Sergelê direniş alanına giriş
Türk devletinin vahşetini göre göre ilerliyor ve Sergelê direniş alanına varıyoruz. Gerillanın görkemli direnişi ve üstün moraliyle karşılaşıyoruz.
Türk devletinin vahşetini göre göre ilerliyor ve Sergelê direniş alanına varıyoruz. Gerillanın görkemli direnişi ve üstün moraliyle karşılaşıyoruz.
Tüm dünyanın gündeminde Gazze var. Oysa Gazze değil burası. Tüm dünyanın gündeminde her gün bombaların düştüğü birkaç kilometrekarelik bir alan var. Her gün kadınların, çocukların, insanların öldürüldüğü bir yer. İbadet yerlerinin, sokakta dolaşan insanların, habersizce oyun oynayan çocukların bombalandığı bir toprak. Türk devletinin, “Gazze’ye ses verelim, katil İsrail” ikiyüzlülüğünün arasında.
Yüksek bir tepeden buz patentini aratmayan bir dans biçimi gibi, yağmurun var ettiği çamurda kaya kaya aşağı indik. Ayaklarımızı kaydıran çamur, paçalarımıza tutuna tutuna kendini bizimle aşağı bıraktı. Ağacın üstünde emanet duran yağmur damlaları da ya çantalarımıza konarak ya da saçlarımızda gezinerek bizi ıslatma peşindeydi. Arkamızda sislerin üstünde yükseldiği tepenin zirvesi gittikçe yok oldu. Bazen dik kendimizi bırakarak, bazen de gerillanın tabiriyle "berwar berwar"; yani yamaç yamaç ilerledik.
Çantalarımızdaki ağırlık bizi itekleyince yolda hem komik hem de acı sahneler yaşanıyordu. Ağırlığı bizi dengede tutsa da, “Bu ağırlığı sırtında taşıyarak Botan’a kadar yürüdü Halil Dağ” diyorum. Bize Botan’ın tüm güzelliğini, kahramanlığını, zorluklarını tanıtıp, hafızalarımızda ölümsüzleştirdi emekleriyle. Şimdi onu yaşamanın, hatırlamanın tam vaktidir. Belki de kendini motive etmenin başka bir yoludur.
Bizi Sergelê Direniş Alanı’na götürmek için gelen kadın kuryenin; “şurayı hızlı geçelim, şurada eğilelim, şurada oturun, şurada hiç başınızı kaldırmayın” uyarıları daha da maceralı kılıyordu yürüyüşümüzü. Böğürtlen ağaçlarını görünce; “az kaldı” demiştim içimden. Ve ona doğru hızlı adımlarla ilerleyen kuryemiz, ağaçtan topladığı böğürtlenleri, gülümseyerek her birimizin eline tutuşturarak, “Sergele’yê az kaldı” mesajını veriyordu.
Ama şimdi ayaklarımın üstünde yürüdüğü toprak Gazze değil, Başûrê Kurdistan topraklarında Amediyê’ye bağlı Sergelê alanı...
Kendi kendilerine; “taş üstünde taş bırakmayacağız” diyen işgalci Türk ordusunun yetkili tüm asker ve komutanlarının gelip durduğu yer. “Ha bugün ha yarın kilidi kapatacağız” diyerek, kendini avutan Türk ordusunun aylardır durduğu yer. Birkaç adımda bir obüslerin düştüğü, göğünde keşif uçağının hiç eksilmediği, her ağacın Türk devletinin yaptığı hava saldırılarından nasibini aldığı yer.
Caddede yürümeniz neredeyse imkânsız. Kendinizi cadde kenarlarında yükselen kayalıklara verip ilerlemeniz de mümkün görünmüyor, uçaklar o kadar vurmuş ki her taş parçası gevşemiş, ne zaman üstünüze düşeceği belli değil. Kendimizi ağaçlara vura vura ilerliyoruz.
Önümüzde bir grup gerilla, her şeyiyle kamuflajlı bir tarzda ilerliyor.
Tempolarına yetişmek şimdilik mümkün görünmüyor. Aceleyle, bizim iki adımda yürüdüğümüz yolu, onlar bir adımda bitirerek geride bırakıyorlar. Aceleleri var. Bir halkı özgürleştirme derdi onları tempolu kılıyor. İnsanlık adına hakkını arayan halkına duyduğu borçluluk duygusuyla ilerliyor.
İçimden bu anların karesini çekmek, hemen şuracıkta oturup yağmur ıslatsa bile herhangi bir kâğıda birkaç kelime ile şu çıplak gerçeği herkese duyurmak gelse de acele etmem gerektiğini biliyorum. Obüs ve havan atışlarından ne zaman nasibini alacağın belli olmadığı için her defasında ölümle yarışır bir tempoda ilerlemen gerektiğini biliyorsun. Bunu size savaş sahası öğretiyor. Sıcak bölgede, dünyaya gerçeği gösterme peşinde koşmak öğretiyor.
Hava saldırılarından dolayı, uçakların yoğun vurmasından dolayı toprağın her karesinde çukurlar açılmış. Ağaçların çoğu yerde, yanından geçtiğimiz çoğu ağaç yanmış. Obüs ve havan atışlarında araziye dağılan parçalar, ayakkabının altından etine ulaşma peşinde. Etrafa dağılan ağaç parçaları, bomba parçaları, gerillanın kendi tekniğiyle düşürdüğü keşif uçaklarının parçaları, yarılan toprak, boş kovanlar, çürük mermiler, yanan otlar, yanmaktan kararan taş parçaları, yukarılardan cadde ortasına, vadilere fırlayan kaya parçaları, yoğun saldırılardan dolayı ölen hayvanların bedeni ve uçak vuruşlarıyla etrafa dağılan birçok şey ve daha nice şey…
O kadar dikkatlice bakıyorum ki her yere, her şeye. Gözlerim parçalanmayan ağaçları, parça yemeyen taşları, hava saldırılarından kirlenmeyen ve dereden akan suyu, hızlıca yanımızdan geçerek yamaçtan ilerleyen gerillanın dostu pezkovîleri (dağ keçisi), kamplarına giden gerillaları görmek istercesine bakınıyor.
Yorgunluk belki de iyi bir takvimdir, zamanı belli eden... Sayılabilen bir zaman dilimi yaratan... Yorgunluğa göre ya da belki de bakınca hissettiğimiz şeye göre bir zaman dilimi oluşturuyor yüreğimiz ve beynimiz.
Bu yorgunluk ne kadar sürdü bilmeden bir gerilla kapına giriş yaptık.
Kampta bizi ilk karşılayan sessizlikti. Kampın girişi birkaç metre daha ilerleyişinde sessizlik hakimdi. Ölü bir alan diyorlar ya askeri lügatte, tıpkı öyleydi. Sessizliğin uğultusu duvarlardan; “vıııı” diye bir ses çıkartıyordu. Hem yukarı çıkıyoruz hem de aşağı iniyoruz. Fenerim kapanmaz diye umuyorum.
Kampta ilerledikçe sesler gelmeye başladı. İlk gelen ses hala kulaklarımda. Mustafa Dadar’ın söylediği o güzel marş çalıyor gerillanın radyosundan: Kurdistan Kurdistan nîştîmanî ciwan, her bijî be şadî, serbestî û azadî, her bijî, her bijî, her bijî.”
İçeri girer girmez, taş fırında ekmek yapan gerilla grubuyla karşılaştık. Karşılaştığımız ilk yerde oturduk gerillanın sofrasına. Bir grup gerilla yan yana birbirine destek vererek taş fırında ekmek yapıyor. Kendi imkanlarıyla yaptıkları taş fırın. O, tüm imkansızlıklarda imkanı yaratan gerilla ve yeni fırını. Bir gerilla hamur yoğuruyor, bir iki kişi ekmek açıyor ve bir gerilla da çayları dolduruyorken, masanın öbür ucunda duran da fırından çıkan ekmekleri kesiyor ve her ekmeği dört parçaya bölüyor. Reçel kavanozlarında doldurdukları çayları dağıtmaya başlıyor bir gerilla. Ben de hemen çekmeye başlıyorum ve böylelikle ilk durağımızı belirliyoruz. Sıcak çıkan ekmek parçalarından birini alırken, reçel kavanozlarında, yer üstünden bilmem kaç kilometre aşağıda bir yerde, direniş alanında bir tünelde çay içiyoruz. Bir direnişin portresi de yavaş yavaş kendini var etmeye başlıyor objektifin hafızasında.
Sergelê Direniş Alanından gelene kadar tanıklık ettiğimiz işgalci Türk devletinin vahşeti bir yana, gerillanın bu kadar vahşi saldırılara rağmen, yokluktan varlığı yaratan yaşamdaki moralini görünce şaşırmamak elde değil. Bu kadar saldırıya rağmen direnmek, zor koşullarda morali beslemenin sırrı da sadece onlarda saklı…