İnşaat iş kolundaki Dev Yapı İş ve İnşaat İş Sendikası ile yaptığımız haberin ikinci bölümünde İnşaat İş Sendikası’ndan Deniz Gider ile konuşuyoruz. Sendikacı Deniz Gider, bu alanda yaptıkları ortak mücadelenin eylem biçimlerini aktarıyor. Neden mücadeleci bir perspektif geliştirdiklerini aktarırken de Dev Yapı İş’ten Nihat Demir gibi o da inşaatın çalışma koşullarını örnek gösteriyor. Koşulların şekillendirdiği bir sendikal mücadelenin altını çizen Gider, sarı sendikacılıkla da aralarına kalın çizgiler çekiyor.
Dev Yapı İş’ten Nihat Demir ile inşaat iş kolundaki hak gasplarını ve çalışma koşullarını konuştuk.
İki sendika olarak ortak yürüttüğünüz bir örgütlenme alanınız var. Siz bu alanda nasıl bir çerçeve çiziyorsunuz ve de sendikal anlayışınızı bu çerçevede nereye oturtuyorsunuz?
İnşaat çok çetin bir iş kolu ve sirkülasyonu olan, devamlılığı olmayan; örneğin, belki de 10 yıl sürecek bir inşaatı beş senede bitiren ve bu beş sene içerisinde de inanılmaz bir işçi sirkülasyonu olan bir alan. Haliyle bizim sendikal anlayışımız metal fabrikasından, bir tekstil atölyesinde ya da tekstil fabrikasında veya bir tersaneden, maden ocağındakinden farklı. Biraz daha fiili meşru mücadele anlayışıyla ilerliyoruz. Çünkü işçi sınıfı hakları konusunda anayasada sadece kırıntılar diyebileceğimiz haklar söz konusu. Fakat bizim iş kolumuzda bunlar bile uygulanmıyor. Örneğin, bu şantiyelerde işçinin maaşı asgariden yatar, geri kalan elden verilir. İkincisi birçok hak gasbı var. Aslında işçinin hem yaşamından hem de parasından çalınıyor. Burada bize düşen şey ise, onların kanunlarına karşı bizim koyduğumuz kendi kanunlarımız ve mücadelemiz var demek oluyor. Yani sadece şantiyenin önünde durup iki slogan atmak değil, gerekirse o kapıya zincir vurma, kendini orayı zincirlemek en olmadık yerleri ya da nerede şantiyeleri varsa, temas oldukları yer varsa, oraları rahatsız etmek gibi pratiklerimiz var. Gerekirse Boğaz Köprüsü'nü trafiğe kapatmak gibi bir mücadele geleneğimiz ve geçmişimiz de var burada.
Sendikal anlayış çerçevesine gelirsek; bugün sendika çalışmasını sadece işçiyi sendikaya üye yaptım, bitti olarak görmüyoruz. Eğer sınıf bilincin varsa, bunda samimiysen önce onunla bir insanı bağ kurmak zorundasın. Bizim sektörümüzde böyle. Zaten bugün iki sendika diyelim üyelik yapsın ve 10 bin üyemiz olsun ama yarın bu sayı düşecek. Çünkü işin bir devamlılığı yok. Ben kalkıp burada üyelik için işçinin sırtından tırnak içinde “aidat” alacağım dersem ve sendikacılığımın sırtını buraya yaslarsam bu anlayışla sadece sarı sendika olurum. Ama bugün o paradan önemli şey var, o da işçinin örgütlü militan bir mücadele anlayışına girmesidir. Yoksa Hak-İş gibi, Türk-İş gibi faşist ve sarı sendikalar var ve bugün asgari ücretin belirlenmesinde çıkıp ‘o iş bende’ deyip onca ücretliyi sefalete mahkûm ediyorlar.
Öte yandan bir sendika şube başkanı ya da bir sendikanın genel başkanı, bilmem ne dairesinin bir yetkilisi eğer bir işçinin alabileceği kadar maaş alıyorsa bu makuldür. Ama sen 70, 80, 90 bin lira, 100 bin lira bir para alıyorsan, bir kere zaten yabancılaşmışsın demektir. Biz bu anlayışı reddediyoruz. Çünkü onun o rakamla artık işçiyle teması kalmamış demektir.
Bu örnekler karşısında siz iki sendika olarak işçiler tarafından nasıl karşılanıyor ya da biliniyorsunuz?
Dev Yapı İş’le beraber bir şantiyeye gideceğimiz zaman bizi takım elbiseli bekliyorlar. Hâlbuki biz de kot giymişiz, ayakkabımız yırtık, çamura batmış ya da şu şantiyelerdeki sarı çizmelerden var ayağımızda zaten. Haliyle işçi seni oradan yakalıyor. İletişim çağındayız, işçiler sanal medyada, örneğin paylaştığımız gönderilere yorum yapıyor: “Bu abiler varsa sıkıntı yok. Gözü kapalı devam edin” yazıyorlar misal ve en samimi şey budur bence.
Bir güven veriyorsunuz yani değil mi?
Elbette aslında mesele takım elbise değil. Bu anlayıştan bahsetmek istiyorum. Artık asgari ücret 11 bin 402 lira oldu. Bugün metropollerde kiralar olmuş 15-16 bin lira. Yani bir asgari ücretli buralarda yaşayamaz. Bu durum şantiyeler de öyle. Bu adam gurbetten gelmiş, üç kuruş para alıyor, hem burada geçimini sağlamak zorunda hem de aileye para göndermek. O yüzden hepsini genele vurduğumuzda bizim yapacağımız sendikal anlayışın, militan mücadeleci bir sınıf perspektifinden olması gerekli.
Tabii bu biz çok iyi bir sendikacılık yapıyoruz anlamına gelmiyor, çuvaldızı kendimize de batırıyoruz. Çünkü şantiyelerde çok fazla ölüm yaşanıyor ve bunlara yetişemiyoruz. Çünkü gücümüz yok. Çünkü inşaat para getiren bir sendika alanı değil. Eğer bu sendikalardan para gelseydi bizler bunun hamallığını çekmezdik. O sarı sendikalar, herkesten önce buraya çöreklenirdi.
Sizler yaptığınız eylemlerde gözaltına alınıyorsunuz ya da polis yığılıyor şantiye önlerine. Mesela bunlar işçilerin gözünü korkutuyor mu?
Mücadele çetin ve bizler akbabalar, kan emicilerle uğraşıyoruz. Bu patronlar öyle kahvede okey oynayan adamlar değiller. Bunlar mafya!. Ben buraya inşaat yapmak istiyorum diyor, müsaadesini alıyor ve talan ediyor. Doğayı, hayvanları, yaşam alanlarımız yok ediyor bu patronlar! İşçi hakkını aramak için kapısına dayandığında da polis ordusunu yığıyor. Bazen iki-üç kişilik işçi ya da iki sendika temsilcisi bir işçi oluyor ama karşısında 80 tane polis! Olayı şuradan kavrıyor işçi; “Ben hakkımı istiyorum kardeşim, köle gibi çalıştım ve bunun karşılığı neyse istiyorum. Ben kötü bir şey yapmadığım halde önüme bu polis ordusu yığılıyor.”
İşçi sadece eyleme parasını alamadığı için de gelmiyor. Bu insan, tahtakurularının içinde yatıyor, kötü besleniyor. Arkadaşı gözünün önünde ölüyor, parmağı kopuyor. Ailesine, sevgilisine, çocuğuna özlem var ama çalışmaktan göremiyor. Sadece hak meselesi değil herkesin bir dünyası var, hepimizin dünyası var, hepimizin çelişkileri var. Hepimizin bir gelecek kaygısı var. Bu işçilerin yapabildiği sadece bir halı saha maçına gitmek ya da sanal medyadaki Twitter'dır, TikTok'tur; buralardan hayata bakmak. Bunlar dışında hayatları kalmıyor. Her sabah tekrar aynı şey. O yüzden biriken bir öfkenin kanalize olmasıdır oraya gitmesi ve polisle karşılaşması. O öfkenin kanalize olması, orada ona güç oluyor ve nihayetinde “ben sadece hakkımı istedim” diyebiliyor işçi.
Bu zamana kadar çok fazla gözaltına alındığımız eylemler, direnişler oldu. Havalimanındaki direniş özellikle mesela. Ama orada şunu gördük; işçiler, baş eğmiyoruz, direniyoruz diyor. Ama elbette önceliğimiz işçinin hakkını almasıdır. Yoksa eylem elbette önemlidir, eğiticidir, öğreticidir ama bir taraftan da işçinin üç kuruş maaşı var zaten bunu da riske atan bir taraftan yaklaşmıyoruz. Önce çözüm yollarını devreye sokuyoruz. Bazen birçok eylemi çözüm olduğu için kazanıyoruz da. Bizim önceliğimiz işçinin kendisi yoksa dediğim gibi tek başına iki slogan atmak değil.