Ok: İmralı idaresi Önderliğe tehdit mektupları veriyor

KCK Yürütme Konseyi üyesi Sabri Ok, Türk devleti ve İmralı idaresinin Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a isimsiz ve adressiz tehdit mektupları verdiğini söyledi.

Sterk TV’de yayınlanan özel bir programda konuşan Sabri Ok, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’dan haber alınamadığını ve kendisinin dışarıyla hiçbir iletişimi olmadığına dikkat çekerek; “Ama biliyoruz ki zamanında adressiz, isimsiz mektuplar işgalci devlet ve İmralı idaresi tarafından Rêber Apo’ya verilmiştir. O mektuplarda; Rêber Apo’ya, ‘Sana öyle bir zehir vereceğiz ki, o zehirle hayatını kaybedeceksin. Cesedini yiyen böcekler bile zehirlenerek ölecek” yazmışlar. Yine, ‘Gün be gün öleceksin ama farkına varamayacaksın’ demişlerdi Rêber Apo’ya. Bakın Rêber Apo gibi tarihi bir sorumluluk taşıyan biri, her gün bu işkencelere maruz kalıyor. Rêber Apo’nun hukuki hakkı olan mektuplar yasak ama böyle mektuplar serbest. Bunun anlamı nedir? Psikolojisiyle oyna, ruh sağlığıyla oyna, fiziki sağlığıyla oyna ki Rêber Apo gerçekliğinden kopsun ve rolünü yerine getirmesin. Böyle vahşi bir devlettir. Katliamlar bile bu yaklaşım karşısında hafif kalıyor. Hiçbir devlet böyle yapmaz, ancak haydut-çete devletler bunu yapar. Bu konunun Kurdistan ve Türkiye gündeminde yer alması lazım. Tecrit yok denildiği zaman herkes tepkisini ortaya koyabilmelidir” dedi.

14 Temmuz Ölüm Orucu’nun yıl dönümü vesilesiyle de PKK’nin öncü kadrolarından şehit Kemal Pir, Mehmet Hayri Durmuş, Akif Yılmaz ve Ali Çiçek şahsında tüm devrim ve zindan şehitlerini anan Ok, PKK’nin 50 yıldır 14 Temmuz çizgisinde soluksuz bir direniş sergilediğini kaydetti. 14 Temmuz direnişinin tarihi bir anlamı olduğunu vurgulayan Ok, bu direnişin Rêber Apo şahsında hala devam ettiğini ifade etti.

19 Temmuz 2012’de tüm baskı ve zorbalıklara rağmen Rojava’da kadınlar öncülüğünde bir devrim olduğunu belirten Ok, o günden bugüne Türk devletinin Rojava Devrimi’ne sürekli saldırdığını hatırlattı. Özellikle Türk devletinin işgali altında olan Efrîn’de her gün taciz, tecavüz, talan, katliam yaşandığına dikkat çeken Ok, buna rağmen birilerinin Kürt-Kurdistan adına orada kurum açarak işgali ve işgalcileri meşrulaştırdığının altını çizdi.

Sabri Ok ile yapılan röportaj şöyle: 

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a yönelik ağırlaştırılmış tecrit devam ediyor. 28 aydır  haber alınamıyor. AKP-MHP faşizmi ‘İmralı’da tecrit var’ söylemini dahi suç olarak görüyor. İmralı’daki bu ağır tecridin sebebi nedir?

Öncelikle Rêber Apo’yu saygı ile selamlıyorum. Kurdistan ve zindanlarda şehit düşen tüm yoldaşlarımızı anıyorum, anıları önünde saygı ile eğiliyorum. Şüphesiz Rêber Apo’nun durumunu iyi yorumlamamız lazım. Türk devletinin Rêber Apo’ya yaklaşımı, Kürt halkının tamamına yönelik bir yaklaşımdır. Rêber Apo’ya yönelik tecridin, baskının anlamı Kurdistan’da, Kürt halkına hatta Türkiye halklarına yönelik de tecrit ve baskı var demektir. Rêber Apo’ya uygulanan politikalar soykırım siyasetinin devamıdır. Tecridi dar bir şekilde ele almamalıyız. Rêber Apo’nun Kürt halkın ve Türkiye toplumuna sesinin ulaşmasını engellemek, Rêber Apo’nun psikolojisiyle, aynı zamanda Kürt halkının da psikolojisiyle oynamak istiyorlar. Bugüne kadar yüzlerce insanımız Rêber Apo’ya yönelik komploya tepki göstermek için bedenini ateşe verdi, şehit düştü. Rêber Apo’nun toplumla böyle bir ilişkisi var.

Birkaç gün önce Gazeteci Merdan Yanardağ bir şey söyledi. Ki bunları söylemek için ne devrimci olmak ne de Rêber Apo’yu sevmek gerekir. Sadece gerçeği dile getirmek yeter. "İmralı’da tecrit var" dedi. Bu gerçek olan bir şey. Merdan Yanardağ bunu söylediği için zindana attılar. Demek ki Rêber Apo ve İmralı’ya ilişkin kimse konuşmasın istiyorlar. Zaten Bahçeli de, "Kim İmralı’da tecrit var diyorsa, o suç işliyor" açıklamasını yaptı. Böyle bir zihniyetle karşı karşıyayız. Bu zihniyete karşı en üst düzeyde mücadele etmeliyiz. Her Kürt bulunduğu alanda tecridin olduğunu dile getirmeli, buna karşı sesini yükseltmeli, tepkilerini ortaya koymalıdır.

Birkaç gün önce Avrupa’da 17 yaşındaki bir genç katledildi; halk ayağa kalktı, Fransa’yı salladılar. Sadece bir şehirde değil tüm Fransa’da hatta Belçika ve diğer ülkelerde de eylemler oldu. Çünkü bugün Avrupa’da olan demokrasi için yüzyıllarca mücadele verdi, bedel ödedi Avrupa toplumu. Demokrasinin tehlikeye girdiğini görünce güçlü refleks veriyorlar, tam zamanında sokaklara dökülüyorlar. Böyle olması lazım.

HERKES BU SÜRECE ONURLU BİR ŞEKİLDE KATILMALI

Bazı şeyler için dört dörtlük bir örgütlenme şart değil. Mesela onurumuzla oynuyorlar, İstanbul’da biri Kürtçe şarkı söylüyor, polis darp ederek zindana atıyor. Türk devletinin panzeri geliyor, Kürt çocuklarını öldürüyor. Tecavüz ediyorlar, şehitlerin mezarlıklarını tahrip ediyorlar. Tüm bunlara karşı sessiz kalınamaz. TV’de bu yaşananlara ilişkin tartışmalar yürütüyorlar; oysa tartışma değil bir tavır, bir duruş almak lazım. Avrupa nasıl yapıyorsa Kürt halkı da o şekilde refleks göstermelidir. Gerilla zaten vahşi saldırılara karşı direniyor, direnmeye de devam edecektir. Halkımız da bilsin ki normal bir süreçte değiliz. Kimse rahat davranmamalıdır. Tarihi ve önemli bir süreçten geçiyoruz. PKK ve gerilla üzerine düşen rolü zaten fedai bir ruhla yerine getiriyor. Ama toplum da haksızlığı kabul etmemeli. Önderlik için de doğru olmayan bir şey söylendiğinde hukukçuların da, aydınların da, toplumun da yerinde bir refleks göstermesi gerekir. Bahçeli öyle söylediğinde başta hukukçular olmak üzere herkes, sen kimsin de böyle bir şey söylüyorsun, demelidir. Tepki olmazsa bunlar geri adım atmaz.

Rêber Apo’nun durumu için herkes endişe duymalı. Ne avukatlarıyla görüşebiliyor, ne ailesiyle görüşebiliyor, ne mektuplara izin veriliyor. Ama biliyoruz ki zamanında adressiz, isimsiz mektuplar işgalci devlet ve İmralı idaresi tarafından Rêber Apo’ya verilmiştir. O mektuplarda Rêber Apo’ya, ‘Sana öyle bir zehir vereceğiz ki, o zehirle hayatını kaybedeceksin. Cesedini yiyen böcekler bile zehirlenerek ölecek” yazmışlar. Yine, ‘Gün be gün öleceksin ama farkına varamayacaksın’ demişlerdi Rêber Apo’ya. Bakın Rêber Apo gibi tarihi bir sorumluluk taşıyan biri her gün bu işkencelere maruz kalıyor. Rêber Apo’nun hukuki hakkı olan mektuplar yasak ama böyle mektuplar serbest. Bunun anlamı nedir? Psikolojisiyle oyna, ruh sağlığıyla oyna, fiziki sağlığıyla oyna ki Rêber Apo gerçekliğinden kopsun ve rolünü yerine getirmesin. Böyle vahşi bir devlettir. Katliamlar bile bu yaklaşım karşısında hafif kalıyor. Hiçbir devlet böyle yapmaz, ancak haydut-çete devletler bunu yapar. Bu konunun Kurdistan ve Türkiye gündeminde yer alması lazım. "Tecrit yok" denildiği zaman herkes tepkisini ortaya koyabilmelidir. Bu önemlidir.

Bizler eğer her anlamda mücadeleyi yükseltseydik, devlet de çaresiz kalıp Rêber Apo’nun ayağına giderdi. Bu da bizim için özeleştiridir. Rêber Apo’ya borcumuzdur. Ama ısrar ve iddiamız var, mücadelemiz de devam ediyor. Halkımız da sıradan bir süreçte olmadığımızı bilmeli. Her şey bu dönemin ruhuna uygun olmalıdır. Eğer Türk devleti ortada bir zafiyet görürse üzerimize çok daha fazla gelir. Önümüzdeki günlerde Rêber Apo ve İmralı’daki diğer arkadaşlara yönelik baskılara karşı sonuç alacak önemli hamleler geliştirmeliyiz. Bu böyle gitmez, gitmemelidir. Buna karşı bir tavır alınmalı, tutum sergilenmeli. Demokrasi, özgürlükten yana olan herkes, dört parça Kurdistan başta olmak üzere herkes durumunu gözden geçirmeli, neler yapabileceğine düşünmeli, örgütlenmeli ve bu sürece onurlu bir şekilde katılmalıdır.

14 Temmuz Ölüm Orucu, Kurdistan özgürlük mücadelesinde tarihi ve önemli bir başlangıçtır. Bugün İmralı’da sergilenen direniş, zindan direnişlerini zirveye taşıdı. Diyarbakır zindanından İmralı’ya kadar zindan direnişleri Kurdistan özgürlük mücadelesinde nasıl bir rol oynamıştır?

14 Temmuz direnişinin yıl dönümü yaklaşıyor. Bu vesileyle heval Hayri, heval Kemal, heval Akif, heval Ali Çiçek şahsında tüm Amed zindan şehitlerini ve devrim şehitlerini minnetle anıyorum, anıları önünde saygı ile eğiliyorum. Ölümsüz şehitlerimize layık olmaya çalışacağız.

Tarihimizde 14 Temmuz direnişinin rolü çok önemlidir. PKK’yi PKK yapan, Rêber Apo’nun çizgisini yaşatan Ferhatlar, Mazlumlar, Hayrilerin direniş ruhudur. Türk devleti, 12 Eylül darbesinin ardından hareketimizi; PKK’yi tasfiye etmek istedi. Zaten birçok örgüt hemen hemen tasfiyeyi yaşadı. Bizim de birçok öncü arkadaşımız tutuklanmıştı. Çoğu da Amed zindanındaydılar. Eğer Amed zindanında Önderlik çizgisi esas alınmasaydı, direniş etkisiz olsaydı ve tasfiye edilseydi bunun hareketimiz üzerindeki etkisi çok büyük olurdu. Düşman bu bilinçle Amed zindanında böyle bir vahşet geliştirdi. Amaçları hareketimizi Amed zindanında yok etmekti. Fakat Mazlum, Ferhat, Kemal, Hayri gibi hareketimizin öncüleri ve kadroları geleceği gördüler. Rol ve misyonlarının farkındaydılar, görevlerini nasıl yerine getireceklerini biliyorlardı. Bu temelde hareket ediyorlardı. Rêber Apo bazen diyor; ‘Düşünüyorum da şimdi Kemal Pir olsaydı durumumuz farklı olurdu.’ Demek ki yerleri kolay doldurulmuyor. Şüphesiz çizgileri takip edildi, binlerce kahraman zindanlarda, dağlarda onların yolundan giderek dağlarda, zindanlarda direndi, hala da direniyorlar ama Kemallerin, Hayrilerin rol ve misyonları farklıydı.

Heval Mazlum şehit düşmeden önce Rêber Apo’ya ve Partiye mektup göndermişti. Biz daha ne yapacağımızı bilmiyorken heval Mazlum’un önerileri, parti tarafından talimat olarak kabul edildi. Heval Mazlum; ‘Parti bir, bir buçuk yıl içinde yurt dışında tüm hazırlıklarını tamamlamalıdır. Kendini yeni bir savaşa hazırlamalıdır. Yeni bir hamle ile devrimi geliştirmeli.” Bu öneriler talimat olarak kabul edildi. Partinin 1. Konferansında ve 2. Kongresinde bu şekilde kararlar alınarak uygulamaya geçildi. Yine heval Mazlum, “Düşman zindanda saldırılarını daha da arttıracak biz de bu saldırılara karşı sonuna kadar direneceğiz. Hem mahkemelerde, hem de buradaki yaşamımızda partiyi temsil edeceğiz. Ne fiziki ne manevi; yenilmeyeceğiz” demişti.

14 TEMMUZ DİRENİŞÇİLERİNE BORÇLU OLAN BİZLERİZ

Kürt tarihinde şüphesiz zindanlar her zaman var ama partimiz PKK ile ilk defa Amed zindanıyla tanındı. Eğer Amed zindanında 14 Temmuz ruhu olmasaydı, Newroz ruhu olmasaydı, Ferhatların ruhu olmasaydı, PKK’nin 50 yıldır soluksuz geliştirdiği direniş çizgisi olmayacaktı. 14 Temmuz direnişinin böyle tarihi bir anlamı var. Bizler her zaman onların izinden gideceğiz, onlara borçluyuz. Heval Hayri, ‘Mezarıma halkına borçludur’ yazın demişti. Asıl biz onlara borçluyuz. Onların yarattığı direniş çizgisi dağlarda, zindanlarda, her alanda temsil ediliyor. Yaklaşık 50 yıldır zindanlardan on binlerce arkadaş geçti. Amed zindan direnişinin ruhu olmasaydı on binlerce insan, on yıllar boyunca o çizgiyi savunamazdı, PKK’yi savunamazlardı. Böyle bir rolü var 14 Temmuz direnişinin.

Bu direniş Rêber Apo şahsında hala devam ediyor. Bazı arkadaşlarımız 30 yıl geçirdi zindanlarda. Düşman hala onlara boyun eğdirmeye çalışıyor. Arkadaşlar da direniyor; 30 yıl daha kalsak da direneceğiz, diyorlar. O çizginin temeli 14 Temmuz direnişiyle atıldı. Sadece zindanla da sınırlandırmamalıyız. 14 Temmuz direnişi bir parti kültürü haline geldi. Dağlarda, köylerde, şehirlerde, zindanlarda her yerde bu çizgi esas alındı. Halkımız ve PKK hala bu direniş çizgisi üzerinde mücadelesini sürdürüyor.

Türk devleti siyasi ve ekonomik krizden kurtulmak için son dönemde diplomasi hamleleri geliştiriyor. Özellikle de Arap devletleriyle yeniden iyi ilişkiler kurmak istiyor. Diğer yandan ise Belçika mahkemesi bir kez daha PKK’nin Belçika için bir tehdit oluşturmadığını, "AB terör listeleri"nin de hukuki değil siyasi olduğunu belirtti. Türk devletinin geliştirdiği diplomasi hamlelerini ve Belçika mahkemesinin bu açıklamalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türk devleti, her şeyini Kürt soykırımını tamamlama üzerine kurmuş durumda. Siyasetini de, diplomasisini de buna göre geliştiriyor.  Yine Rêber Apo’ya yaklaşımı da bu şekildedir. Kürt halkına yönelik soykırım politikalarından vazgeçmedikleri sürece siyaset ve diplomasisini bunun üzerinden geliştirecektir. Bunun için ne taviz vermeleri gerekiyorsa verecekler, geri adım atacaklar. Sadece PKK karşısında sonuç almak için her şeyi yapıyorlar. Tüm devletlerle, PKK karşısında bana bir faydaları dokunur mu, dokunmaz mı ya da Kürt halkına yönelik soykırımı tamamlayabilirler mi, tamamlayamazlar mı, temelinde bir siyaset yürütüyorlar. Avantajlarını da kullanıyorlar. Çünkü Türk devleti NATO’ya üye bir devlet. Jeopolitik ve stratejik bir yerdeler. Bu avantajlarını ahlaksızca, sınırsızca AB ve NATO karşısında kullanıyorlar. Bugün bize karşı yürüttüğü savaşta kullandığı kimyasal silahlara dahi kimsenin tepki vermemesinin sebebi de budur.

Herkes PKK’nin hakikati temsil eden insani bir örgüt olduğunu, adaleti, değerleri, kadın özgürlüğünü temsil ettiğini biliyor. Terörizmle ne ilgisi var? Tam tersi soykırımla yüz yüze kalan Kürt toplumunun nefes alabilmesi için, kimliğiyle özgür bir şekilde yaşayabilmesi için mücadele ediyor. Bu mücadele ne zamandan beri insanlık tarihinde terörizm olarak adlandırılıyor? Ama Türk devleti dediğim gibi avantajlarını kullanıyor, dünya da buna sessiz kalıyor. Fakat tüm bunlara rağmen hala bazı devletler, örgütler gerçekler üzerinde duruyor. Belçika kararını da bu şekilde değerlendirebiliriz. Aslında PKK en çok Belçika’da tanınıyor. Türk devleti, PKK’nin merkezi Brüksel’dedir ama Brüksel, PKK bizim için bir tehdit değil, terör de değil, diyor. PKK kime ne zarar vermiş ki? PKK’nin zaten öyle bir derdi, amacı yok. Tam tersi PKK, Önderlik, Kürt halkı, Kurdistan’ın dağları, köyleri, şehirleri üzerinde zulüm var. PKK bu zulme karşı mücadele ediyor.

Bu anlamda Belçika’nın verdiği karar önemlidir, bu kararda ısrar etmeli, geri adım atmamalıdır. Geçmişte de böyle kararlar almışlardı. Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi, bu kararı anlamlı bulmalı, buna göre hareket etmeli ve hukuki sorumluluklarını yerine getirmelidir. Türk devletinin yalanlarına, baskılarına boyun eğmemeliler. Demokrasi değerlerine bağlı kalmalılar. Halkımız da bu mücadeleyi asla gevşetmemeli. Türk devletinin tarihten bu yana halkımıza ve gerillaya karşı işlediği suçlar herkese anlatılmalı. Avrupa da bu gerçeği görmeli. Türk devletinin Kürt halkına yönelik soykırım saldırılarına karşı hukuklarını yerine getirmeliler. Türk devletine karşı bir tutum sahibi olmalılar.

Türk devleti diplomasisini bu şekilde yürütüyor. Bir dönem Mısır’la ilişkileri koparmışlardı, şimdi konsolosluklarını, elçiliklerini açtılar. Arap devletlerinin hepsiyle sorun yaşıyorlardı şimdi yeniden iyi ilişki kurmaya çalışıyorlar. Yarın Suriye ile anlaşırlarsa kimse şaşırmasın. Tek hedefleri, PKK ve Kürt halkını tasfiye etmek.

Lozan Antlaşması’nın 100. yıl dönümündeyiz. 100 yıl önce Kürt halkı 1. Dünya Savaşından sonra neden ortaya çıkan fırsatları değerlendiremedi? 100 yıl sonra 3. Dünya Savaşının yaşandığı bir dönemde Kürt halkı hangi imkanlara sahip? Kürt halkını hedeflerinden edecek tehlikeler nelerdir?

Kürt halkının tarihten bu yana çok fazla düşmanı olmuştur. Bunun sebebi, Kurdistan coğrafyasıdır. Yer üstü ve yer altı zenginlikleri olan bir coğrafya. Kimse kendileri dışında bu coğrafyada bir iradenin ortaya çıkmasını istemiyor. Kürt halkının tarihi, antlaşmalarla baş aşağıya doğru gitti. Bütün mücadelemiz bunu değiştirmek içindir.

Lozan dönemi de böyleydi. 1. Dünya Savaşından sonra aslında Ortadoğu dizayn edildi. Özellikle Fransa ve Britanya, 22 Arap devleti yaratarak kendilerine bağladılar, o devletleri de birbirine düşman ettiler. Kürt halkına da parçalanmak düştü. Önce iki parçaya, ardından da dört parçaya ayırdılar. Burada çok fazla oyunlar oynandı. Kürt halkı da o dönem birlik olmamıştı. Kendini tanımıyordu. Özgür değildi, örgütlenmemişti, ulusal birlik ruhunu yaratamamıştı. Aşiret olarak, bölge olarak kaldı. Genel olarak birlik olamadı. Düşman da bunu esas alarak oyunlar oynadı. Kürtlerin mezhepleriyle oynadı, Alevi, Sünni, Êzidî; dört parçadaki aşiretlerle oynadı. Kürtleri birbirine kırdırmak için çelişkiler yarattı. O politika hala geçerli. Buna karşı Koçgirî, Şêx Saîd isyanlarıyla direnişler de geliştirildi.

Sevr Antlaşması’nda aslında Kürtler için bir şey vardı. Kürtler Sevr ile nefes alabilirdi ama Türkler bunu kabul etmedi. 1. Dünya Savaşından sonra hemen toparlandılar. Mustafa Kemal Atatürk akıllı biriydi. Yani zeki, realistti. Osmanlı kafası gibi her yere yayılmayı düşünmedi, zaten Avrupa karşısında o kadar gücünün olmadığının farkındaydı. Kendileri için daha makul olan Misakı Milli’yi esas aldı. Lozan’a gittiklerinde, ‘Türkiye Kürt ve Türk halkınındır; birlikteyiz’ diyor. Kürtler adına temsilcilerini belirliyorlar. Kürt halkı direniyor ama güçleri yetmiyor. Uluslararası alanda kimliklerine sahip çıkamıyorlar ve Kurdistan dört parçaya bölünüyor.

Kürt halkı bugün ulusal birlik temelinde hareket ederse, haklarını kullanırsa ya da savunursa eline geçen fırsatları iyi değerlendirebilir. Ama tarihten bu yana düşmanla kurulan ilişkiler, aslında ilişkiden ziyade düşmana hizmet etmek günümüzde de devam ediyor. Mesela düşmanla bu şekilde bir ilişki kurulmazsa, Kürt halkı iradesini ortaya koysa birçok kazanım elde ederler. Ama düşman hala o işbirlikçi damarla oynuyor. Bugün bize karşı yürütülen savaşta da durum böyle. Mesela Türk devleti Başûr’dan gelip bize saldırıyor. Tabii ki bu durum canımızı yakıyor, öfkeleniyoruz da. Kürt halkı da bu şekilde hissetmeli ve tepkisini ortaya koymalıdır. Kürt partileri arasında elbette anlaşmazlıklar olabilir, birbirlerini de sevmeyebilirler, sorun da yaşayabilirler fakat hiçbir şey bir Kürt örgütünün diğer Kürt örgütüne karşı işgalcilerin yanında yer almasına, birlikte hareket etmesine sebep olmamalıdır.

KDP olmazsa Türk devleti Başûr’dan bize saldırabilir miydi? PKK’nin yaralıları esir alınıyor, tedavilerine izin verilmiyor. Tarihte nasıl ki ulusal birlik ruhu oluşmadıysa, bu yaşananlar da ulusal birlik ruhunun oluşmasına engeldir. Önümüzdeki günlerde Lozan Antlaşması’na karşı bir konferansın yapılacağını tahmin ediyoruz. KNK bu çalışmaya öncülük ediyor. İnanıyor ve umut ediyoruz ki tüm Kürt örgütleri, dört parça Kurdistan’dan birçok kişi bu konferanstaki yerini alacaktır. Yine inanıyoruz ki bu konferansta bir irade açığa çıkacaktır. Tüm Kürt örgütlerine çağrımızdır; ulusal bir kongre yapılmalıdır ve kimse bu konuda geri adım atmamalıdır. Herkes canı gönülden bu kongreye katılmalıdır. Bu kongre Kürt halkının hayallerine cevap olacak bir kongre olmalıdır. Geçmişte birkaç kez denendi, son noktaya da geldi ama KDP’de tıkanıp kaldı. Daha sonra bazı uluslararası güçlerin kongrenin başarılı olmasını istemediklerini ve bu yüzden oyunlar oynadıklarını duyduk. Bu sefer kongre sonuca ulaşmalıdır. Herkes sorumlu bir şekilde yaklaşmalı ve kongrede yer almalıdır.

19 Temmuz Rojava Devrimi’nin yıl dönümüdür. Rojava Devrimi çözüm modeliyle insanlık için umut oldu. Fakat bir taraftan da kuşatma altında. Türk devletinin Rojava’ya yönelik tehdit ve saldırıları devam ediyor. Önümüzdeki günlerde DAİŞ çetelerinin de yargılanmasına başlanacağı duyuruldu. Rojava Devrimi’nin şu anki durumunu ve son gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Rojava Devrimi insanlık tarihinde çok önemli bir yer aldı. Mekan ve coğrafya olarak küçük olabilir ama Rojava Devrimi’nin anlamı çok büyüktür. Her devrim, tüm devrimlerin yarattığı sonuçtur, denilir. Rojava Devrimi hem bugüne kadar yaşanan tüm devrimleri kapsadı, hem de hepsini geçti. Bundan dolayı çok önemliydi. Kürt, Arap, Hristiyan halkı, özellikle de kadınlar öncülüğünde DAİŞ ve Türk devleti karşısında bir devrim oldu. Rojava Devrimi olmasaydı belki bugün Ortadoğu coğrafyasında daha farklı gelişmeler olacaktı. DAİŞ, El-Nusra vb. çeteler olacaktı, Kürt halkı kim bilir nasıl saldırılara uğrayacak, katliamlardan geçirilecekti,  Türk devleti kim bilir daha nereleri işgal edecekti? Rojava Devrimi bunun önünü aldı. Bu vesileyle bir kez daha Rojava Devrimi’ni kutluyorum. On binlerce şehit verildi, hepsini saygı ile anıyoruz. Türk devletinin Rojava’ya dönük saldırılarını da kınıyoruz.

Rojava Devrimi’ne en fazla öfkelenen, tahammül edemeyen Türk devletidir. Bu da Kürt meselesiyle alakalıdır. Türk devleti Ortadoğu’da hiçbir değişim olmasın, hele hele Kürtleri ilgilendiren hiçbir şey olmasın. Eğer değişimin içinde Kürtler varsa neresi olursa olsun saldıracağım, diyor. Maalesef dünya da bu durumu kabul ediyor. Mesela Efrîn’de her gün onlarca insan kaçırılıyor, taciz, talan, tecavüz her şey yaşanıyor ama dünya sessiz kalıyor. Türk devleti yerine Ortadoğu’da hangi devlet böyle şeyler yapsaydı Avrupa, Amerika ayaklanırdı, hesap sorardı. Ama Türk devleti yapıyor, NATO üyesidir; gücünü de oradan alıyor. Gittiği yerleri sadece işgal etmiyor aynı zamanda ilhak da ediyor. Mesela Kuzey ve Doğu Suriye’de işgal ettiği yerlerin tamamını ilhak etmiş. Tüm devlet kurumlarını açmışlar. Binlerce çete ailesini Serêkaniyê, Girê Spî’ye yerleştiriyor. Kürtlerin demografisini tamamen değiştirmek istiyor.

EFRÎN’DE HER GÜN KATLİAM VAR AMA BİRİLERİ KÜRT-KURDİSTAN ADINA ORADA KURUM AÇIYOR

Türk devleti bunun için her yöntemi uyguluyor dünya buna karşı yine sessiz. Tek dertleri; mülteciler yönünü Avrupa’ya çevirmesin. Kriterleri budur. Türk devleti de zaten bunun için Avrupa’dan para da alıyor. Türk devleti açık bir şekilde Kürt statüsüne engel olacağını belirtiyor. Bu, mücadele gerekçesidir. Rojava’ya saldırı olmayan tek bir gün bile yok. Halkımız,  Arap ve Hristiyan halkı da bu saldırılara karşı büyük bir direniş içerisindedir. Onlar da devletlerin nasıl ikiyüzlü olduklarının, çıkarlarını her şeyin üstünde tuttuğunun farkındalar. Eğer öyle olmasaydı Efrîn’e müdahale ederlerdi, öyle olmasaydı Türk devletine destek vermezlerdi.

Böyle olunca çok alternatif kalmıyor. Nedir bu alternatifler? Birincisi eğer yapabilirlerse Suriye devleti ile tartışmalar yürütülmeli, birbirlerini anlamalı, çözüm yolu bulmak için birbirlerini ikna etmelidir. Kürtler devlet istemiyor ya da var olan devleti yıkmak istemiyor. Kendi haklarına sahip bir şekilde birlikte yaşamak, bunun yol ve yöntemleri için siyaset ve diplomasi yürütmek gerekir. Eğer bunlar olmazsa her anlamda direniş içerisinde olmalı, iyi örgütlenmeliler. Özellikle Türk devletinin saldırılarına karşı toplumu örgütlemeli, askeri olarak hazırlanmalılar. Rojava’da çok büyük başarılar elde edildi; bu çok önemli. Özerk Yönetimin ilanı üzerinden 11 yıl geçti. 11 yıldır inşa edilen sistem korunuyor. Eğer doğru bir siyaset yürütülürse, toplum iyi örgütlenirse, diplomasi çalışmaları iyi yapılırsa saldırıların önüne geçilir. Önemli olan ulusal birlik ruhunun her şeyin üstünde olmasıdır.

Örneğin Efrîn’de her gün taciz, tecavüz, talan, soykırım var ama diğer tarafta Kürt ve Kurdistan adına birileri gidip orada kurum açıyor, işgali meşrulaştırıyor. İşgalcilere yol veriyorlar. Halkımız bunları görmelidir.

DAİŞ ÇETELERİNİN YARGILANMASI YERİNDE BİR KARAR

Bundan birkaç gün önce Özerk Yönetim, tutukladığı DAİŞ çetelerini yargılayacağını açıkladı. Buna ilişkin tartışmalar da yapılıyor. Katliamdan geçenler, DAİŞ tehlikesini yaşayanlar, DAİŞ zulmünü görenler bu durumu memnuniyetle karşıladılar. DAİŞ çeteleri cellattı; kadın, çocuk, yaşlı insanların kafasını kesiyorlardı. Bu zalim çetelerin elbette yargılanmaları lazım. Ama takip ettiğimiz kadarıyla uluslararası devletler bu konuya sıcak bakmıyorlar. Özellikle Türk devleti bu karardan sonra çok öfkelendi. Eğer DAİŞ yargılanırsa ve çeteler konuşursa Türk devletinin birçok kötülüğü, DAİŞ ile işbirliği yapanlar ortaya çıkacaktır. Katliamlarda, talan, taciz, tecavüzde nasıl yer aldıkları da ortaya çıkacaktır. Türk devleti tabii ki bunu istemiyor. Diğer devletlerin de böyle bir durumu olabilir. Eğer o mahkemeler kabul edilirse Kuzey ve Doğu Suriye’nin statüsü de kabul edilecektir. Bazıları siyasi yaklaştığı için bu karara sıcak bakmıyor. Ama Özerk Yönetim böyle bir karar almış. Bana göre, yerinde hatta geç kalınmış bir karardır. Kürt, Arap, Hristiyan halkının, DAİŞ zulmünü görenlerin böyle bir hakkı var.

Zindanlarda tutuklu binlerce DAİŞ’li var. Bunlar ne zamana kadar böyle olacak? DAİŞ yerinde başka bir güç olsaydı, Rojava’da değil dünyanın başka yerinde olsaydılar; inanıyorum ki birçok uluslararası güç, devlet bunları yargılamak için bir şeyler yapardı. Ama şu an herkes sadece seyrediyor. Rojava’da olsunlar, onları korusunlar, bilmem ne yapsınlar ama kimse ülkesine almasın, yargılamasın. Peki ne zamana kadar sürecek bu durum? Bu siyasi bir yaklaşımdır. Özerk Yönetim'in bunları kendi hukuklarına göre yargılama hakları var. Hatta uluslararası hukuku da göz önünde bulundurmalı. Zaten öyle bir açıklama yaptılar. Birçok uluslararası kurumun da, hukuk savunucularının da katılım sağlamaları için çağrıda bulundular.

Bundan daha adaletli ve demokratik ne var? Açık bir şekilde DAİŞ’lileri yargılamak istiyorlar. Yargılamaları da lazım. Eğer öyle olmazsa tehlikeli bir durum var. İki sene önce Hesekê’de zindandan firar ettiler, yüzlerce insanı katlettiler. Yine Kobanê’nin özgürleşmesinin ardından bir gece vakti köylere saldırarak yüzlerce insanımızı katlettiler. Böyle bir potansiyelleri var. Bundan dolayı yargılanmaları ve cezalandırılmaları lazım. DAİŞ’e karşıyız diyen güçler, görevlerini yerine getirmelidir. DAİŞ zihniyet olarak da yargılanmalıdır. Türk devleti bundan dolayı da bu mahkemelerden korkuyor, bu yüzden yargılanmalarını istemiyor. Ama DAİŞ’ten hesap sorulmalı, kim bunlara yardım ettiyse, kim bunlarla işbirliği yaptıysa onlar da uluslararası hukuka göre hesap vermelidir.