‘Yargıdaki siyasi merkezileşmeyi tamamlamak istiyorlar’
Avukat Kazım Bayraktar, iktidarın anayasa değişikliği isteğinin, esasen önemli bir kısmı merkezileşmiş yargının tamamının merkeze bağlanma hamlesinin bir parçası olduğunu söyledi.
Avukat Kazım Bayraktar, iktidarın anayasa değişikliği isteğinin, esasen önemli bir kısmı merkezileşmiş yargının tamamının merkeze bağlanma hamlesinin bir parçası olduğunu söyledi.
Hukukun yerini milliliğini alacağını, dahası hukukun ulusalcılık, milliyetçilik, ırkçılık üzerinden yürütülmeye çalışılacağını belirten Av. Kazım Bayraktar, “Bu da bize Nazi yargısının ideopolitiğini hatırlatır. Onun da ideolojik temeli buna dayanıyordu. Orada da yargı kendi içinde merkezileştirilmişti. Biçim olarak farklı olabilir ama özü itibarıyla Nazileri izleyen bir merkezileşmeye tanık oluyoruz” dedi.
Avukat Kazım Bayraktar, yargıdaki durum ve anayasa değişikliği tartışmalarıyla ilgili ANF’nin sorularını yanıtladı.
Anayasa değişikliği tartışmaları ve yargı organları arasındaki ‘çatışmayı’ nasıl değerlendiriyorsunuz?
Anayasa değişikliği isteği, aslında eski iktidarlar döneminde de hep tanık olduğumuz bir durumdu. Cumhuriyetin kuruluşuna kadar gitmeyelim ama 12 Eylül Darbesi’yle bu ülkede siyasal merkezileşmenin temelleri atıldı. Yasama, yürütme ve yargı yetkilerinin tek merkezden kullanılabilmesi için bir temel atıldı. Bu temel üzerinde adım adım bugünlere gelindi. Şimdi bu merkezileşmede eksik olan şeylerden birisi kadrolaşma. Her iktidar partisi, iktidara geldiğinde yargı kadrolarının yerini kolay kolay değiştiremiyor. Yargıya müdahale biraz sınırlıydı, yapılabiliyordu ama istenilen hızla yapılamıyordu.
AKP’nin Gülen Cemaati ile ittifak halinde iktidarına başladığı süreçten sonra anayasada yeni değişiklikler ihtiyacı baş gösterdi. Bu yeni değişiklik ihtiyacının perde arkasında aslında yine yargının, yasamanın ve yürütmenin merkezileşmesi yanında ayrıca yargı sisteminin kendi içinde merkezileşmesi için bir hedef konuldu. Tabii bu, kamuoyuna bu şekilde açıklanmadı. Başka gerekçelerle üzeri kapatılmaya çalışıldı ama burada iktidarı paylaşan güç odakları arasında bazı hesaplaşmalar açısından da önem taşıyordu. Örneğin Ergenekon denilen kesimin tasfiyesi, AKP-Cemaat işbirliğiyle gerçekleşti. Hemen arkasında 2010’lardaki anayasası değişikliği çok önemliydi. Çünkü 2010 anayasasına aynı zamanda 12 Eylül’den hesap soruyormuş gibi kenar süsleri yapılarak, onun arkasına çok önemli bir şey gizledi.
Yargının dizaynı mıydı gizlenen?
Evet. Hem yargının kendi içinde hem de iktidar içerisinde merkezileşmenin önündeki son engellerin kalkması gerekiyordu. Son desem de önemli birkaç engelin kalkmasıydı bu. Hükümeti oluşturan gücün ve siyasi odakların yargıda savcı ve hakimleri istedikleri gibi atamaları, yerlerini değiştirmeleri, onlara müdahil etmelerinin yolunu açan bir değişiklik vardı. O değişiklik şununla süslendi, yargı kurumları kendi içinde seçim yapabilecekler. Yüksek Hâkimler ve Savcılar Kurulu, yargıçlar tarafından seçilirse bağımsız bir yargı oluşur şeklinde bir düşünce ile böyle bir olanak tanındı ama arkasında önemli bir tehlike yatıyordu.
Neydi bu?
Bu seçimi yapacak olan hâkim ve savcılar iktidar tarafından zaten kadrolaştırılıyordu. Adalet Bakanlığının tedrisatından geçerek kadrolaşması sağlanıyordu. Adalet Bakanlığının bu konuda büyük bir yetkisi vardı zaten. Adalet Bakanlığı müsteşarı bu kurumun eskiden de başkan yardımcısıydı. Böylece yargıç ve savcıları zaten belli oranda değiştirmişlerdi 2010'a gelinceye kadar. Ergenekon yargılamalarının sağlanması da buradan kaynaklanıyordu. O değişikliğin üstüne bir de kendi içinde seçim yaparak güya ‘bağımsız yargı’ oluşuyormuş gibi bir manipülasyon yaratıldı. Nitekim ondan sonraki ilk seçimde Adalet Bakanlığı'nın göstermiş olduğu liste full kazandı. Bu yargıç, savcı kitlesi ona oy verdi, kazandı ve böylece yargının en yüksek kurumlarından birisi olan Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu, siyasi niteliği itibarıyla tümüyle iktidara bağlanmış oldu. Ondan sonra da zaten gelişmeler hızla yaşlanmaya başladığında, bu süreçte cemaat de kadrolaştı yargı içerisinde. Tabii aralarındaki ittifak çözülene kadar. Bu ittifak darbe girişimiyle birlikte çözülünce hızla bu cemaat yargıçları ve savcıları, OHAL da gerekçe gösterilerek ve onunla çıkarılmış kararnamelerle tasfiye edildi. Bir kısmı cezaevine konuldu. Yani öyle bir hale geldi ki, bu anayasa değişikliğiyle birlikte artık iktidarı ele geçiren parti, yargıç ve savcılar üzerinde her istediğini, her zaman yapabilir hale geldi. Örneğin iktidarı yürütenler bir kararı beğenmediyse, o hâkim, o gece Türkiye’nin başka bir ucuna atılabiliyor ya da yaşamını altüst edecek şekilde hakkında kararlar verilebiliyor. Şimdi anayasadaki bu değişiklikler sürekli belli bir noktaya kadar geldi ve en son yargıda bir merkezileşme sağlandı.
Eskiden Sulh Ceza Mahkemeleri vardı. Hem davalara hem de nöbetçi oldukları zaman tutuklama kararlarına ve itirazlara bakıyordu. Sulh Ceza Mahkemelerini kaldırdılar ve yerine Sulh Ceza Hâkimlerini getirdiler, böylece sadece tutuklamakla görevli bir hâkim kadrosunu daha üretmiş oldular. Ondan sonra hepimiz gördüğü gibi istediğini istediği zaman tutuklayabilen bir sistem oldu bu. Şimdi yargı, çok kolay bir şekilde her türlü kanun maddesini çiğneyerek, iktidar ne derse onu yapabilecek durumda. Aynı zamanda belli mafya çeteleriyle de ilişki kurabilen bir hâkim kadrosu Sulh Ceza Hâkimliğinde yerleşti. Böylece Sulh Ceza Hâkimliği doğrudan iktidarın elinde bir mekanizmaya dönüştü.
Kademe kademe yargıdaki merkezileşme bu şekilde ilerledi yani.
Evet, dahası arkasından savcıların yetkileri merkezileştirildi. Buradaki merkezileşme önemlidir. Başsavcıya bağlandılar ve savcıların bağımsız soruşturma açma, dava açma yetkileri ellerinden alındı ve en son bu yargı sistemi Yargıtay’a kadar merkezileştirildi. Yerel mahkemelerden Yargıtay’a doğru yükselecek olan hâkim ve savcılar doğrudan iktidarın tercih ettiği kişilerden yapılabildi.
AYM için bu merkezileşme durumu ne boyuttaydı?
Anayasa Mahkemesi (AYM) de bu süreçte iktidar tarafından değiştirilmeye başlanmıştı. Öncesine baktığımızda o biraz daha zaman alan bir şeydi. Daha önce Abdullah Gül tarafından atanmış kadroları vardı AYM’nin. Erdoğan’ın son darbe girişiminden bu yana çok ihtiyaç hissettiği, her dediğini anında, kanunsuz olsa, suç da olsa yapabilecek, liyakatten yoksun bir yüksek yargı kadrosu tamamlanmamıştı. Şimdi ise Anayasa Mahkemesi'ne atanan bu kadrolardan bazıları Erdoğan tarafından atanmış olmasına rağmen belli bir noktadan sonra bu suça iştirak etmediler. İktidarın da hoşlanmadığı kararlara imza atmaya başladılar. Tabii Anayasa Mahkemesi’ni de bu merkezileşmede hızla değiştirebilmek için anayasa değişikliğine ihtiyaç var. Bu yeni anayasa değişikliğinin amacı, doğrudan Anayasa Mahkemesi’ni kapatmaya cesaret edemeseler bile işlevsiz hale getirecek, yetkilerini kısacak, kuşa çevirecek bir anayasa düzenlemesi olacak ve hızla buna ihtiyaçları var. Bu da Anayasa Mahkemesi’nin merkezileşmesini oluşturuyor. Çünkü engel haline geldi. İstediklerini tam olarak yaptıramıyorlar. Yani anayasa değişikliğinin arka planında öncelikle yargıdaki siyasi merkezileşmenin tamamlanması var.
Mesela Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum’un bu ‘milli yargı’ söylemi çok tartışıldı. Özellikle siz de söylediniz AYM’yi tamamen kapatmasalar da bir şekilde bunu işlevsizleştirilmesi söz konusu diye. Özellikle AYM’ye bireysel başvurusunun AİHM’ye gitmeden önce bir çözüm durağı olma gibi bir görevi de vardı ve bu elbette süreci uzatıyordu. Öte yandan murat edilen bu ‘milli yargı’ meselesi hem kendi getirdikleri bireysel başvuruyu ortadan kaldırmak hem de tamamen tüm mekanizmayı bu sistem içinde yürütmek anlamına da gelir mi?
Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru yetkisi görevini 2010 anayasa ile verirlerken çok övünüyorlardı. Bununla biz bireysel başvuru hakkı getirdik, demokratikleşiyoruz diye hatta ‘yetmez ama evet’ oylarını da kandıran gerekçelerden birisi buydu. Demin bahsettiğim arka planda daha büyük bir tehlike vardı. O tehlikenin farkına varılmadı.
Burada sorunuza cevap olarak şunu kısaca söyleyeceğim. Evet, bireysel başvuru yetkisi verilirken aynı zamanda süreç de uzayacaktır. Bir yanıyla Anayasa Mahkemesi’nin gerçekten AİHM düzeyinde içtihatlar üretebilecek mahkeme olduğundan emin olsak, uzamasını önemsemeyiz ama zaman içerisinde gördük ki AİHM’ye başvurma yolunu uzadığı gibi çok önemli siyasi davalarda, özellikle gerçekten bu adaletin gecikmesi anlamına da geldi ve aleyhimize de dönmeye başladı. Bir yanıyla lehimize kararlar zaman zaman verilirken ama esas itibarıyla yolumuzu uzattı.
Bu arada iktidarın tüm yetkileri elinde toplama ihtiyacı, iktidarı bırakmamak için faşizm dediğimiz o siyasi merkezileştirmenin hızla tamamlanması ihtiyacı da çok acil hale geldi. Bu süreç sonunda kendi kurdukları bireysel başvuru kendilerini de rahatsız etmeye başladı. Çünkü bu bireysel başvuruda zaman zaman dediğim gibi şu anda istedikleri kararları çıkarmaz hale gelince, bu durum onlar açısından artık ciddi sorun olmaya başladı ve şimdi Anayasa Mahkemesi'ni hızla değiştirmek için anayasa değişikliği yapamıyorlar. Bunun yerine şunu getirdiler; Erdoğan ve iktidarı, ‘AYM kararını tanımıyoruz’ dedi. İki yıl önce Selahattin Demirtaş, Figen Yüksekdağ ve Osman Kavala başvurularında bunu çok açık bir şekilde ilan ettiğinde, aslında bu süreçte Anayasa Mahkemesinden de önce Avrupa İnsan Hakları Mahkemesini tanımama politikasını fiilen uygulamaya başladılar. Gerçekten de kendileri açısından hedef olarak koydukları davalarda İnsan Hakları Mahkemesinin vermiş olduğu kararlar uygulanmadı. O uygulamama talimatı ve politikası devam ediyor. Bu yeterli olmadı. Çünkü bu iktidar gittikçe suç batağına batarken hızlı şekilde her şeyi, bütün yetkileri elinde toplamak istiyor. İktidarda kalmak için her türlü suçu işlemeye yatkın hale gelince bu sefer Anayasa Mahkemesi'nin de içini boşaltmak istiyorlar.
Demirtaş tutuklanmadan önce başlayan bir stratejiydi. Ancak bu darbe girişimi ve 2016’yla birlikte (evet, öncesinde başlamış olsa da çözüm politikalarının bırakmasıyla birlikte) arkasından HDP milletvekillerini tutuklamak için de bir anayasa değişikliği daha yapılmıştı. O da dokunulmazlıkların kaldırılmasıydı. Burada çok tehlikeli olan bir şey vardı. HDP dışındaki tüm partiler dokunulmazlıkları kaldırılmasından yana oy verdiler. HDP o dönemde Türk burjuvazisi ve egemenleri açısından çok tehlikeli bir gelişme arz ediyordu ve bir yükselişe doğru geçmişti. Yani yasal alanda HDP sadece Kürt halkının değil, batının da oylarını alarak parlamentoda ciddi bir siyasi güç haline gelmesi hepsini korkuttuğu için orada bir anayasa değişikliği yaparak dokunulmazlıkları kaldırdılar ve HDP milletvekilleri tutuklandı. Tabii bu da yetmedi. AİHM, bu tutuklamaları haksız görünce AİHM kararını tanımıyoruz dediler ama yetinmediler. Arkasından Anayasa Mahkemesi'nin Enis Berberoğlu hakkında vermiş olduğu kararı da tanımadılar ama o dönemde Berberoğlu'nun kararını yerel mahkeme uygulamak zorunda kalmıştı. Şimdiyse Anayasa Mahkemesi, hedef olunca Mehmet Uçum’un en son bu Can Atalay kararı verildikten sonra yaptığı açıklaması, Bahçeli'nin açıklaması, Erdoğan’ın daha önceki açıklamalarının ortak noktası ‘milli irade’ oldu. Kararın milli iradeye, milliliğe aykırı olduğunu söylemeye başladılar, Ki bu durum Nazi mahkemelerini hatırlatır. Orada da benzer şekilde halkın yüksek vicdanı diye adlandırılan soyut, ne olduğu belirsiz bir gerekçe hukukun yerine konulmuştu. Burada da ‘milli irade’ onun yerine geçti. Daha doğrusu bu amaçla açıklamalar yapıldı.
Daha sonra Anayasa Mahkemesi'ne karşı bu süreç aslında planlı olarak başlatıldı. Yani Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin vermiş olduğu karar ile birlikte kriz diye adlandırılan şey kriz falan değildi. Demin söylediğim gibi amaç, Anayasa Mahkemesi’nin hedef haline gelmesi, ele geçirilmesi ve işlevsizleştirilmesi, böylece siyasi merkezileşmedeki engellerin ortadan kaldırılmasıydı. Şimdi AİHM kararı bizi bağlamaz diyenler, Anayasa Mahkemesi de bizi bağlamaz, diyor. Zaten Anayasa Mahkemesi’nin kararına uymuyorum, saygı da duymuyorum demişti Erdoğan. O politikanın uygulanması için de bu kriz denilen şey içeride planlandı. Yargıçların da uymaması için yüksek yargıda bu çelişkinin üretilmesi gerekiyordu. Yoksa 13. Ağır Ceza Mahkemesi ‘ben uymuyorum’ deseydi bu kriz istedikleri gibi olmazdı. Benim tahminim şu. Yerel mahkemeye, ‘sen dosyayı Yargıtay’a gönder’ denildi. Topu oraya attılar ki krizin üreticisi, daha doğrusu çelişki kararı, yani Anayasa Mahkemesini uymama kararını yüksek yargı alsın. Arkasından da buna kriz dediler. Sürecin arka planında bundan bir iki yıl önce Erdoğan’ın politika olarak kamuoyuna ilan ettiği ‘Anayasa Mahkemesi kararına uymuyorum, saygı da duymuyorum’ politikası var. Bugün o politika, yargı eliyle uygulamaya konuldu ve geldiğimiz noktada Anayasa Mahkemesi şu anda bu nedenle hedefte.
Öte yandan bu milliliğin arkası çok önemlidir. Gittikçe daha çok seslendirecekler bunu. Bu tür şeylerde hukukun yerini millilik alacak. Dahası; hukuku ulusalcılık, milliyetçilik, ırkçılık üzerinden yürütmeye çalışacaklar. Bu da bize Nazi yargısının ideopolitiğini hatırlatır. Onun da ideolojik temeli buna dayanıyordu. Orada da yargı kendi içinde merkezileştirilmişti. Halk mahkemesi denilen mahkemelerin başkanına bağlanmıştı. Biçim olarak farklı olabilir ama özü itibarıyla Nazileri izleyen bir merkezileşmeye tanık oluyoruz. Bundan sonrası ne olacak? Yaşayıp göreceğiz.
Yargıdaki bu merkezileşme ve siyasallaşma tartışmaları sürerken bir yandan sizin de savunma avukatlarından olduğunuz Kobanê Kumpas Davası da tüm hukuksuzluklarına karşın devam ediyor. Bu merkezileşmeyi özellikle bu dava üzerinden nasıl okumak lazım?
Kobanê davasının dosyası, 2014’te Kobanê olaylarından hemen sonra soruşturma dosyası olarak açılıp rafa konuldu. Gün gelip kullanmak üzere uygulamaya konulmadı. Çünkü bu, politik bir süreçti aynı zamanda. 2014’te başlayan soruşturma 2016’da dokunulmazlıkların kaldırılmasından itibaren hızlandırıldı. Önce milletvekilleri, arkasından HDP’nin MYK üyeleri peş peşe tutuklandı. Bu tutuklamalara karşı o dönemde avukat arkadaşlar hemen itiraz yolunu, Anayasa Mahkemesi ve İnsan Hakları Mahkemesi sürecini başlatmışlardı. Anayasa Mahkemesi, o dönemde milletvekili olmalarına rağmen tutuklananların itirazlarında hak ihlali görmemişti. Bunun üzerine avukat arkadaşlar AHİM’ye başvurdular ve AHİM buradaki tutuklamanın haksız olduğunu tespit ederken, aynı zamanda çok önemli bir tespit de daha bulundu ve iddianamede yer aldığı gibi (tüm yaralanmalar, ölümler, zarar HDP’nin üstüne yıkılmıştı) bu olaylarla HDP’nin Kobanê protestosuna çağrı tweeti arasında illiyet bağı olmadığına karar verdi.
Bu karar, aslında açmak üzere oldukları davada, bu süreçte iddianame de yeni tamamlanmıştı ve o süreçte AİHM kararı çıktığında bunlar sıkıştı. Tabii yerel mahkemenin İnsan Hakları Mahkemesi kararını uygulaması gerekiyordu fakat o dönemde tayin edilen mahkeme, iktidar tarafından sadece bu davaya özel tayin edilmişti. İktidar tarafından derken; HSK tarafından elbette ama HSK iktidarın zaten bir alt birimi gibi çalışmaya başlamıştı. O süreçte hemen iktidarın politikası doğrultusunda kararlar verecek bir heyet oluşturuldu. Bu heyet oluşturulduktan sonra AİHM’nin verdiği bu karara Erdoğan ‘bizi bağlamaz’ dedi. Mahkeme de bu siyasete uyarak tutukluluğu kaldırmadı, hâlâ da devam ettiriyor. Daha sonra dava AİHM büyük daireye gitti. Büyük daire de aynı kararı verdi, yine kaldırmadı.
Kobanê davasının bu şekilde iktidarın politikasına tastamam uyacak şekilde devam ettirilmesini sağlayan şey, demin bahsettiğim yargıdaki kadrolaşma ve siyasi merkezileşme. HSK’nın da ele geçirilmesiyle birlikte siyasi merkezileşmesi sağlanabildiği için Kobanê davasına özel heyet tayin edildi. Yoksa yasalarla belli bir dava için belli bir hâkim tayin edilmez. Bu dava için özel tayin ettiler. Bundan da hiç yüksünmediler. Bu heyetin başka bir işi yok ama bu heyeti tayin ederken de iktidar ortakları arasında da tabii bazı hesaplaşmalar, çelişkiler, uyuşmazlıklar söz konusu. Hem dava devam ederken hem de soruşturma sürecinde de buna zaman zaman tanık olmuştuk. Örneğin Kobanê davasının ilk sürecindeki mahkeme başkanı Atadedeler çetesinin üyesi çıktı. Operasyon sonucunda o da açığa alındı ve hâkimlikten atıldı. Sonra yerine gelen başkan ve yeni üyenin şu son bir yıl içerisinde izlediği çizgiye baktığımızda gerçekten, artık kelimenin tam anlamıyla Saray'ın ve MHP’nin memurları tarafından yürütülüyor dava. Yani üstlerinde yargıç cüppesi olduğuna bakmayın. Doğrudan onların memurları haline gelmiş bir mahkemeye tarafından yürütülüyor. Zaten Kobanê davası “Anayasa Mahkemesi hariç” diyelim şimdilik, yargıda siyasi merkezileşme tamamlanabildiği için bu şekilde yürüyor. Bu davada hâkimler tam kanunsuz dediğimiz (tam kanunsuzluk suçtur aynı zamanda) bir yargılama yapıyor. Bu yargılama sırasında o kadar çok usul ve hukuk ihlali yapılıyor ki bunların bir kısmı hiç tartışmaya açık bile değil. Bir gün iktidar değişse ve yargılanmaya kalksalar ‘hâkim suçu, savcı suçu’ diyeceğimiz şeyler ortaya çıkacak. Bu derecede çok açık ihlal var. İktidarın her dediğini, siyasi anlamda yapabilecek nitelikte hâkimlerin kadrolaşması sağlanabildiği için bunlar yapıldı. Yoksa bu yapılmasaydı Kobanê davasında bu kadar yargı rezaleti yaşanmazdı.