir vurup beş kaçanlar, hem nalına hem mıhına vuran, berrak akan suyu böylelikle muğlaklaştıran, ne kadar iyi niyetli olursa olsun özel savaşın, özel savaş güçlerinin hizmetinde olarak yargılanmaktan kurtulamaz. En azından bizim nazarımızda kurtulamaz.
ŞEHADET GERÇEKLİĞİ BİZE YARINLARIMIZI NASIL KURACAĞIMIZI GÖSTERİYOR
Haziran ayı içerisinde şehit düşen arkadaşları saygıyla, minnetle anıyorum. Halk Savunma Güçleri Merkez Karargah Komutanlığı düzenli bilgilendirmeler yapıyor. Savaşın durumuna ilişkin şunu rahatlıkla söyleyebilirim; Haziran ayı, Zîlan arkadaşın adına ve ruhuna, tarzına uygun olarak geçen bir aydı. Eylemsizlik kararının bitiminden sonra aslında aktif gerilla eylem özellikleri devreye girdiği başarılı eylemler gerçekleşti. Ben burada yeniden HPG güçlerimizi, YJA Star güçlerimizi kutluyorum başarılarından dolayı.
Savaşta yaşanan şehadetler savaş gerçekliğinin bir parçası. Bir arkadaşımızın tırnağına bir şey olmasını istemeyiz. Bizim açımızdan yoldaşlık başka bir olgu. Bizim açımızdan gerilla özgür yaşamın alanı, özgür yaşam merkezi, yeni yaşamın alanı. Biz yoldaşlarımızla yeni yaşamı inşa ediyoruz. Bu anlamıyla tabii ki her yaşanan şehadet bizde bu özgür yaşama, bu yeni yaşama, bu yeni bağlara daha güçlü tutunmayı ve zafere daha fazla kilitlenmeyi getiriyor. Bu tüm yapımız açısından böyle. Şehadetler ağırdır, sorumlulukları ağırdır. Ama şehadet gerçekliği bizi her geçen gün özgür yaşamda birlikte kurulacak komünal yaşamda, özgür Kürdistan'da daha fazla yoğunlaşmaya ve duygularımızı, düşüncelerimizi daha fazla kesinleştirmeye itiyor. Bu anlamı ile bu ay içerisinde de şehit düşen arkadaşlarımızın bize verdiği çok önemli mesajlar oldu. Şehit düşen arkadaşlardan bir tanesi Azad arkadaştı. Almanya'dan katılmıştı. Bir arkadaşımız Ordu'dan gelip katılmıştı. Asya arkadaş, gerçekten Karadeniz'in o asil ruhunu Kurdistan dağlarına taşıyan arkadaşlarımızdan bir tanesiydi. Koçer arkadaş, bizim tanıdığımız adıyla Koçer, sonra Seyit arkadaş oldu.
Seyit arkadaşı zor tutuyorduk yanımızda. Düşmana karşı kini çok fazlaydı. Özgür yaşam arayışı çok fazlaydı. Kadınla arkadaşlık kurma, yoldaşlık yapma arayışı, onu tanımlama arayışı çok fazlaydı. O anlamıyla gerçekten arayışlarını böyle pratikle bitirmek istiyordu. Heval Seyit dağlardaki yaşamla o kadar çok bütünleşmişti ki kendisini o kadar ona ait görüyordu ki… Ben onu çeşitli ortamlarda gözlemledim. Gittiği ortama hemen adapte olan, katılan, katılmak isteyen genç bir arkadaşımızdı. Tekrar ona onu da sevgi ve minnetle anıyorum.
O anlamıyla şehadet gerçekliği, Almanya'dan, işte Türkiye'den, Karadeniz'den, Kürdistan'dan katılıp gelen bu arkadaşlar bize aslında yarınlarımızı gösteriyor, yarınlarımızı nasıl kuracağımızı gösteriyor. Demokratik ulusu, demokratik ulusun dayanışmasını, birlikte yaşamasını, kaynaşmasını, birlikte mücadele nasıl edeceğini ortaya koyuyor. Bu anlamıyla demokratik ulus anlayışımızın bir çekirdek birimi halinde mücadele ettiler.
KARADENİZLİ ASYA HAKİKİ YAŞAMI PKK’DE GÖRDÜĞÜ İÇİN BAĞLANDI
Dünyada milliyetçiliğin çok yükseldiği sadece Türkiye için söylenmiyor. Fransa'da öyle oldu, Yunanistan'da da, Amerika'da da. Her yerde milliyetçilik yükselişte deniliyor. Milliyetçilik, kapitalist modernitenin ideolojisi aslında. Halkları birbirinden ayırarak kapitalist modernitenin egemen sınıflarına halkları sermaye etme, nesneleştirme ideolojisi olarak okumak lazım. Ama halkların doğasında bu olabilir, işte Azad arkadaşta olduğu gibi. Karadeniz şu anda özel savaşın neredeyse merkezi haline getirmiş. Ordu, Giresun, Trabzon özelde gladyo merkezi gibi çalışıyor. Karadeniz halkını Kürtlere karşı böyle kışkırtan bir şey var. Kürtlerle Karadenizlileri kutuplaştıran bir şey var. Hatırlarsınız bu Eren operasyonlarını. Eren adlı gencin adına yaparak, aslında tüm Karadeniz halkını Kürtlere düşman yapmak istediler. Fakat özünde halkların böyle bir şeyi yoktur. Mesela bizde de öyleydi. Benim anam derdi; her halkın iyisi de vardır, kötüsü de. Okul okumamış bir kadındı benim annem. Ama yaşam bilgisi, kişiyi anlatıyordu. Her halkın aslında birbirine yakın olduğunu, benzer özellikler taşıdığını, halkların toptan yargılanamayacağını biliyordu.
Milliyetçilik yapay bir ideolojidir; zorla dikte ediliyor, zorla yükseltiliyor. Bugün Türkiye'de siyasal ortamı sağ sol diye böldüler. Sağın merkezine AKP-MHP'yi koydular, CHP'yi ortanın soluna koydular, yanına da Akşener'i verdiler. Böylelikle iki kanadı da milliyetçilikle derdest ettiler, bağladılar. Türkiye halkını da buna mahkum ettiler. İşte bu gerçekliğe karşın halkların özünü, gerçek özünü temsil eden bir şeyi temsil ediyor
Asya arkadaş. Fedailik çizgisinde yürüyen bir arkadaştır. Öyle sıradan değildir. Kendisini eğitmiş, yetiştirmiş, PKK'yi tanımış. Konuşmalarını belki dinlediniz. Gerçekten ne kadar sade ve özlü, ne kadar gönülden bağlı. Niye PKK’ye bu kadar bağlanmış? Çünkü gerçekten özgür yaşamı, birlikte yaşamı, hakiki yaşamı, doğru yaşamı PKK’de gördüğü için bağlanmış. Haziran ayında gerçekleşen eylemleri, yaşanan şehadetleri bu çerçevede tanımlayabilirim.
KDP, KÜRT HALKININ VARLIK SAVAŞINA YÖNELİK SALDIRILARIN ARACI
Bir kıskaç operasyonu var Kürtler üzerinde. Kürt halkının sadece Türkiye'de değil, nerede bulunursa bulunsun herhangi bir siyasi statü elde etmesinin önüne geçmek isteniyor. Kürtler, 21'inci yüzyılda, Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. yılında kölelik statüsü altında, soykırım sistemi altında egemen ulusların sömürge nesnesi olarak tutulmak isteniyor. Bu anlamıyla saldırılar sadece Türkiye sınırları içersinde gerçekleşmiyor, her yerde gerçekleşiyor. Başta Kurdistan’da gerçekleşiyor, Rojavayê Kurdistan’da gerçekleşiyor, fırsat bulduğunda Avrupa’da gerçekleşiyor. Nerede onurla, onuruyla yaşamak isteyen bir Kürt varsa, nerede Kürtler bir araya gelip gelecekleri hakkında bir politika inşa ediyorlarsa oraya saldırmayı hedefleyen, saldırı planlamaları yapan bir soykırım gerçekliği var.
Bu planın tabii ki ayakları var. Mesela Başûrê Kurdistan’da sadece Türk devleti kendi başına bunları yapmıyor. Dikkat ederseniz Hüseyin Arasan arkadaş… Hani Baran arkadaş şehit düşürüldüğünde Mesrur Barzani Türkiye’ye gitti ya. Heval Baran'ın, Heval Hüseyin'in şehadetiyle Mesrur Barzani’nin Türkiye’ye gidişi arasında biz bir bağ kurarız. Çünkü bu bir tesadüf değil. Politikada tesadüfler yoktur. Varsa bile yoktur. Yaşanan her gelişmenin taşıdığı bir anlam vardır. Bu anlamıyla KDP, Türkiye'nin bölgede Kürt halkının özgürlük ve varlık savaşına yönelik saldırılarına zemin sunuyor, onun aracı haline geliyor, onu meşrulaştırıyor, onu savunuyor. Hatta birlikte organize ediyorlar. En son olayda, ondan önceki saldırılarda da biz gördük.
Bu tür saldırıları yapanlar koşa koşa Hewlêr’e gidiyor. Demek ki onların sahipleri, onların ipini elinde tutanlar oradadır. Oradan yönlendiriliyor. Başûrê Kurdistan açısından böyle bir şeyi ifade edebilirim.
KÜRT HALKIYLA KURACAĞI İTTİFAK İRAN’I BÖLGEDE ETKİLİ HALE GETİRECEKTİR
Astana görüşmeleriyle, Rojava'daki bu saldırılarla kesinlikle Kürt halkının siyasi statü elde etmemesi hedefleniyor. Astana'da bunun kararını aldılar. Mevcut Suriye’deki durumdan faydalanarak yönetim haline gelmiş güçlerin kabul edilmemesi kararını aldılar. O temelde de saldırıları yoğunlaştırdılar. Türkiye'yi daha fazla aslında bu saldırılara teşvik etmek için onay veriyorlar.
Burada Rusya ve İran'ın etkisinin olduğunu görmek lazım. Humus'taki saldırıda Rusya ve İran’ın etkisi kesinlikle vardır. İran biraz daha temkinlidir, ki bence temkinli olması da gerekir. Bu vesile ile şunu söyleyebilirim. Kürt-Fars ittifakından Farslar kazanır. Türkiye'nin Farslarla herhangi bir ittifak olamaz. Hem ideolojik hem de tarihsel karşıtlıklar buna izin vermez. Geçmişte Erdoğan, Esad'a kardeşim diyordu, birlikte yürüyordu. Rüzgar değişti, Esat “katil” oldu. Zulümle abad olunmaz, diyerek Esad’a karşı çıktı. İran’ı benzer bir şey bekliyor. İran da bunu biliyor.
İran siyaseti gerçekten çok köklü, deneyimlidir. En uzun süreli, yönetim geleneğine sahip devlet İran devletidir. O anlamıyla Türkleri de çok yakından tanıyorlar aslında. Orta Asya'dan ilk Oğuz grupları geldiğinde İran'la karşılaşıyorlar. Aslında Türkler devletleşmeyi biraz da İran'dan öğreniyor. İran içlerinde öğreniyorlar. Tarihsel olarak biliyorlar. Şimdi gelinen aşamada Erdoğan liderliğindeki Türkiye her ne kadar NATO'ya tam angaje olmamış gibi görünse de NATO'nun üyesidir. İran, NATO bünyesinde İsrail etkisiyle baskı altındadır. İsrail bunu kolluyor. Özellikle de Azerbaycan üzerinden İran'ı kuşatan bir şey vardır. Tüm bunları dediğim gibi İran'ın bildiğini düşünüyorum ama hatırlatma babında söylüyorum. Gerçekten İran'ı da demokratikleştirecek, önümüzdeki dönemde bölgede daha etkili hale getirecek olan; Kürt halkıyla kuracağı ittifak olacaktır. Bunun için gerekli olan nedir? Başta içte demokratikleşmeyi gerçekleştirmek. İşte biliyorsunuz; “Jin jiyan azadî” serhildanlarının açığa çıkardığı bir durum var. Halkına, özellikle kadınlara kulak vermek, iç birliğini sağlamak, bu temelde de bölgedeki tarihsel rolünü hem emperyalist saldırılara karşı hem Türkiye'nin yayılmacı-Turancı politikalarına karşı sergileyebileceğini belirtebilirim.
ROJAVA DAİŞ ZİHNİYETİNİ SALLIYOR
Yusra Derwêş, Leyman Şiwêş ve Firat Tûma arkadaşlar şehit düştüler. Rojava'daki saldırılarda esas olarak kadın arkadaşlar hedeflendi. Rojava bir kadın devrimi çünkü, böyle tanınıyor. Böyle tanınmasından da öte Rojava Devrimi gerçekten bir kadın devrimi olarak açığa çıktı. Aslında Rojava'daki demokratik sisteme rengini veren de kadınlardır. Kadınların aktif siyasette yer alması, öncülük yapması Ortadoğu’daki ezberleri bozuyor. Rojava küçük bir yer ama küçüklüğüne bakmayın; mevcut ulus devlet zihniyetini sallıyor, DAİŞ zihniyetini sallıyor.
Orada iktidar İslamı yaratılmak istendi. O şeriatçı, kadını eksik olarak gören, fıtratında yetersizlik olarak gören, onu aslında eve mahkum etmek isteyen, sadece işinin çocuk doğurma ve bakımı olduğunu iddia eden ideolojik saldırılara -bu Türkiye'den olabilir, Suriye'den, başka güçlerden olabilir-, bölgedeki bu zihniyete karşı gerçekten kadınların bir özgürlük kalesi olarak duruyor Rojava. Ta ki özerk sistemdeki bu kadın arkadaşlarımızı da bu nedenle hedeflediler.
Çok büyük bedeller vererek Rojava devrimi bu noktaya geldi. Kişi bir şeye emek harcadığında, bedel verdiğinde, acısını çektiğinde ona bağlanıyor. Bu tür saldırılar ne halkımızın ne de kadınların devrimin özüne bağlılığını engelleyemez, ortadan kaldıramaz. O anlamıyla önümüzdeki süreçte saldırılar devam edecek. Kürt halkının statü kazanmaması için bölge güçleri sadece Türkiye’yle değil, çeşitli güçler ittifak yaparak bunun önüne geçmeye çalışacaklar. Fakat nasıl ki tarihte Medler rolünü oynadı ve bölge halklarına kendileriyle birlikte özgürlüğü getirdilerse günümüzde de işte çağdaş Med hareketi olarak özgür Kürtlük bu rolünü oynayacak.
ZÎLAN ÖNDER APO’YU, ÖNDER APO DA ZÎLAN’I HÜCRELERİNE KADAR HİSSETTİ
Şehadetinin 27'inci yıl oluyor Heval Zîlan’ın. Eyleminin üzerinden 27 yıl geçti. Bu 27 yıl aslında hep Zîlan yılları olarak yaşandı. Öyle söyleyebilirim. Bir ret, bir askeri eylem olarak açığa çıktı. Fakat özünde çok büyük bir toplumsal değişime, dönüşüme öncülük eden bir rol kazandı Heval Zîlan. O anlamıyla birçok yönüyle değerlendirmek gerekiyor, anlamak gerekiyor. Fakat ben şu yönüne vurgu yapmak istiyorum. Önderlik, “Biz Zîlan anısına özgür yaşamla sözleştik, özgür yaşamı geliştirmek istedik” dedi. Çünkü Haziran'ın çağrısı özgür yaşamaydı.
Heval Zîlan, 6 Mayıs 1996’da Şam’da gerçekleşen uluslararası komploya karşı bu saldırıyı çok derinden hissederek, aslında Önderlik gerçekliğini hissederek, Önderliğin Kürt halkı açısından ne anlam ifade ettiğini derinden yaşayarak, Önderliksiz asla yaşanmayacağını, Önder Apo'nun, Kürt halkının ve Kürt kadınlarının özgürlük yolu, güneşi, gerçekliği olduğunu tüm hücrelerine kadar hissederek böyle bir eyleme girişti. Her şeyden önce bunun anlaşılması lazım.
Heval Zîlan eylemini yaptığında ben Önderliğin yanındaydım. Önder Apo’nun yanında eğitimde kalıyordum. Önderlik gerçekten çok etkilendi bu eylemden. İlk duyduğunda daha henüz heval Zîlan’ın raporu gelmemişti. İlk andan itibaren Önderlik, Zîlan arkadaşın yaptığı bu eğilimi anlamaya çalıştı. Mesela bize sorduğu sorulardan bir tanesi şuydu: “Düşünün, hücrelerine kadar kendini patlatmak ne demektir?” Bu aynı zamanda Zîlan gerçekliğinin, Zîlan arkadaşın Önder Apo'yu hücrelerine kadar hissettiğini gösterir.
Sonra raporu geldi Zîlan arkadaşın. O, tüm gece uyumadı diyebilirim. Raporu, yazdıkları üzerine yoğunlaştı Önderlik. Mektubu geldikten hemen sonra Önderlik dedi ki, “Ben de Zîlan’ın emrindeyim”. Ardından zaten ekranlara da yansıyan çözümlemelerde Önderlik Şehit Zîlan’ın bir manifesto olduğunu, bir özgür yaşam çağrısı olduğunu ifade etti. Gerçekten sonunda hiç kimse de Zîlan arkadaşı Önderlikten daha etkili değerlendiremedi. Değerlendirebileceğini de düşünmüyorum. Çünkü Önderliğin onu hissetmesi, onun Önderliği hissetmesi gerçekten çok üst düzeyde bir sevgi, bir paylaşım, bir buluşma, mekan ve zamanı aşan; mistik anlamlar yüklemek için söylemiyorum ama böyle bir hissediş, böyle bir yoğunlaşma düzeyi açığa çıktı. O anlamıyla ben Zîlan arkadaşın şehadeti vesilesiyle şunu ifade edebilirim. Zîlan’ın eylemi de, bize bıraktığı mesajların da, anlamı da çok derindir. Her birimiz, en azından ben her okuduğumda böyle değerli, kutsal bir mabede girmiş gibi hissediyorum kendimi. Çünkü orada gerçekten kutsallığa çağrı var, anlama çağrı var, anlamlı yaşama çağrı var. Mesela orada bir bıkkınlık yok, mücadeleden yorgunluk yok, yapamam yok, çaresizlik yok, güçsüzlük yok. Orada zafer var, başarı tutkusu var, bağlılık var, sadakat var, orada gerçekten bir aşk arayışı var, sevgi var. Biz arkadaşlar olarak böyle tartışıyoruz, böyle algılıyoruz, böyle hissediyoruz Zîlan arkadaşı.
ANLAM PEŞİNDE KOŞANLAR PKK’YE GELEBİLİR
Gerçekten günümüzde özgürlük üzerine yoğunlaşmalar çok azdır. Ben mesela gençliğe özellikle bunu söylemek istiyorum. Genç kadınlara söylemek istiyorum. Özgürlük nedir, özgür yaşam nedir, nasıl olmalıdır, ne anlam ifade ediyor? Bizim için özgürlüğe gerek var mı yok mu? Bundan ziyade ne var biliyor musunuz? Konfor arayışı var mesela. Maddi zenginlik arayışı, para düşkünlüğü var. Ama anlam, işte özgür düşünme ve yaşama, manevi yaşam, manevi yaşam değerlerinin yükselmesi yok. Maddiyat peşinde koşan sürüler yaratıyor. Günümüzde insanlar çok fazla puta tapıyor, bir maddi nesneye tapıyor, bir markaya tapıyor, mesela bir kıyafete tapıyor, bir biçime tapıyor. Ne bileyim bir yaşam tarzına dayanmıyor, tapıyor. Ama içinde özgürlük yok, anlam yok. Ben bu vesileyle birazcık içinde özgürlük arayışı olan, özgürlük tutkusu olan, özgürlüğü sorgulayan herkesin PKK’ye geldiğini düşünüyorum. Çağdaş dervişler hareketi biraz da biz oluyoruz çünkü.
PKK’ye gelenler, Zîlan'ın peşinden gelenler maddiyat peşinde, rahat peşinde koşamazlar. Ancak anlam peşinde, özgürlük peşinde koşanlar gelebilir. Gerçek sevgi, dostluk, paylaşım, arkadaşlık peşinde olanlar PKK’ye gelebilir. PKK’nin özü bu. Zîlan deyince aklıma gelenler bunlar oluyor.
Helmet arkadaşı da saygıyla, sevgiyle, minnetle, özlemle anıyorum. Helmet arkadaş Zîlan’ın eylem yaptığı dönemlerde Önderlik sahasındaydı. O anlamıyla o da Zîlan ın peşinden yürüyen erkek arkadaşlardandır.
Aynı ortamda çalışma imkanım olmadı ama yollarımız kesişti, çalışma alanlarımız kesişti. Gerçekten şöyle söyleyebilirim. Egemen erkekliği çok sorguluyoruz biz. Dikkat ediyoruz, biz PKK'li kadınlar biraz öyleyiz. Gerçekten erkeği öldürme konusunda çok ciddi mesafeler almıştı. Kadınla eşit, özgür düzeyde yoldaşlık yapabilme duruşuna sahip, mütevazi, aynı zamanda bir o kadar birikimli, hakim ve gerçekten Başûrê Kurdistan'da Kürt halkının yaşadığı acıları kendi kişiliğinde, derler ya damıtarak yol açmaya çalışan önder kişiliklerden bir tanesiydi. Onu da bu vesileyle saygıyla anıyorum. Onun anısına Kurdistan'da ulusal birliği, gerçek ulusal birliği -öyle sahte, hani bazılarının ifade ettiği gibi çizgisiz, ilkesiz birlikten bahsetmiyorum- doğru ulusal birlik çizgisini oturtma sözümüzü bir kez daha veriyor, Başûrê Kurdistan'da da yaşanan katliamların hesabını soracağımızı belirtiyorum.
YENİ MADIMAK İSTEMİYORSAK ÜÇÜNCÜ YOL’U İNŞA ETMEK GEREK
2 Temmuz'da Madımak Oteli'nde yakılan 33 canı saygıyla anıyorum. Gerçekten onlar demokrasi şehitleridir. Alevi toplumunun bu coğrafyada karşı karşıya kaldığı katliamlar Türkiye Cumhuriyeti ile sınırlı değil; Osmanlı döneminde de Alevi toplumuna dönük toplu katliamlar sürekli devrede tutuldu. Bu, aslında Osmanlı'nın dayandığı Sünni İslam geleneğinden kaynaklandı.
İslam dünyası içerisinde Hazreti Muhammed'in vefatı ardından bölünmeler başlıyor ve ona dayalı aslında hem içinde sınıfsal hem fiziksel çelişkiler, biraz da mezhepsel çelişkiler şeklinde dile geliyor. İçinde tabii ki sınıfsal ayrışma da var. Ortadoğu'da sınıf mücadelelerini biraz da böyle gözlemlemek gerekli. Hani Batı'da olduğu gibi ya da sanayi devriminden sonra, 19'uncu yüzyıldan sonra sınıfların oluştuğunu söyleyemeyiz. Sınıfların oluşumunu neredeyse Sümerlere kadar uzattığımız bir süreç.
Şuna gelmek istiyorum; egemen Türklüğün, egemen Türk sınıflarının Sünni İslam'ı kendilerine kimlik olarak seçmeleri ile birlikte aslında farklı inançlara sahip olan kesimler, bölgede her zaman bu tür saldırılarla karşı karşıya kaldılar. Türkiye Cumhuriyeti de günümüzde özellikle kendisini Osmanlı'nın devamı olarak değerlendiriyor, onun mirasına dayandığını iddia ediyor. Bunu sadece coğrafik olarak böyle kastetmiyorum; kültürel, siyaset, iktidar kodlarıyla ona uyuyor, onu esas aldığını söylüyor ve günümüzde aslında bu konuda çok ciddi mücadeleler gelişti. Alevi toplumunun kendisini örgütlü kılma, ayakta tutma temelinde aslında Anadolu'da demokratik mücadelelere de zemin yapan bir gerçekliği hep oldu. Dikkat edin, Alevi toplumu bu özelliğinden dolayı sürekli baskıyla, katliamla karşı karşıya kaldığı için hep muhalif cephededir. Egemenler tarafından da her zaman asimile edilmek istendiği için sürekli saldırılarla yüz yüze bırakılır. Bu, bu coğrafyanın bir gerçekliği.
30 yıl sonra baktığımızda bu tehlike azaldı mı, arttı mı? Alevi toplumu kendi örgütlülüğünü koruyor. Bu konuda bence şunun çok iyi görülmesi lazım. Önderliğimiz, özellikle PKK’nin çıkışından itibaren Alevi toplumunu esas aldı. Özellikle Dersim’i çok önemsedi. Dersim'deki Aleviliği çok önemsedi. PKK, başta Dersim Soykırımının intikamını alan bir hareket olarak örgütlendi.
Maraş Katliamı aslında biraz da hareketimizin o alanda gelişmesi ve yaygınlaşmasıyla ilgiliydi. Fakat bu şunu da gösteriyor; biz hareket olarak Alevi toplumunu, Alevi halkının çektiği acıları hep derinden hissettik ve temel demokrasi gücü olarak gördük. Türkiye'de eğer kimlikler birleşecek ise sadece etnik kimliklerin eşitliği değil, inanç kimliklerinin de kolektif haklarının tanınması lazım. Kolektif haklarının garantiye alınması lazım. Fakat günümüzde böyle bir tablodan uzak olduğumuzu söyleyebilirim. Ciddi riskler, tehlikeler vardır.
Madımak Oteli'nin yakılması olayı olarak tarihe geçen 93'teki katliam da şöyle okunabilir. O dönem Kürt Özgürlük Hareketi’nin aslında bir demokrasi hamlesi yaptığı, aynı zamanda Önder' Apo’nun ateşkes çağrılarının olduğu bir dönemdir. Sadece Kürtler açısından değil Türkiye toplumu, Türkiye'deki diğer farklılıkların örgütlü bir şekilde canlanmaya başladığı bir dönemdir de. Bunun üzerine böyle bir benzin dökülmek istendi. Bu yakılmak istenen, Türkiye'deki o inanç gruplarının, resmi egemen ideolojinin, Türk İslam sentezi diyebileceğim, onun dışına çıkan kesimlerin aslında inkarı ve yok edilmesi üzerine böyle bir katliam oldu. Fakat Alevi inancı, Alevi toplumu, Alevi kültürü çok derin bir kültür. Gerçekten çok da güzel bir kültür. Demokrasi mücadelesinde kendi rengiyle öncülük edebilecek bir kültür. Bu anlamıyla milliyetçiliğin, Sünni İslam rengindeki Şiiliğin yeniden hamle yaparak Türkiye'nin ikinci 100. yılını böyle tekçi; tek devlet, tek millet, tek din, tek inançla bezenmiş hale getirmek istediği bir dönemden geçiyoruz. Kimseyi korkutmak için söylemiyorum ama ciddi tehlikeler var. Dikkat edin; anayasa tartışmaları var, başörtü tartışmaları var. Kemalist devrimi alaşağı etmek için yeni bir şey yapılmak isteniyor. Yeni bir Türkiye kuruluşuna gidilmek isteniyor. Kemalizmin, Alevilere, Kürtlere, Türkiye'de yaşayan farklılıklara sunduğu hiçbir şey olmadı. Onun da sunduğu tek renkli bir ulus devlet. Fakat onun alternatifi bu değil; koyu yeşil renginde, kara faşizmle uzlaşmış bir dincilik söz konusu. İnançların, kültürlerin kendi varlığını çoğulcu bir toplumda ifade ettiği bir Türkiye'ye doğru gitmiyoruz. Bu anlamıyla önümüzdeki süreçte Alevi toplumunun da yaşananlardan sonuç çıkararak daha örgütlü demokrasi mücadelesi içerisinde yer alması gereken bir süreç olarak görmek lazım.
Bu vesileyle 2 Temmuz'da kaybettiğimiz canların anısına, eğer yeni katliamlar istemiyorsak, eğer yeni Madımak istemiyorsak, eğer gerçekten Alevi toplumunun bu coğrafyada kendi rengiyle, kendi inancıyla, kendi toplumsal sistemiyle yaşamasını istiyorsak, Türkiye'de demokratik siyaseti bir üçüncü yol olarak inşa etmek gerekir. Alevilerin de örgütlü olarak bu çizgi içerisinde öncü güç olarak yer alması gerekir. Tüm Alevi halkımızı, toplumumuzu buna çağırıyorum.
BİRLEŞİK DEVRİMCİ MÜCADELENİN ESASLI BİR YERİ VAR
Bu vesileyle Önder Apo'nun geliştirdiği demokratik ulus perspektifinde birleşik devrimci mücadelenin esaslı bir yeri var. 53 yıl önce, 15-16 Haziran tarihinde 1970 yılında bir işçi direnişi gerçekleşti. Birleşik bir mücadelenin gerçekleştiği bir zemin olarak değerlendirilebilir. Sonuçları önemliydi. Başarılı bir girişimdi. Çünkü hem meclisten, Cumhuriyet Halk Partisi’yle Adalet Partisi'nin ortak tutumuyla geçirdiği ve daha sonra senatoda kabul edilen bir yasayı direnişler iptal ettirdi. Nihayetinde başarılı bir direniş örneğiydi. 15-16 Haziran, işçi direnişinin aynı zamanda yıl dönümüydü. 53 yıl sonra bu mücadelenin açığa çıkardığı gerçekleri bugünün koşullarına indirgeyecek olursak hangi sonuçları görmek gerekir? Halkların Birleşik Devrim Hareketi öncülüğünde birleşik mücadeleyi yürütmeyi Hareket olarak stratejik tutum olarak ele aldık. Kişi olarak ben de üzerinde yoğunlaştım. PKK, mücadele stratejisini esas ittifaklarını sol devrimci güçlerle ortak mücadeleye dayandırdı. Bizim esas Türkiye ittifakımız aslında bu güçlerle gerçekleşiyor. O anlamıyla tabii ki stratejik önemde. Devrim, devrimci mücadele, anlamlı bir ittifaklar sorunu. Tek başına devrim yapma iddiasında olan güçler bile eninde sonunda kendisi gibi mücadele yürüten güçlerle bir araya gelerek aynı hedefe yürümekle karşı karşıya kalıyor. Çünkü devlet zoru, karşı karşıya kaldığı sistem gerçekliği çok daha fazla örgütlü. O anlamıyla 15-16 Haziran direnişi de işçi sınıfı açısından şöyle bir gerçekliğe dayalı olarak gelişti: İşçilerin, işçi sınıfının birleşik mücadelesiyle güç olunabildi.
Türkiye'de yaşananlara bakıyorum, yoksulluğa bakıyorum, insanların karşı karşıya kaldığı zorlukları takip etmeye çalışıyorum. Gerçekten yaşanılacak gibi değil, borçlu olmayan kimse yok. İşçilerin durumum çok daha vahim. Nitelikli işçiler belki biraz daha iyi durumda olabilir ama büyük çoğunluk çok ciddi yoksulluk sınırında yaşıyor. Düşünsenize; bir insanın tek derdi geçim derdi olsun, tek gayesi karnını doyurmak olsun ve bunun için kendi bedeni, emeğini satmak durumunda kalsın. Emeğini satmak, kendi bedenini satmak gibidir. Çünkü o senin bir parçandır. Pazarlama hali, bir kendini sunma halidir. Bu çok ciddi bir aşağılanmadır; işçi sınıfı, emekçiler için çok ciddi bir aşağılanmadır. Kendini sürekli böyle sunma halinde tutmak ağır bir durum. Fakat şöyle bir gerçeklik var: Bu büyük çoğunluk uyuyan bir dev gibi geliyor bana. Aslında esas güç işte bu. Bu uyuyan dev; esas güç halk, esas güç emekçiler...
15-16 Haziran Direnişi'nde Adalet Partisi ve CHP’ydi. Günümüze vuralım; CHP ile AKP parlamentoda istedikleri kararı alabilirler. Ama eğer halk, eğer ezilenler bilinçli olursa, örgütlü olursa, yaşamının değerini bilirse, yaşamın anlamı olursa, değeri olursa, yaşamına bir şey sığdırmak isterse, o dev her şeyi sarsabilir. 15-16 Haziran’ın verdiği esas mesaj budur. O yüzden örgütlü olmak, birlikte mücadele etmek gerekiyor. Çağımızın modern köleliğini işçiler oluşturuyor, tahammül edilemeyecek koşullarda çalışıyor ve yaşıyorlar. Bu bir modern kölelik. O yüzden işçi sınıfının gücünü de görmek lazım.
Bizim ismimiz nedir? Kurdistan İşçi Partisi’dir. PKK, bir emekçi, işçi partisidir. İşçilerin, emekçilerin özgürlük partisidir. Yoksulların, yok sayılanların, çalışanların partisidir. O anlamıyla esas olan şey bunu görmek, bunu bilince çıkarmak ve bu çerçevede de işçinin, emekçinin, ezilen sınıfların örgütlenmesine büyük bir aşkla girişmek lazım. Eğer o olursa başarı olur. Yoksa orta sınıfla hiçbir yere varılmaz. O orta sınıf; adı üzerinde orta sınıf. Sürekli yükselme beklentisi içerisinde olan, burjuvaya ulaşacağını düşünen o yüzden de ısrarla ona yapışan, daha yükselmeye çalışan kaypak bir sınıftır. Ama işçiler, emekçiler gerçekten emeğiyle dünyayı yaratanlar, yarattıklarına sahip çıkabilirler. Yarattıklarına sahip çıkabilir, bunu adilce belirleyebilirler. Bunun için başka güçlere ihtiyaç yoktur.
PKK BİR SİYASET, BİR DÜŞÜNCE GÜCÜDÜR
PKK'yi sadece çatışmacı bir örgüt, sadece öldürme eylemiyle anmak isteyen ve bu şekilde aslında marjinalleştirmek, bitirmek isteyen bir saldırıyla karşı karşıyayız. Fakat Kürt halkı da biliyor aslında vicdanlı insanlar da biliyorlar ki PKK hiçbir zaman sadece bir silahlı mücadele yürüten bir hareket olmadı. Her şeyden önce bir düşünce hareketidir PKK. PKK, tarihin en ağır soykırım saldırılarının yürütüldüğü Kurdistan coğrafyasında Ortadoğu'ya Rönesans, yenilenme, aydınlanma hareketi olarak aslında çıkış yaptı. Öyle olmasaydı başarılı olamazdı zaten. Öyle olmasaydı Kürt toplumuna bu kadar etki edemezdi. Bu kadar yeni siyasal argüman üretemezdi. Tabii ki bunların hepsinin merkezinde de Önder Apo var. Önder Apo'nun, Önderliğimizin öncülüğünde bunlar gelişti. Önderliğimiz başından itibaren şunu hep söyledi. Dedi ki, eğer başka bir yol olsaydı 1980-82 arasında o zindanlardaki ağır saldırılar, işkenceler olmasaydı, katliam saldırıları olmasaydı, PKK daha çok ideolojik, daha çok zihniyet hareketi olarak gelişebilirdi. Bunun koşulları olmadığı için silahlı direniş devreye girdi. Başlangıçta silah yoktu, onu demek istiyorum.
O anlamıyla PKK kesinlikle bir siyaset gücüdür. Kürt halkının politik gücüdür. Bunun konuşmasını istemeyenler, Kürtlerin açığa çıkan değerlerini pazarlamak isteyenlerdir. İsim vermek istemiyorum. Bunu Kürtlük adına yapanlar var. O kadar rahat Kürtlük adına konuşuyorsa birisi ya da birileri, demek ki Kürtleri pazarlayarak yaşıyordu. Çünkü Kurdistan için, Kürtlük için, Kürt halkının özgürlüğü için bir taşı bir taşın üzerine koyanların hepsi bunu bedel vererek yapıyor. Bedel vermeyenler, rahat rahat oturduğu yerden konuşanlar asla Kürt halkının üyesi olamazlar. Kürt demokratik ulusunun üyesi olamazlar. Kendilerine milliyetçi diyor bu tayfa. Bu söylemleri geliştiren bir kesim, kendisini Kürt milliyetçisi olarak tanımlıyor. Fakat hangi soykırımcı, hangi sömürgeciye hangi taşı attın? Hangi işgalciyi nereden çıkardın? Kurdistan işgal altında. Bakurê Kurdistan da işgal altında. Hangisinin burnunu kanattın, hangisinin tavuğuna kışt dedin? Yoktur böyle bir şey. Bunların hepsi kafa bulandırmak içindir.
İşte seçimlerde biz üçüncü, üçüncü yolu savunduk. Başından sonuna kadar onu savunduk. Her şeyden önce şunu demek istiyorum. Kürtlerin varolan gücüyle politika yapması istenmiyor. Böyle koyun olsun, boynunu uzatsın. PKK buna müdahale edince, oyunları bozunca bu tür tepkiler geliyor. PKK’nin yaptığı açıklamalar, herkesi tavır almaya itmiştir. Herkesin gerçek renginin de açığa çıkmasını sağlamıştır. Kapalı kapılar ardında ben Kürt halkının dostuyum diyeceksin ama renk vermeyeceksin. Renk vermek istemiyor ama bu işler kapalı olmaz. Üstü kapalı demokratım diye bir şey olabilir mi? Böyle bir şey olamaz. Üstü kapalı Kürt dostu olabilir mi? Olamaz. O anlamıyla PKK’nin tutumu, duruşu, yürüttüğümüz politikalar deşifre ediyor. Objektif olarak yapılıyor. Belki susun demiyor. Ama günün sonuna gelindiğinde, mücadele etmek gerektiğinde ya mücadele edecek ya da kendi tarafını belli edecek, kendi rengini belli edecek. Bu tabloda Kürtlerin, Kürt halkının, özgürlük isteyenlerin, dostların, demokratların, solcuların, sosyalistlerin haklarını koruyor. PKK böyle olduğu için rahatsızlar. Yoksa herhalde seslerini çıkarmazlar. Bir husus budur.
İkinci husus; şu anda Kürt ve Kurdistan üzerinde tunçtan yasalar devrede. Nasıl ki din konusunda çeşitli konularda tekeller yaratılıyorsa Kürtler hakkında konuşma konusunda da bazı tekeller yaratılmak isteniyor. Bazı gruplara bu verilmek isteniyor. Hizbullah, KDP, Hüda Par ve KDP yandaşı olan ilkel milliyetçi gruplar... Bunlara verilmek isteniyor.
PKK'nin programında ayrı bir ulus devlet yok ama diğerlerinki var. Bağımsızlık istiyorlar, federasyon istiyorlar, bilmem ne istiyorlar. Onlara konuşma hakkı var da niye PKK’ye yok. Demek ki buradaki hesap başka. Kürt halkını aldatma, kandırma; bu şekilde onun ulusal birliğini, demokratik ulus bilincini dağıtarak Türk soykırımcı sistemine yem etme, ona satma amaçlanıyor. Kürtler adına bunu yapanlar Kürtlüğü satıyorlar. Bunu böyle bilmek lazım. O anlamda biz böyle şeyleri çok da ciddiye almıyoruz. Halkımızın da çok fazla ciddiye almaması lazım.
PKK’yi terörize etmek isteyen bir saldırı var. PKK halktır. Bunu halka biz söyletmedik, halkımız söyledi. “PKK halktır, halk burada” diye slogan attı. Bu sloganı atmaya devam etmeli halkımız her fırsatta. Çünkü gerçekten PKK halktır. PKK halklaşmış bir harekettir. PKK halklaştı, PKK ulusallaştı. Bunu hiç kimse inkar edemez. PKK'yi yadsımak demek, ortadan kaldırmak demek ya da ona yönelmek demek aslında Kürt halkını soykırıma uğratmak demektir. Onun ulusal varlığını dağıtmak demektir. Yanlış anlaşılmasın, biz tekeliz demek istemiyorum. Herkes konuşuyor, konuşabiliyor da niye PKK konuşamıyor? En fazla bedeli vermiş ve Kürtleri bu tarihe getirmiş. 100 yıllık projeydi Kürtlerin soykırımı. Bunu başta Kemalistler denedi, şimdi de işte siyasal İslamcılar deniyor. 50 yıldır biz aralıksız bu topraklarda şehit veriyoruz. Böyle ayakta kalabiliyoruz. Böyle Kürtlüğü yaşatıyoruz. Herhalde bu Kürt halkı üzerine ya da Kürt halkını ilgilendiren konularda söz söyleme, politika oluşturma hakkını da, görevini de bu halk bize veriyor. Bu, devam edecektir. Kimse bunun önüne geçemez. Bu anlamda halkımızın da bu konudaki tutarlı yaklaşımı şimdiye kadar ortadadır. Her türlü fedakarlığı göstererek, bu şehitler çizgisinde, PKK’nin ortaya koyduğu direniş gerçekliği çerçevesinde, Önder Apo'nun ışığında şimdiye kadar yürümeyi sürdürdü. Bundan sonra da böyle devam edeceğine inanıyorum.”