Rusya Erdoğan’ı kullanıyor

Rusya’nın çıkarları için Erdoğan'a Rojava Kürtleri üzerinde baskı olanağı sağladığını söyleyen gazeteci Yusuf Karadaş, hem Kürtleri Esad’la uzlaşmaya zorlamak hem de ABD’yi sahada zorlamak için kullandığını söyledi.

Gazeteci Yusuf Karadaş, yeni dönem Türk dışı politikasında büyük bir değişiklik olmayacağını, fakat NATO zirvesinin bir gösterge olacağını söyledi. 

MİT Başkanı Hakan Fidan’ın Dışişleri Bakanlığına getirilmesiyle ‘Türkiye dış politikası yeni bir dönemece girer mi’ sorusu seçim sonrası konuşulanlar arasındaydı. AKP-MHP’nin Türkiye’nin yüzyılı dedikleri bu yeni dönemeçte ortaya attıkları birçok iddia olsa da bazı somut veriler, önceki politikalarını izleyeceğine dair güçlü kanıtlar sunuyor. Suriye Savaşı sonrası Rusya önderliğinde başlayan Astana sürecinden İsveç’in NATO üyeliğine ve de Ukrayna savaşına kadar uluslararası gelişmelerin ve egemenlik mücadelesinin Türkiye’ye yeni manevra alanları yarattığı aşikâr. Son Qamişlo saldırısı, Kürtlere saldırının devam edeceğinin de mesajı. Evrensel gazetesi yazarı Yusuf Karadaş’la hem bu süreçlerdeki politika devamlılığını hem de Türkiye’nin nasıl manevra alanlarına sahip olup olmadığını konuştuk.

Türkiye’nin hem Suriye sahası hem de dış diplomasinin diğer konularında ABD ve Rusya arasında çelişkileri kullandığı artık çok net politikalardan biri haline geldi. 11-12 Temmuz’da da NATO Liderler Zirvesi gerçekleşecek ve ABD’nin Türkiye’den İsveç üyeliğine onay vermesi bekleniyor. Türkiye bu konuda uzun süre ayak diretse de belli pazarlıklar yapıldı. Öncelikle bu süreci nasıl okumalı?

Bilindiği gibi bu tartışma aslında önce Finlandiya ve İsveç'in üyeliği biçiminde kurulmuştu. Ukrayna-Rusya savaşı, belki de NATO üyeliği başvurusu yapmayacağını düşündüğümüz ülkelerin bile bu oluşturulan güvenlik ve tehdit algısı üzerinden NATO üyesi olmasını sağladı. Bu, zaten ABD’nin yapmak istediği siyasetti. Bu bağlamda Finlandiya ve İsveç, NATO üyeliğine başvurdu. Bilindiği gibi Finlandiya'nın başvurusu Türkiye'nin koşullarını yerine getirmesi üzerine Mart’ta Türkiye'de Erdoğan ve Meclis tarafından onaylanmıştı. Tabii öncesinde şunu da söylemek gerekiyor; Erdoğan iktidarı Finlandiya ve İsveç'in başvurularını kendisi bakımından bir olanak ve pazarlık konusu haline getirmeye çalıştı.

O dönemi de hatırlatmak gerekirse neydi bu pazarlık unsuru?

NATO'yu Kürtlere karşı Rojava'da sürdürdüğü savaşın bir parçası haline getirip ve bu bakımdan en azından kendisinin yapacağı bir operasyona ABD'yi razı etmek için kullanmaya çalıştı. Bundan istediğini alamayınca Finlandiya ve İsveç'in ‘terör’ yasalarını çıkarmalarını ve bir biçimde özellikle Kürtleri iade etmeleri üzerinden bir pazarlığa girişti. Finlandiya'dan sonra bu pazarlık şimdi İsveç’le devam ediyor. İsveç de yeni bir terör yasası kabul etti. Bunu şöyle bir parantez açarak da söylemek gerekiyor. Bu ülkelerin bu yasaları çıkarmasını sadece Erdoğan rejimine yönelik bir taviz olarak görmemek gerekiyor.

Neden?

Çünkü kendini demokrasinin beşiği olarak tarif eden bu ülkelerin böyle bir pazarlık sonucu terör yasaları kabul etmiş olmaları, aslında kendi halklarına karşı da bu yasaları kullanmak isteyen, daha gerici bir siyasete yönelmelerinin bir ifadesi olarak görmek gerekiyor. Mesele sadece Erdoğan'la pazarlık meselesi değil. Bu, demokratik kazanımları baltalayan gerici bir tutumdur.

Ayrıca Erdoğan iktidarının özellikle seçimlerden sonra Mehmet Şimşek'in de ekonominin başına getirilmesiyle de bağlantılı olarak Batılı güçlerle ABD ve NATO'yla daha uyumlu ya da onların kabul edebileceği bir pozisyona gelmeye çalıştığından da bahsedebiliriz.

NATO konusunda özellikle Biden'ın Erdoğan'ı kutlamak için aradığı telefon görüşmesinde İsveç'in NATO üyeliğinin onaylanması talebini dile getirilmesi, daha sonra NATO Genel Sekreteri'nin Erdoğan'ın törenine katılması ve burada Hakan Fidan'la ve yeni Savunma Bakanı Yaşar Gürer'le de görüşmesi, Batılı güçlerle yeni bir pazarlık sürecinin ilk adımları olarak da değerlendirilebilir.

Peki, bu pazarlık Batı’nın istediği gibi mi ilerleyecek?

Erdoğan iktidarı büyük ihtimalle burada pazarlığı sürdürse de, bir şekilde İsveç'in NATO üyeliğini kabul edecek. 11-12 Temmuz'daki NATO liderler zirvesine yetişip yetişmeyeceğinden bağımsız olarak, bu konuda muhtemelen lider zirvesinden sonrasına kalsa bile oradan yapılacak pazarlıklar sonucunda -ki bu pazarlığın bir ayağında ABD'nin Türkiye'ye F-16 satışı var- bu süreç tamamlanacak. Bunun üzerinden Erdoğan’ın bu adımı, Batılı güçlerle ilişkisini bir biçimde yenilemek üzere kullanacağını düşünüyorum. Tabii şunu da gözetiyor Erdoğan; özellikle Rusya'yla da çok açık bir biçimde karşı karşıya gelmeyecek bir pozisyonda kalmaya da çalışıyor. Bütün itirazların bir tarafında da Rusya'ya ‘bak ben bunlara karşı direniyorum ama aynı zamanda seninle de ilişkilerimi sürdürmek istiyorum’ mesajı vererek yapıyor.

Buna denge politikası denebilir mi?

Buna denge politikası denmez ama fırsat bulabildiği oranda kendi çıkarları için bu çelişkiyi kullanmaya çalışıyor. Bu bir denge siyaseti değil, çünkü çelişkileri kullanmaya çalışsa da zaman zaman ortaya çıkan tabloya göre daha fazla taviz vermeyi de gerektiren bir siyaset olarak ilerliyor. Hatta bazen geri adımlar atmak zorunda kalacağı yerler daha fazla da oluyor. Bunu en somut örneğini özellikle Ortadoğu'da, İsrail, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır, Suudi Arabistan'la ilişkilerinde gördük. Dün açıktan bunları darbeci, 15 Temmuz’un finansörü ya da katil ilan ediyordu ama onlarla normalleşme adı altında tavizler verme siyasetine dönmek zorunda kaldı.

Astana sürecinde de Suriye, Rusya, Türkiye ve İran güçleri arasında, merkezinde Rusya'nın olduğu bir görüşme süreci var. Bu görüşmelere devam ediyor ve Suriye'deki dengeler açısında Rusya'nın Türkiye'yi olabildiğince kendisine karşı pozisyon alamayacağı bir yerde tutabilmek için pazarlık konusu haline getirdiği bir mesele olarak da duruyor. Tabii ki bu pazarlığın en önemli ayağı da Suriye Kürtlerine yönelik. Erdoğan iktidarının kendi Kürt sorununu çözme konusundaki şiddet politikasının devamı olarak Kürtlerin kazanmalarını tehdit olarak görmesini ve bu nedenle Rojava’ya yönelik saldırı politikasını sürdürme isteğini Rusya da görüyor. Rusya, aslında kendi çıkarları için de Erdoğan'a burada Kürtler üzerinde baskı kurabilme olanağı sağlıyor. Çünkü bunu hem Kürtler üzerinde daha fazla baskı kurup Esad’la uzlaşmaya zorlamak ve hem de Türkiye ve ABD’yi sahada karşı karşıya getirmek için kullanmak istiyor. Bu nedenle Rusya, doğrudan operasyonlara bugün açık kapı bırakmasa da SİHA'larla yapılan saldırılara göz yumuyor.

Aslında bu tip saldırılar Hakan Fidan, MİT’in başındayken de vardı. Fidan, Dışişleri Bakanlığına geldiğinden bu yana saldırılar yoğun bir şekilde devam ediyor. Kürtler veya daha geniş aksta Ortadoğu politikasında bir değişiklik olacak mı yoksa Erdoğan yeni dönemi de benzer bir siyaseti devam mı ettirecek?

Aslında bugünü Hakan Fidan'ın MİT'in başına geldiği dönemle bağlantılı olarak da tartışmak gerekiyor. Çünkü MİT’in 2007’de proaktif dış politika adı altında bir politika belirlediği dönemde Hakan Fidan da önce MİT Müsteşar Yardımcısı ve sonra da MİT Başkanı olarak bu sürecin merkezinde yer alan isimlerden biriydi. Bu proaktif dış politika, aslında Türkiye'nin egemenlik, paylaşım mücadelesi içinde olduğu Ortadoğu, Doğu Akdeniz, Kafkasya, Karadeniz, Balkanlar’da Türkiye egemen sınıflarının çıkarları temelinde MİT'in aktif bir rol üstlenmesi, müdahaleci bir güç olarak rol alması, operasyonlara katılması biçiminde uygulamaya konulan bir politikaydı. Bu politika belirlendiğinde Hakan Fidan'ın önce yardımcı sonra sonra da başkan olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla Hakan Fidan bir dönemin siyasetinin sembolü olarak burada önemli. Hatta Erdoğan kendisinden ‘sır küpüm’ diye bahsediyor. Onun Dışişleri Bakanı olması ve Erdoğan'ın dış güvenlikten sorumlu yardımcısının da MİT'in başına gelmesi aslında bu siyasetin, bu alanda uyumlu bir şekilde sürdürüleceğinin işareti olarak da görülebilir. Bunu her ne kadar bir başarı hikâyesi olarak sunsalar da aslında Fidan'ın döneminde yapılan müdahalelerin önemli bir kısmı başarısızlığa uğradı.

Nedir bunlar?

Gazze'ye Mavi Marmara gemisinin gönderilmesi sürecinden Suriye'deki ve Irak'taki müdahale politikasına kadar. Kürt sorununun çözümünde MİT’in görüşme süreci içinde bu görüşmeleri gizli tutmayışının ve ifşa olmasına da bakınca aslında öyle çok da başarılı, parlak bir sayfa olmadığını söylemek lazım. En çok öne çıkan şey, burada özellikle başarı hikâyesi olarak, özellikle Libya'da dengeleyici bir güç olarak Türkiye'nin cihatçı örgütleri ve SİHA'ları kullanması var. Öbür taraftan da Ermenistan ve Azerbaycan çatışmasında Dağlık Karabağ Savaşı'nda da Azerbaycan'ın yanında tutumu sayılabilir; ki, bu da aslında Rusya'nın çıkarlarına hizmet etti. Batılı ülkelerle ilişkilere yönelen Ermenistan'ın baskılanmasıyla Rusya'nın bölgedeki kontrolünü yeniden sağladı. Libya müdahalesi de Rusya yanlısı Hafter’in geriletilmesini sağlayarak ABD'nin işine yaradı. Bu müdahale ABD ve Batılıların orada Birleşmiş Milletler'in tekrar devreye sokmasını sağladı. Yani aslında başarı hikâyesi, çelişkiden faydalanma adı altında emperyalistlerin faydalandığı bir tablo olarak da tanımlanabilir. Erdoğan yönetimi bu hamleler üzerinden her ne kadar oyun kurucu güç olduğu propagandasını yapsa da asıl oyun kurucular ve bu hamleleri kendi politik çıkarları için kullananlar başkaydı.

Dolayısıyla bu politikanın bir yandan fırsat buldukça kendi yayılmacı emelleri doğrultusunda çelişkileri kullanma, öbür taraftan da her zorlandığında taviz vermeye yönelik devam edeceğini düşünüyorum. Bu yönüyle çok özel bir değişim olmayacaktır, Fidan'ın Dışişleri Bakanı olduğu bu süreçte. Ancak bu politika ne propaganda edildiği gibi antiemperyalizmdir ve ne de Türkiye halklarının lehinedir. Aksine Türkiye egemen sınıfların çıkarları doğrultusunda Türkiye’yi daha fazla şiddet ve gerilim içine sürükleyen bir politikadır.

Peki, dış politikanın yine bu süreçte iç politikayla ilişkisi nasıl olacaktır sizce? Zira uzun zamandır bir seçim vaadi olarak da Suriye’ye girmek ya da savaş sanayi gelişimi bir argüman olarak içeride pazarlanıyor. Burada bir değişim var mı?

İktidar, her ne kadar hem Meclis çoğunluğunu sağlamış hem de cumhurbaşkanlığını yeniden Erdoğan’ın kazanmasıyla bir başarı hikayesinden bahsetmeye çalışsa da hala 2019’daki yerel seçimlerde büyükşehirleri kaybettiği tablonun son seçimlerde de devam ettiğini görüyoruz. Dolayısıyla iktidarın önümüzdeki yerel seçimleri kazanma bağlamında özellikle bu gerilim siyasetini sürdüreceğini şimdiden söyleyebiliriz.

Özellikle Mehmet Şimşek üzerinden yeni ekonomik politika dönemi işçi sınıfı ve emekçilerin daha fazla yoksulluk, düşük ücret ve işsizlik dayatmasıyla karşı karşıya kalacağı zor bir dönem olacak. Bu aynı zamanda elbette şiddetin, baskının da daha fazla kullanacağı bir sürecin de işaretini veriyor. Dünyadaki bu tabloya baktığımızda, böyle rejimlere itiraz eden büyük güçlerin artık böyle rejimlerle çalışmayı benimsedikleri bir durum var. Yani Türkiye'deki Erdoğan iktidarını baskıcı olduğu için eleştiren değil, kendisiyle yeterince iş birliği yapmadığı için eleştiren bir Batı'dan da bahsedebiliriz. Çünkü Batı'nın da bu konuda aslında az önce söylediğim gibi kendi demokratik ilkelerini bugün ne kadar yürürlüğe soktuğu ciddi bir tartışma konusudur. Bütün Avrupa'da ve Amerika'da daha gerici politikanın güç kazandığı bir gerçeklik var. Burjuvazinin bu güçleri devreye soktuğu bir tablo var. Onlar için Erdoğan’ın kendileriyle ne kadar uyumlu olduğudur asıl mesele. Önümüzdeki dönemi belirleyecek şeylerden biri dünyadaki bu denge. Biraz da Ukrayna Savaşı daha görünür bir denge belirlemiş olacak. Bu güçler arasındaki mücadele ister istemez bir şekilde Suriye'de de Karadeniz politikasında da, Doğu Akdeniz'de de Erdoğan iktidarının siyaseti üzerinde etki edecek bir tablo ortaya çıkaracak. Bunu önümüzdeki süreçte belki daha belirli olarak analiz etmek mümkün olacak.

Yeni dönemin nasıl şekilleneceği konusunda belki NATO zirvesi bunun göstergelerinden biri olacak. Suriye'yle normalleşme yönünde atacaklarını söyledikleri adımların ne kadar atıp atılmayacağı, bunun göstergelerinden biri olacak ama önümüzdeki dönem Erdoğan iktidarı için de ve Ukrayna-Rusya savaşı üzerinden egemenlik mücadelesi halinde olan güçler bakımından da kolay bir süreç olmayacak. Bu bizim için de, emek ve demokrasi güçleri için de geçerli. Kürt halkı, Türkiye'deki demokrasi güçleri, işçi sınıfı üzerinde kontrolü sağlamak için baskıların artacağı bir dönem olacak. Bu zorluklar, aynı zamanda tabii ki mücadele bakımından yeni olanakları da beraberinde getirecek. Dolayısıyla işçi-emekçilerin, halklarımızın ve onların çıkarlarının savunan politik güçlerin, ittifakların buna karşı nasıl tutum alınacağı da aslında hem ülkenin hem bölgenin geleceğinin nasıl olacağı sorusunun cevabını bulmak bakımından da önemli olacaktır diye düşünüyorum.