Temelli: Çözümü mümkün kılacak kişi Abdullah Öcalan'dır
DEM Parti Grup Başkanvekili Sezai Temelli, "Çözümü mümkün kılabilecek kişi tartışmasız olarak Abdullah Öcalan'dır" dedi, kamuoyunu savaş politikalarına karşı harekete geçmeye çağırdı.
DEM Parti Grup Başkanvekili Sezai Temelli, "Çözümü mümkün kılabilecek kişi tartışmasız olarak Abdullah Öcalan'dır" dedi, kamuoyunu savaş politikalarına karşı harekete geçmeye çağırdı.
Kürt sorunu çözülmediği müddetçe Türkiye’de sağlıklı bir sistem kurulmasının mümkün olmadığını söyleyen DEM Parti Grup Başkanvekili Sezai Temelli, çözümü tartışmasız mümkün kılabilecek kişi olarak Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a işaret etti. Temelli, aydınlardan gelen “Barışa Ses Ol” çağrısının önemine dikkat çekerek, “Barış konusunda harekete geçme zamanıdır” dedi.
Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) Meclis Grup Başkanvekili Sezai Temelli, Meclis’te düzenlediği basın toplantısında gündeme dair değerlendirmelerde bulundu.
Konuşmasına 10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü’ne değinerek başlayan Temelli, Türkiye’nin basın özgürlüğü endeksinde 180 ülke arasında 165’inci sırada yer aldığını, tutsak gazetecilerin olduğunu hatırlattı.
PARİS VE ŞİRNEX KATLİAMLARI
PKK'nin kurucu kadrolarından Sakine Cansız (Sara), KNK Paris Temsilcisi Fidan Doğan (Rojbîn) ve Avrupa Kürt Gençlik Hareketi üyesi Leyla Şaylemez’in (Ronahî) 9 Ocak 2013'te Fransa'nın başkenti Paris'te katledilmelerini hatırlatan Temelli, “Bu ne ilk katliamdı ne de son oldu. Daha sonra yine Paris’te üç Kürt siyasetçi katledildi. Yine geride bıraktığımız 6 Ocak 2016’da da Sêvê Demir, Fatma Uyar ve Pakize Nayır da bildiğiniz gibi Şirnex’te katledilmiştelerdi. Kürt siyasetçilere yönelik bu katliamlar devam ediyor. Bu katliamların, bu suikastların arkasında yatan anlayış her şeyden önce Kürt sorununun çözümsüzlüğe mahkûm edilmesi duygusundan kaynaklanıyor” diye konuştu.
Söz konusu katliamların Kürt sorununun çözümünü tıkamak için yapıldığını ifade eden Temelli, “Her gün televizyonlarda MİT’in yaptığı operasyonlardan bahsediyor ki bu operasyonlar sonucunda Kürt siyasetçiler, bilim insanları, sivil insanların katledilme haberleri büyük bir başarı olarak kamuoyuna yansıtılıyor. Oysa bu hukuk dışı bir uygulama. Haklarında hiçbir hüküm olmaksızın yapılan infazlar gayri nizami savaş düzeninden başka bir şey değildir. Bu katliamların hiçbir şekilde sorgulanmaması, bu kararı verenlerin yargılanmaması, kararın arkasında olanların ortaya çıkarılmaması bugün içine sürüklendiğimiz devletin ve sistemin durumunu bize yansıtıyor” dedi.
'KÜRT SORUNUNU ÇÖZMEYEN TÜRKİYE ÇÖKÜŞ YAŞIYOR'
Kürt sorununu çözmeyen Türkiye’nin çöküşü yaşadığını ve çözmemesi halinde bu çöküşün süreceğini vurgulayan Temelli, “Kürt sorunu çözülmediği müddetçe sağlıklı bir sistemin var olması mümkün değil. Dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz. Türkiye’nin en büyük sorunu, Kürt sorunudur. Kürt sorunu diğer bütün sorunları derinleştiren, besleyen güce sahiptir. Bir yerden başlayacaksak Kürt sorununun çözümünden başlamalıyız. Kürt sorununun çözülme meselesini yine Sakine Cansız'ların öldürüldüğü güne dönerek daha anlamlı hale getirebiliriz. Nasıl çözülebilir, nasıl çözümsüz bırakılabilir? Öldürüldükleri tarih aslında sorunun demokratik çözümü adına gelişmelerin yaşandığı bir tarihti. Fakat bu sorunun çözülmesi istemeyenler bu suikastı, bu katliamı gerçekleştirdiler” ifadelerini kullandı.
İMRALI TECRİDİ
Kürt sorununun çözümünün diyalog ile mümkün olduğunu belirterek, 2013-2015 yılları arasındaki sürece işaret eden Temelli, çözümü mümkün kılabilecek kişinin ise tartışmasız olarak Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan olduğunu söyledi.
Temelli, “Sayın Öcalan ile yapılan görüşmeler, Kürt sorununun çözümü konusunda atılan adımlar hafızalarımızda tazeliğini koruyor. İşte bu çözümden kaçanlar bugün acımasız bir tecrit sistemini bu ülkeye dayatıyorlar. İmralı’da devam eden tecrit sistemi aslında dünyanın en karanlık sistemlerinden biridir. Bu karanlık bütün ülkeyi kaplamaya devam ediyor. Devletin tüm uygulamalarında, iktidarın tüm uygulamalarında aslında bu karanlığın etkilerini görüyoruz. Meseleyi çözümsüz bırakmak aslında meseleyi barıştan koparmak, meseleyi bugün demokrasiden koparmak ülkenin nasıl bir yere sürüklendiğinin fotoğrafıdır. O yüzden Türkiye’de bütün halklar, emekçiler, kadınlar bugün yaşadıkları bu sorunun nereden kaynaklandığına dair bir çaba içindeler ve buna dair de bir çözüm üretme peşindeler. Bu konunun öncüleri de aydınlardır” diye kaydetti.
'HAREKETE GEÇME ZAMANI'
Temelli, şunları söyledi:
“Bugün Türkiye’de demokrasiyi, hukuku, ekonomiyi konuşacaksak, hangi mesele ele alınacaksa bu meselenin Kürt sorunuyla olan bağını görmek zorundayız. Bu konuda çözüm yönünde atılacak bir adımın diğer sorunların çözümü konusunda önemli gelişmelere yol açacağından kuşku duymamalıyız. Aydınların çağrısı çok önemliydi. Barışa ses olma zamanıdır. Barış konusunda harekete geçme zamanıdır. Bu bu savaşı durdurmak adına herkesin inisiyatif alma zamanıdır. Eğer bunda başarılı olamazsak, bu çöküş devam edecek, bu yıkım devam edecek. Buna bağlı olarak da aslında yaşadığımız sorunlar katmerlenerek karşımıza gelmeye devam edecek.
YARGI DARBESİ
Türkiye’de özellikle son zamanlarda giderek derinleşen bir yargı krizi yaşıyoruz. AYM’nin Can Atalay hakkında verdiği iki karara rağmen önce İstanbul 13’üncü Ağır Ceza Mahkemesi’nin, sonra Yargıtay’ın 3’üncü Dairesinin direnmesi aslında geçiştirilecek bir konu değil. Tam anlamıyla bir yargı darbesidir. Açık bir anayasa ihlalidir.
Anayasa Mahkemesinin kararlarını beğenmeyebilirsiniz, Anayasayı beğenmeyebilirsiniz, anayasayı değiştirmek için bir çabanın içinde olabilirsiniz ama Anayasayı ihlal edemezsiniz. İhlal ederseniz bunun adı darbedir. Buna sessiz kalmak darbeyle işbirliğidir. Bugün yapılması gereken Yargıtay kararına övgüler düzmek değil. Yargıtay’ın arkasında darbecilerle işbirliğine kalkışmak değil. Yargıtay’ın bu yanlış kararını sonlanmasını sağlayacak bir iradeyi ortaya koymaktır.
Bugün ülkede kuvvetler ayrılığından söz etmek mümkün değil. Zaten kuvvetler ayrılığı söz konusu olmadığı için yargıda bazı yargı mensuplarının bu fütursuz yaklaşımlarıyla karşı karşıyayız. Bunun bir örneği de Kobanê davasında yaşıyoruz. Kobanî davasının hayata geçmesini sağlayan savcı, yolsuzluklarla anılıyor. Davanın ilk yargıcı bir çete üyesi çıktı. Bugün Kobanê davasını izlediğinizde sistematik bir kumpas davası olduğunu görürsünüz. Bu davada aslında yargılanan biz değiliz. Bu davada yargılanan, kriz doğuran sistemdir. Arkadaşlarımızın tüm savunmaları, en son Selahattin Demirtaş’ın yaptığı açıklamaları gördüğünüzde bu açıklamalar bir savunmanın ötesinde topyekûn bir sistemin yargılanmasından başka bir şey değildir.
Ortada bir devlet krizi var. Bir tarafı bu demokrasiden kaçan, giderek otoriterleşen bir yandan kaynaklanıyor, bir taraftan da tabi her şeyi ile giderek karanlığa bizi sürükleyen yapıdan kaynaklanıyor.
HASTA TUTSAKLAR
Bu devlet krizinin toplumsal maliyetlerine kimler katlanıyor. Hasta tutsaklar katlanıyor. Bugün cezaevlerinde son günlerde kamuoyunda sıkça yer aldı. Hanife Aslan, 76 yaşında yürüyemiyor, ayakta duramıyor, tekerlekli sandalyenin verilmesi bile başlı başına olay haline geliyor. Hatta tekerlekli sandalye talebine karşı jandarmanın şiddet uyguladığını görüyoruz. Yine Abdulhalim Kaya, 80 yaşında şu anda yatalak. Bunun gibi o kadar çok vaka sayabiliriz. Şu anda Türkiye’de hasta tutsak sayısı 1600’ü geçmiş durumda ve bunların yaklaşık 500’ü acil olarak tahliye edilmesi gereken durumda olmasına rağmen Adalet Bakanlığının bu konuda hiçbir girişimi söz konusu değil.
GASPÇI KAYYUMLAR
Bu ülkenin devlet krizine bağlı olarak katlandığı bir diğer maliyet hiç kuşkusuz kayyumlar. Halkın iradesinin de gasp edildiğini görüyoruz. Karşısında bir sistem yok. Bu uyduruk sistemin yaratmış olduğu bir kaos var. Bu kaosu sonlandırmanın yegâne yolu da Türkiye’nin demokratikleşmesinden geçiyor. Evet, Türkiye’nin demokratikleşmesi her şeyden önce yasama, yargı ve yürütme arasındaki kuvvetler ayrılığının tesis etmekle mümkün, bir tarafıyla da toplumsal barışı var etmekle mümkün. Bunun için de Türkiye’nin her şeyden önce demokratik bir anayasayı hayata geçirmesi gerekiyor. Türkiye’nin her şeyden önce demokratik bir cumhuriyet konusunda toplumsal iradesini ortaya koymasından geçiyor.
EKONOMİK ÇÖKÜŞ
Sefalete endeksinde ilk 10’a girmiş bir ülkeyiz. Sefalet endeksinde ilk ona girmiş ülkeleri yan yana koyarsanız, durumun ne kadar vahim olduğunu görürsünüz. Bugün ekonomik hedefleri tutturduğunu söyleyen Mehmet Şimşe’in tutturduğu yegâne hedef, sefalet endeksi hedefidir. Uydurma enflasyon rakamlarını hedef olarak görüyorlar ama gerçek enflasyon rakamları ENAG’ın da açıkladığı gibi çarşıda pazarda yaşadığımız fiyatlardır. Çocuğumuzu okula gönderdiğimizde karşılaştığımız fiyatlardır. Günlük hayatta herhangi bir meselimizde karşılaştığımız fiyatlardır. Dolmuşa bindiğimizde, bir yerden bir yere gittiğimizde, bir hastaneye, eczaneye gittiğimizde karşılaştığımız fiyat neyse halkın enflasyonu odur. Yoksa TÜİK’in uydurduğu rakamlar ne hedef olabilir ne de gerçek enflasyonu açıklayabilecek rakamlar olabilir.
Emeklilerin bugün zam oranı tartışılıyor. Yoksulluk sınırına baktığımızda emekli maaşlarına baktığımızda neden sefalet endeksinde olduğumuz anlaşılır. Bugün asgari ücret 17 bin TL olarak açıklandı ve şu anki yoksulluk sınırının üçte biridir. Asgari ücret daha asgari ücretlinin eline geçmeden hızla eridi. Yine İş-Kur’a baktığımızda bir yıl için 1,5 milyon insan işsizlik ödeneğine başvurmuş durumda. Kredi kartlarına baktığımızda insanların geliri yok. Ancak ve ancak kredi kartlarıyla ayakta durabiliyorlar. Yaklaşık 1 trilyon üzerinde kredi kartı borcunun biriktiğini bunun bir yılda 2,5 kata kadar yükseldiğini görmek mümkün. Sefaletin aslında tablosunu sizlere anlatmaya çalışıyorum. Ekonomide hangi alana gitseniz bunu görmeniz mümkün. Şu an itibariyle kurlara baksanız dolar 30 liraya, euro 33 liraya ulaşmış durumda.
YEREL SEÇİMLER
Yerel seçimler aslında bugün Türkiye'de önemli bir seçim olarak karşımıza çıkacak. Sadece belediye başkanları, belediye meclis üyelerini belirlemeyeceğiz. Türkiye’nin önümüzdeki dönem nasıl bir sürece evrileceğine hep beraber karar vereceğiz. Bu anlamıyla da demokrasi mücadelesi olarak yerel seçimlerin önemli bir eşik olduğunun altını çizmek istiyoruz. Görüyoruz adaylar açıklanıyor. Bu adaylara baktığımızda karşımıza aslında çok net bir tablo çıkıyor. Kentsel haklar mı, kentsel rantlar mı? Proje adayları aslında kentsel rantların peşinde koştuklarını, iktidarın bu rant düşkünlüğünün devam ettiğini net görüyoruz.
İstanbul adayını açıkladı iktidar. Cumhurbaşkanı Erdoğan açıkladığında bunu bir kez daha anladık. İmar Affı ile anılan, yaptığı hiçbir projenin hayata geçmediği bir insanı, eski bakanı İstanbul Büyükşehir Belediye başkan adayı olarak açıkladı. Bu da aslında kentsel haklarla alakası olmayan bir anlayışın kentsel rantlar peşinde koşacağını bir kez daha bize gösteriyor.
Biz DEM Parti olarak kentsel haklar mücadelesini vermeye devam edeceğiz. Kayyumlara karşı bir daha geri dönmemek üzere kayyumları tarihin çöplüğüne gönderme kararlılığımızı ortaya koyacağız. Kayyımın olduğu bir yerde kentsel haklardan, demokrasiden bahsedemezsiniz. Bugün Türkiye ancak ve ancak yerel demokrasi ile demokratikleşebilir. Bu bilinç ve anlayışla kayyumlara karşı mücadeleyi yükseltiyoruz. Bunun ötesinde Türkiye halklarının aslında kentsel haklarla bu ranta, talancı anlayışa karşı kentlerde giderek büyüyen yıkımlara karşı, deprem gibi doğal afetlerin felaketlere dönüşmesine karşı bir kentsel hak mücadelesini de hep beraber büyütme ve bu mücadelenin sonunda da halkın bizzat yerel yönetimlerde iktidara gelmesi için mücadelemizi veriyoruz.
İnanıyorum ki 31 Mart seçimlerinden önemli bir başarı ile çıkacağız. Bu başarı sadece yerellerde iktidara gelmemizle değil, Türkiye’yi dönüştürmesi anlamında da önemli bir sonuca imza atmış olacak.”