8 Ekim 1997 gecesi ölüme meydan okuyanlar

Bizler ölüme meydan okuyarak yaşarız. Bizden öncekiler de öyle yaşadı. Ardıllarımız da öyle yaşayacak. Tıpkı 8 Ekim gecesi yaşadıklarımız gibi. Tıpkı o gece adeta “ey ölüm neredesin” diye sorarak yola çıktığımız gibi…

Ölüm bir andır. Ne zaman ve nasıl gelir bilemezsin. Hiç kimsede bilemez. Bilinse bile bazen hiçbir şey yapılamaz. Ama bizler ölüme meydan okuyarak yaşarız. Bizden öncekiler de öyle yaşadı. Ardıllarımız da öyle yaşayacak. Tıpkı o gece yaşadıklarımız gibi. Tıpkı o gece adeta “ey ölüm neredesin” diye sorarak yola çıktığımız gibi…

Ama bu meydan okuma kendi ölümünden korkma yerine sorumluluğu taşınan yoldaşların canlarının kaygısıyla oluyordu. Yoksa Heval Zeynep (Gurbetelli Ersöz) “ey ölüm nereden ve nasıl gelirsen gel” diyerek yaşayan bir insandı. Nitekim o gece de öyle oldu. Çünkü ölüm bizim üstümüze değil biz ölümün üstüne yürüyorduk. Her şey bir tutam özgürlük, mutlu bir gelecek içindi. İşte o yüzden hayatın önüne geçemeyeceğimiz anları anlamlandırmak istediğimiz için dağları mekan tuttuk.

Hayatın öyle anları vardır ki, var olanın önüne geçemezsin. Bir akış halindedir. Yanlış bir mecrada seyrediyordur ama akıntıya karşı koyamayacak kadar güçsüzsündür. Artık olagelir, yaşayagelir olursun. Ve seyrededurursun acıtacağını bilerek ama yine de o acının önüne geçemeyerek... Ölüm yanı başında yürüyordur. Seninle dansa gelmiştir.

KARANLIK VE SİNSİ BİR OVA

Önünde ise kocaman bir ova uzanıyor. Nerede başladı, nerede bitti hiç hatırlamadım. Uzun sarı başakların olduğu, başakların avucunun içinde seni ısıttığı, bereketli bir ova değildi orası. Çukur, tümsek, kara bir ovaydı işte. Taşlık, ekilmemiş, üzerinde hiç başaklar yeşermemiş, kuru köklerin, çatlamış toprağın yayıldığı bir ovaydı. Karanlık ve sinsi...

Oraya nerden gelmiştik? Savaş bizi oraya getirmişti. Savaşın kendi iç yasaları… Acımasız yasaları... Savaşmak gerekir eğer insan olarak hiçbir değerin kalmadığı bir dünyada isen, bunu elde etmenin yolu silah ve savaşmaksa savaşılır. Yaşam için savaşılır. Belki de kendinin hiç görmeyeceğini bildiğin bir yaşam için savaşırsın. Çocuk olan genç olsun, ihtiyarlayabilsin diye. İğne ucu kadar bir imkan varsa o imkanı değerlendirmektir esas olan.

İşte ovanın karşısındaki yüksek tepede bekliyorduk. Yürüyüşün son dinlenme, yani mola yeriydi. Artık oradan aşağı inecek, ovayı geçecek ve karşı dağa ulaşacaktık. Dağ bizim için kurtarıcıydı. Dağa tırmanmayacak, adeta dağ kapılarını açacak ve biz de içine girip saklanacaktık. Karşımızdaki Garê dağları da bize kapıyı açmış olmalıydı! Kürtler için hep böyle olmamış mıydı? Kurtarıcıları hep dağ ve dağlar olmamış mıydı? Tarih yine tekerrür ediyordu adeta. Çünkü biz de dedelerimiz, babalarımız, analarımız gibi yeniden dağlara sığınıyorduk.

YÜREK SAHİBİ BİR KADIN KOMUTANDI

O sırada Zeynep arkadaş dağa baktı ve son bir sigarayı tellendirdi. Ellerimizde pet şişelerden içtiğimiz son yudumlardı. Son gülmeler, içimizde adını anmak istemediğimiz korku… Zeynep bakarken diyordu ya, bu gücü kendisi o kapıya ulaştıracak ya da kendisi de o güçle beraber şehit olacaktı. Çünkü o komutandı. Sorumluluk, yürek ve vicdan sahibi bir kadın komutandı.

Hayatım boyunca hiçbir kadının böylesine güzelleştiğini görmedim. Dağda ilk gördüğüm gün ile son gördüğüm 7 Ekim üzerinden bir yıl geçmişti. ‘Savaşan güzelleşir, güzelleşen sevilir’ mısrasını kendinde gerçekleştiren kadındı. Ona hayrandım. Fikirleri, girişimciliği ve en çok da kendinde yarattığı insan sevgisine hayrandım. Kocaman bir yürek olmuştu Zeynep. Ona hiç kızamazdım. Çünkü öyle bir çeperi vardı ki anında tüm soğuklukları eritiyordu. Karşılıksız hazırdı her işe, herkese. Değer vermesini bilirdi. Yoğun bir çalışma gününün sonunda o demişti; “Bugün siz çalıştınız, en çok da siz bu yemeği hak ediyorsunuz, biz sizin kadar hak etmedik” diye. Oysa sadece bir talimatı daktiloya geçirmiştik. Sabahtan beri uğraşmıştık ama çok zor bir iş değildi. Bu bence öyleydi ama Zeynep’e göre değil. Zeynep arkadaş çalışmanın anlamını ve değerini bilirdi.

ZEYNEP YİNE BENİM KOMUTANIMDI

Bir gün Önderlikle telefon konuşmasına şahit olmuştum. Başkan herkesi dinledikten sonra Zeynep arkadaşa geldiğinde, “Evet, senin de değerli düşüncelerini alalım” demişti. “Değerli düşünceler!” Çok az kişi böyle bir konuşmayı hak eder. O bunu hak etmişti. Ve aynı mütevaziliğiyle devam etmişti konuşmasına, değerli görüşlerini aktarmak için.

Zap savaşı başladığından itibaren cebindeki defterine hep notlar alıyordu. Küçük bir defterdi. Yeleğinin iç cebine koyardı. Bir hava saldırısı sonrası Türk devletinin attığı kazan bombasının yerini incelemişti. Yasaklı misket bombalarının parçaları vardı. Bunlara bakıp defterine not etmişti. Savaş bittikten sonra kısa kısa tuttuğu bu notları ele alıp yazacağını söylemişti.

Zeynep yine benim komutanımdı. O, bu sefer hayatını ortaya koymuştu. Biz hepimiz; 100 yürek de hayatımızı ortaya koyduk onunla.

100 YÜREK, 100 BEDEN…

Savaş, günlerdir aralıksız sürüyordu. Bir gece evvel Zap suyuna vurup Cûdî Tepesine çıkmıştık. Bütün gece karşı dağlarda çarpışma sesleri duyduk. Bir yandan havanlarla vuruyorlar, bir yandan uçaklarla kazan bombaları yağdırıyorlardı. Ovaya bakıyorduk. Uzun bir araydı. Sigaralar uzun uzun içildi. Hava daha uzun uzun solundu. Herkes birbirine daha uzun uzun baktı. Ova uzun uzun bizi bekledi. Artık yola çıkış zamanıydı. Araziye vuracak, deşifre olmamış bir yoldan geçecektik. Sonra da ver elini dağlar. Adeta dağlarla yeniden doğuyor olacaktık. Ama neden Garê dağının kapısının ışıklarını göremedim? Kapılar önünde engel mi vardı yoksa?

Önümde Kanî ve Ronahî arkadaşlar yürüyordu. İki genç kadın. Arkamda Rojbîn, ondan sonra Arjîn ve Bêrîvan arkadaşlar… Onlarında arkasında güzel bir yaşamı kurma kavgasını birlikte verdiğimiz diğer arkadaşlarım sıralanıyordu. 100 kişiydik. 100 yürek, 100 beden...

O GÜN CANDA’NIN ŞEHADET HABERİNİ ALMIŞTIM

Adımlarımı önümdeki genç arkadaşlarıma uydurmaya çalışıyordum. Ya da ayaklarım benim dışımda çalışıyordu o akşam. Çünkü aklım bambaşka bir yerde geziyordu. Tam o gün Canda’nın şehadet haberini almıştım. Canda’nın yüzü vardı benimle yürüyen. Bir de yolda son kez gördüğüm Sarya’nın gülüşü…  Canda, hiç mensubu olmadığı bir halk için, sadece bir insan olduğu için, insan gibi yaşamak, diğer insanların da insan gibi yaşaması için o gece bu dağlarda canını vermişti. Dostlarımın yüzü bana eşlik ediyordu yol boyunca.

ZEYNEP’İN CESARETİNDEN CESARET ALIYORDUK

100 kişi yürüyorduk. Zeynep hiç durmuyordu. Koşuyordu bir o yana bir bu yana. Grubun bir başından diğer başına defalarca koştu durdu. Yanından geçenlere gülümsüyor, halini soruyordu. Güç veriyordu. Onun cesaretinden cesaret alıyorduk hepimiz. “Yaşam için tek bir şans da olsa değerlendireceğiz, değil mi komutanım” diye geçiriyordum içimden. Evet, her şey bir damla güzel yaşam ve mutlu gelecek içindi.

Ovanın karşısında Alman yapımı kara Leopard tankların pusuda beklediğinden habersiz yürüyorduk. Onların mekanik bir uğultusu yoktur ki önceden sesini duyup tedbir alabilesiniz. Ve kızıl bir ışık gezdiriyordu düz ovada. Araziyi termal gözlerle izliyorlardı. Caddeyi kestik. Bir anda kırmızı ışık üzerimizde dolaşmaya başladı.

Grup fark edilmişti. Art arda dizilmiş 100 can yoldaştan oluşan, önü arkası belli olmayan bir gruptu. Grup ağırdı, açıkta, tankların karşısında savunmasız kalıp yakalanmıştı.

Tank bombaları bir anda dağıldı araziye. Namlularından yüzlerce top düştü toprağa. Uluslararası sözleşmelerde kullanılması yasak, gizli gizli satılan bombaların, silahların namlularından kan aktı. Dövülmedik tek bir toprak parçası kalmadı.

Benim önümde yürüyen genç Ronahî ve Kanî yol boyunca el ele tutuştu. Hep birbirlerine destek oldular. O kara geceden sonra bir daha Ronahî’nin beyaz yeleğini görmedim. Sağ tarafıma bir tank topu düştü. Sonra ben bir daha duymadım hiçbir sesi.

Bombaların yırtıcı patlamalarını, “Heval Zeynep biz buradayız, bu tarafa" diye bağıranları duymadım.

Yere düştüm.

Çığlıklar…

Kalktım koştum yukarıya doğru.

Tanklardan atılan top gülleleri hala patlıyordu.

Ova kızardı. Ovayı tank bombalarının korkunç böğürtüsü kapladı. Ova şaşkın. Bu ne bitmez bir an. Aynı anda beş, on, on beş gülle patlıyordu. Obüsler atılıyor. Tanklar çalışıyor.

Durunca araziye çıkacaklar. Kobralar araziyi tarayacak, sonra arazinin arama taramasını yapacaklar.

Bu bir savaş kuralıydı. Ya da Kürt Özgürlük Gerillalarının Türk ordusuyla savaşında izlenen bir kuraldı.

O AN DÜNYAYI DURDURMAK İSTERDİM

Eskiden Alacakaranlık Kuşağı diye bir program vardı. Gece 11’de yayınlanırdı. Bir bölümünde dünyayı durdurma yeteneğine sahip bir kadını anlatmıştı. Dur dediğinde o anda zaman duruyordu. An duruyordu. Bir gün yaşadığı yerin füze ile vurulacağı haberi geliyor. Tüm kasaba deli gibi oradan kaçmaya çalışırken evine dönüyor. Ailesini bulamıyor. Sokaktan araba korna sesleri bangır bangır geliyor. Ve kadın büyük bir çığlık atıyor. Durrrr diyor. O anda kasabanın üstündeki füze havada kalıyor. Kadın dışarı çıkıp gökyüzüne bakmıştı. Füze tam üstündeydi. O an ne çok isterdim o gücümün olmasını ve "durun, yeter!" diye çığlık atıp bu dünyayı durdurmayı, arkadaşlarımı oradan çekip çıkararak daha sonra dünyaya kaldığımız yerden devam edebilirsiniz demeyi.

Bu bir vicdan muhasebesidir. Yıllardır bitmeyen, bitmeyecek bir muhasebedir. Gündüz ya da gece olsun Ronahî’nin üzerindeki beyaz yeleğin silüeti hiç gözümün önünden gitmedi ki! Heval Zeynep’in endişeli ama bunu gölgelemek için gülümsemesini nasıl unutabilirim?

Bazı anlar vardır geri gelmez. Hep bir pişmanlıkla yaşarsınız. Söylemek istediğiniz sözler, tatmak istediğiniz dostluklar, göstermek istediğiniz davranışlar vardır. Ama geçtir. Çok geç. Asla gelmeyeceğini bilerek yaşarsınız. O zaman gösteremediğiniz davranışı, duyguyu bir başka zaman ve mekanda, başka bir yoldaşa göstermeye çalışırsınız. İşte bu bir avuntudur. Bizlerin de bir süre sonra yaşadığı bunlardır. Ama olsun. Çünkü onlarda yaşamadıklarımızı başka arkadaşlarımızda yaşamak isteriz. Bu da bir anlamda onları yaşamak değil mi? Ya da onları yaşatmak değil mi?

Hayatın öyle anları vardır ki önüne geçemezsiniz, yaşarsınız. Yaşamalısınızdır. Yaşama anlam katmak için yaşarsınız. O çığlıklara anlam vermek için... O çığlıklar unutulmasın, o çığlıklar bir daha olmasın diye...

Ruhum asla onları unutmayı kabul etmedi. Ben bu satırları yazarken hiçbir şeyin sizi anlatamayacağını da biliyorum.

AHDIM VAR...

Sadece sizleri hiç unutmadığımı bir kere olsun yazabilmek istedim. Mabedimde oturup huzurunuzda bir kere daha dua ederek sizleri düşünüyorum. Güzeller güzeli Zeynep komutanımı, hep o genç yaşında kalacak olan küçük Kanî ve Ronahî’yi ve orada şehit düşen 25 kadın yoldaşımı düşünüyorum.

Ben onların yoldaşı olabilmek için yerimdeyim. Ahdım var. Yaşayarak, çalışarak ve savaşarak ahdımı yerine getiriyorum. Heybetli dağlara hürmetle bakıyorum. O dağların ve o dağlarda savaşan gerillanın bu ahdı benimle paylaştığını tüm kalbimle bilerek yoluma devam ediyorum.

(8 Ekim 1997’de Zap’tan Garê’ye geçerken Gurbetelli Ersöz (Zeynep) ve 25 kadın gerilla, Türk devletinin tank pususunda şehit düştüler. Bu yazı, o olayı yaşayan bir gerillanın anlatımlarıyla yazılmıştır)