'15 Ağustos uluslaşmanın kapısını açtı'

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, genelde PKK çıkışı, özelde 15 Ağustos Atılımı’nın inatla sürdürülmesinin, Kürtlerin yok oluşunu durdurduğu gibi, özgür temellerde uluslaşmayı kapıyı ardına kadar araladığını söylüyor.

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, 1994’te söyleşisinde 15 Ağustos Atılımı’nın, bin yılları aşan tarihsel gelişimin en derli toplu uluslaşma ve ulusal kurtuluş adımı olduğunu vurguluyor.

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın, 15 Ağustos Atılımı’nın yıl dönümü vesilesiyle 1994’te Özgür Ülke gazetesinden yayınlanan söyleşisinden bazı bölümleri paylaşıyoruz.

15 Ağustos Atılımı’nın Kürt tarihi açısından önemi ve rolü nedir?

15 Ağustos Atılımı adı altında gerçekleşen ve gittikçe boyutlanarak şimdilerde tam bir savaş halinde seyreden Kürdistan halkının ilk ve son kurtuluş şansı olarak değerlendirebileceğimiz bu sürecin üzerine oldukça duruyoruz. Bu atılımın tarihteki yeri nedir denilecek olursa, bin yılları aşan tarihsel gelişimin en derli toplu uluslaşma ve ulusal kurtuluş adımıdır, diyebiliriz.

Tarih boyunca özel sömürgecilik yöntemleriyle, aşiret ve kabile dağınıklığı ve çelişkilerinden kurtulamayan Kürt halkının, uluslaşmanın tüm hızıyla yaşandığı 20. yüzyılda ulusal olmaktan çıkmaya doğru gidişi bu çarpıcı adımla durdurulmaya çalışıldı. Genelde PKK çıkışı, özelde bu atılımın inatla sürdürülmesi, yok oluşu durdurduğu gibi, özgür temellerde uluslaşmaya kapıyı ardına kadar araladı. Hiç abartmaksızın söylenebilir ki, Kürtlük aslında bu süreçle kendini sağlam temellerde ve gittikçe başarı grafiği yükselen bir elit halinde tanımaya başladı, kurtulabileceğine inandı. Yüzyılların köklü umutsuzluğunu yıktı. Daha da bu altüst oluşun doğurduğu sancılar içindedir. Umut hayli yüksek, başarı inancı son derece herkesi sarmıştır. Denilebilir ki, halkımızın başarı dışında hiçbir beklentisi yoktur. Kendini başarıya inandırmış durumdadır ve bu, başarı için çok gereklidir.

Özellikle son yılların başkaldırılarını kendi somutunda değerlendiren, onların düştüğü yenilgi durumuna düşmemek için özenle ve bilimsel olarak değerlendiren bir çıkış oluyor bu eylem. Yani isyan geleneklerindeki yenilgi nedenlerine dikkat ederek, Kürt isyancıların temel zaaflarına düşmeden, böylesine bir atılım gerçekleştirilmeye çalışıldı. TC’nin kuruluşuyla birlikte gerçekleşen Kürt isyanlarının nasıl ezildiğini, nedenleriyle birlikte irdeledik. Yine 1970’li yıllarda geliştirilen solculuk vardı. Bu solculuğun Kürt meselesine ilgisi söz konusuydu. Bunu da değerlendirdik. Bu solculukla arpa boyu yol alınamadığını da iyi biliyoruz. Yol almak bir yana, tam tersine ağır bir sosyal şovenizmle gerçek Kürt ulusal kurtuluşçuluğunun önünün kesilmek istendiğini, PKK tarihi boyunca çok iyi bilmekteyiz.

Yine milliyetçilik iddiasında olan KDP deneyimi vardır. İlkel milliyetçilikle yola çıkan bu hareketin bir isyanının sonuçlarını derlemek şurada kalsın, ucuz bir tüccar gibi hareket ettiği ve son 40 yılda uluslaşmaya ilişkin olumsuz yani ağır basan, hatta bütün ilkel milliyetçi önderlikli isyanların daha da gerisinde seyreden bir konuma düştüğü açıktır. Bütün bunların bilinciyle hareket ederek, bilinen PKK çıkışı ve 10 yıllık savaş gerçekleştirildi. Aslında savaş değil, insanımızın yeniden yaratılışını, ruhun kabul edilebilir özelliklerle şekillenmesini önümüze hedef olarak koymaktan tutalım, bunun savaşla nasıl yaratılabileceğine, ulusal kurumlaşmaya nasıl gidileceğine, ulusal nizamın nasıl oluşturulacağına ilişkin bir araç olunmaya çalışıldı.

Bu savaş sürecinde de bütün bunların boşa gitmediği şimdi daha iyi anlaşılıyor. PKK, Kürt halkının değer yargılarının temeli haline gelmiş, büyük bir maddi güce dönüşmüştür. İdeolojik, siyasi ve kültürel düzeyde hakimdir. Askeri alanda iddiasını oldukça sürdürmektedir. Bütün engellemelere rağmen gelişme hızından bir şey kaybetmiyor. Sadece ulusal bir gelişme olmaktan da çıkmış, bölgeyi ve uluslararası düzeyi zorluyor. Kürt kimliği ilk kez uluslararası alanda kabul görüyor. Artık dünyanın da “çözüm olmalıdır' dediği noktaya ulaşılmıştır. Bunlar, Kürtlerin tarihinde ilk defa çok çarpıcı olarak ortaya çıkıyor.

Bunun dışında ulusal kurumlaşmanın hangi kapsamda ve hangi biçimde olması gerektiği konusunda epey uğraş vermekteyiz. Bunca kaybeden bir halk gerçekliğinden yola çıkarak yalnız uluslaşma değil, özgür uluslaşmanın, hatta reel sosyalizmin çöküşünden ders çıkararak emeğe dayalı, özgür ve eşit koşullarda bir halk kimliğine, ulusal kimliğe ulaşmanın çabası içindeyiz. Belki de dünya çapında iddialı bir örnek olarak ele alınmaya çalışıyor. Böylesi uluslararası boyutu da vardır.

15 Ağustos Atılımı’nı askeri ve siyasi açıdan da ele alabiliriz. Dünyanın da arkasında olduğu ve özel savaşın en kahredicisini uygulayan Türk ordusunu işlemez duruma getirmiştir. Bu da askeri bir sanatla mümkündür. Yine orduya dayalı Türk siyasi yaşamı da bir çıkmazın içindedir. Ayrıca her türlü politika dayatıldı, diplomasi dayatıldı, bunlara da başarıyla karşı koyuldu. 15 Ağustos, buna benzer birçok anlamlı gelişmenin ta kendisidir. Sanıyorum 10 yıllık savaş sürecine ilişkin soracağınız diğer sorulara vereceğimiz yanıtlar bu konuyu daha da açıklığa kavuşturacaktır.

ULUSAL DÜZEYDE ORDULAŞMA ÇABASI

 Kürtlerin de tarihinde aşiret kuvvetleri var. En son pêşmerge kuvvetleri var. 15 Ağustos Atılımı’ndan bu yana geçen 10 yıllık sürece, Kürtlerin modern bir ordu faaliyetine geçişidir, diyebilir miyiz?

Hiç şüphesiz pêşmergecilik diye bir olgu vardır. Pêşmerge silahlı gücü diye bir deneyimin yaşandığı Güney Kürdistan’da, daha çok aşiret gücü direnişçiliği söz konusu oldu. Fakat tarih boyunca bunların hepsinin aşiret çitine çarpıp yok olduğunu biliyoruz. Her silahlı başkaldırı bir ordulaşma değildir. Yine pêşmerge tipik bir Kürt ordulaşması değildir, özellikle bir ulusal ordulaşma hiç değildir. Halk ordulaşmasına ve ulusal düzeyde ordulaşmaya biz adım atabildik, diye düşünüyorum. Bu anlamda pêrmergecilik özelliklerini, yine geleneksel isyancılık özelliklerini aşmamız, kendi içimizde bile amansız bir ideolojik, siyasi ve örgütsel savaşımla mümkün oldu.

Ulusal ordulaşma şekli, düşünce, davranış, strateji ve taktik çok az benimseniyor. Bunun yerine aşiret kafasıyla, köylü, kabile ve aile etkisiyle girişim yapılmak isteniyor. Bunun bir yönü de isyancılık oluyor; öyle ki bu sıkışmışlığın verdiği bir öfkedir, boşalmak istiyor; ailesini düşünüyor, birdenbire vazgeçiyor. Bu, Güney’de daha çarpıcıdır. Aile çıkarları hiç bırakılmadığı için, pêşmerge asla dağda uzun vadeli bir savaşa girişememiştir. Bu kültür yıkılamadığı için asla ulusal ordulaşmaya gidilememiştir. Bırakalım Güney pêşmergeciliğini, içimizde bile muazzam bir ideolojik ve örgütsel çaba olmasına rağmen hala kendini bir köylü isyancısı olmaktan alıkoyan, son derece örgütlü bir gerilla haline gelmek isteyen arkadaş sayısı çok sınırlıdır. Ölüme geliyor, her türlü isyancılığa geliyor fakat oldukça planlanmış ve sağlam taktiklerle öngörülmüş kurallı savaşa yaklaşın dememize rağmen en az gelinen tarz bu oluyor. Bizim insanımız sanıldığından daha fazla halk ordulaşmasının uzağındadır. Yaşadığı sosyal, ekonomik ve kültürel düzey onu böylesine bir savaş tarzına tepkili kılıyor. Ben bunu halen en ciddi sorun olarak görüyorum. Bu arada şunu da söylüyorum: Aydın olduğunu hatta devrimci aydın olduğunu söyleyenler de savaşa lafazanlıktan öteye yaklaşmıyor; askerliğin gereği olarak disiplin ve irade göstermiyor.

Bir bütün olarak bunlar, hiç şüphesiz bu atılım yıl dönümünde ortaya çıkan, çözümlenmesiyle birlikte savaşı geliştireceğimizi ve giderek başarı sağlayabileceğimizi gördüğümüz hususlardır. Bu anlamda 15 Ağustos Atılım süreci ciddi bir halk ordulaşması olup bu temelde ulusal ordulaşma deneyimidir de. Bu süreç sancısız geçmemiştir. Çabalarımızı sürdüreceğiz, gelişmeler var. Sınırlı gelişmeler önemli başarılara yol açıyor. Planlı gerilla savaşı sanıldığından daha fazla özel savaşı bitiriyor. PKK önderlik gerçeği özellikle bu konuda şunu söylüyor: Büyük sabır kadar ulusal düzeyde seyretme, disiplinli yaşamı öngörme, disiplini kendi şahsında yaşama olmasaydı, bırakalım 15 Ağustos Atılımı’nın 10. yılını, 48 saati bile çıkaramazdı. Bunu iyi bilmek gerekir.

 SAVAŞIN EN ÖNEMLİ SONUCU

10 yıllık savaşın TC ve Kürdistan halkı açısından ekonomik, siyasi ve askeri sonuçları ne oldu?

Benim söylememe gerek yok. Türkiye ekonomisinin son 70 yılın, hatta Osmanlı döneminin en derin krizini yaşadığını herkes söylüyor. Bunun direkt savaşla bağlantılı olduğunu herkes söylüyor. Ekonomiyi bu hale getiren de savaşın ta kendisidir, yürüttüğümüz savaştır. Türk halkı hala bu ekonomiye katlanıyorsa bu özel savaşın baskısındandır. Böylesine enflasyonun, işsizliğin ve üretim geriliğinin olduğu başka bir ülke düşünemiyorum. Özel savaş “Bu savaş başarıya ulaşırsa sonumuz olur, her şeyi kaybederiz” mantığıyla yaklaşıyor; o şoven ve talancı özelliklerini halka böyle benimsetiyor. Halkı böylesine muhtaç ettirerek savaşı sürdüreceğini sanıyor. Sanayiciler bile artık bu krize başkaldırıyor. Özel savaş baskısı altında olan halk nefes alamazken, “Bu yürümez artık' diyen sanayiciler de susturulmaya çalışılıyor. Hükümetin başı bizzat “kimmiş bu sanayiciler” diyerek tehdit etti. Durum bu kerteye gelmişken “kaç trilyon masraf etti” demenin de fazla anlamı yok. Kayıp çok daha boyutludur.

Yine siyasi bilanço, biten demokrasidir. Türkiye’de demokrasi filan yok. Sahte bir partileşme sistemi var. Artık o da yürümüyor. Partiler o kadar tükenmiş ki, hepsinin toplamı bir parti etmez. Particilik anlamını yitirmiştir. Halk kendi temel çıkarları doğrultusunda bir örgütleme yapamıyor. Bu kadar ekonomik kriz altında ezilen işçi, hatta memur ordusu demokrasi karşısında nasıl tanımlanır? Siyaset kapanmıştır, kilitlenmiştir. Bu partilerin başlarına geçen tiplerin önemli bir kısmı özel savaş elemanıdır; bunda hiç kuşku yok. Hükümetten tutalım birçok parlamentere kadar, birçok bakanlığın başına, muhalefetin başına getirilenler -küçüğü de büyüğü de, sağcısı da solcusu da İslamcısı da özel savaşın ayarlamalarıdır.

“Basın demokrasinin gereğidir” denilir. Türkiye'deki basının hali de ortadadır. Son olarak Radyo ve Televizyon Üst Kurulu adı altında bir özel savaş ekibinin emrine verilmiştir. Basın bütünüyle özel savaşa göre ayarlanmıştır. Kısaca 15 Ağustos aynı zamanda Türkiye’deki demokrasisizliği de, siyasetsizliği de ortaya çıkardı. Savaşın en önemli sonucu budur. Savaş kültürel ve sosyal yönden zaten tam bir çılgınlığa ve kaosa yol açmıştır. Şu anda Türkiye’de yaşanan sağlıklı bir yaşamdır diyecek Allah’ın bir kulu yoktur. Gençlik aşırı taklitçi yaşam tarzıyla uyuşturuluyor. Aileler paramparça edilmiş, en değersiz bir konuma getirilmiştir. Hırsızlık, lümpenlik had safhadadır, aşınmamış değer kalmamıştır.

KAYIPLARINI HALKTAN GİZLİYOR

Yine savaş açısından açıktır ki, birçok eksiğine ve zaafına rağmen gerillayı sökmeleri şurada kalsın, gelişmesini dahi durduramadılar. Zaten gerillanın gelişme şansını yakalaması Türk ordusu açısından yenilgidir. Şunu çok iyi biliyoruz ki, biz gerilla ordulaşmasını biraz daha tırmandırırsak Türk ordusunun efsanevi üstünlüğü veya adı sanı yerle bir olur. Şimdiden bunun birçok belirtisi ortaya çıkmıştır. Onun için hunharca saldırıyor. Generaller oldukça öfkelidir. Son Genelkurmay tartışmaları söz konusu. Çok sıkıştıkları anlaşılıyor. Çok söz vermişlerdir. Sözünün geçersizliğini gördüğü halde, 12 Eylül’ü geride bırakan yöntemlerle susturmayı tercih etmiştir. Muazzam kayıplarını yansıtmayarak, ne kadar başarılı olduğunun propagandasını yaptırıyor. Kürdistan dağlarında 10 bini aşkın gerillanın olduğunu biliyoruz. İşte “beli kırıldı, kırılacak aşamaya geldi” biçimindeki 10 yıllık tekerlemeyi söylemeye devam ediyorlar. Kendilerinin her gün 50’nin üzerinde kayıpları var ama tek kelime lafını etmiyorlar. Maalesef halk hesap soracak mercilerde olmadığı için böyle kaba bir demagojiyle başarısızlıklarını örtbas etmek istiyorlar.

Güreş’in (dönemin Türk Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş) son demeci bu konuda çarpıcıdır. Kendisine güvenseydi, açık açık tartışmayı çok isterdik. Savaşa sürdüğü asker sayısını, kayıplarını neden doğru söylemiyor? Biz bu kayıpları tek tek yayınlıyoruz. Eğer doğru değilse inceleme komisyonları kuralım. Tek tek sayılan cesetler var, üzerlerinden alınan silahlar var. Bunlardan hiç mi haberleri yok? Neden kendi halkından gizliyor? Yine adımı da ağzına alarak, bizim bu savaşı yönetemeyeceğimizi belirterek, “Bu işlerden anlamaz, hep başkaları yapıyor, arkasında bilmem ne var” gibi sözler etmiş. Tepeden tırnağa, iğneden ipliğe kadar bu işi yürüttüğümü kanıtlayabilirim. Tam tersine onun arkasında Avrupa var, Amerika var, hatta Rusya var. Yine Ortadoğu’nun birçok ülkesinden, İran’dan anlayış ve destek aldıklarını kendileri söylüyorlar. Komşu ülkelerle emniyet üzerine anlaşma yaptıklarını kendileri söylüyor. En önemlisi de gerillayı gerçekten yerinden sökmüşlerse bir bağımsız inceleme heyeti gitsin; Cudi Dağı dahil, bütün Kürdistan dağlarını dolaşsın, gerilla var mı yok mu görür. Türk ordusunun halini görsün, gerillanın halini görsün ve halka aydınlatıcı bir rapor sunsun.

TBMM’yi göreve davet ediyorum. Sorumlu kişilerin gerçeği söyleyip söylemediğini anlamak istiyorlarsa bir inceleme komisyonu oluşturup savaşın gerçek boyutlarını incelesinler. Hiç korkmalarına gerek yok, biz oldukça fırsat sunarız. Parlamento bu işten kendisini en çok sorumlu tutması gereken kurumdur. Bir komisyon oluşturup gerçeği öğrensin ki, Türkiye’de politika yapanlara politikanın yolu açılsın. En temel siyasi kuruluş, ülkesinde olup bitenleri doğru bilemiyorsa, halka doğru yansıtamıyorsa ona nasıl parlamento diyeceğiz? Yine politikacılar ekonomik kriz altında kıvranan halka bunun Kürdistan’da sürdürülen savaştan kaynaklandığını açıklayamıyorsa nasıl politika yapacaklar?

Yine binlerce askerin ölümü var. Bunların ailelerine bile bildirilmemesi ne anlama geliyor? Eminim ki, bu son iki terhisleri durdurmanın bir nedeni de ne kadar askerin öldüğünü açıklamamak içindir. Halka doğru haber ulaşmaması, dolayısıyla halkın öfkesinin gelişmemesi, halkın generalleri ve hükümeti suçlamaması için terhisi uzatma adı altında kayıpları gizliyorlar. Parlamentonun bunu görerek bunun üstüne gitmesi gerektiğini söylüyorum. Neden gerçeklerden kaçıyorlar? Ekonomik kriz altında inim inim inleyen halka bu kabusun gerçek nedeni neden anlatılmıyor? Bunlar mutlaka cevaplanması gereken sorulardır.

GEÇEN YIL ‘KIŞA BİTECEK’ DİYORDU

Genelkurmay bu konuda ne düşünüyor? Giderayak “Dicle’nin kıyısında piknik yapılıyor, Batman gece yaşantısına alıştı” demekle acaba neyi kurtarıyor? Piknik yapılıyorsa gitsin bakalım, deneme kabilinden gitsin, acaba nasıl yaşanıyormuş? Güreş, bilançoyu doğru söylemeyerek, birey olarak kendisini kurtarmaya çalışıyor. Başaramadığını itiraf etmiyor. Geçen yıl “Kışa doğru bitecek” diyordu. Kış olmadı, Mart’a kadar; Mart olmadı bu sefer yaza kadar, en son kendi emeklilik tarihine denk getirerek “Ağustos sonuna kadar” dedi. Bu sözler onun ağzından çıkmıştır. İşte “Ağustos sonu geliyor. Ağrı’dan, Tendürek’ten söktük” diyor.

Serhat’tan, Ağrı’dan, Tendürek'ten tutalım, Karadeniz'in Ardahan ve Artvin kesimine kadar gerilla birliklerinin birçok girdiği biliniyor. Sarıkamış, Göle ve Şenkaya'da gerilla vardır. Erzincan'a gerilla girmiştir. Erzurum'un birçok alanına gerilla girmiştir. Daha aşağıya gelirsek, bir tabur düzeyindeki gerillanın Sivas'ın en önemli yerlerinde üslendiği ve her gün eylem yaptığı da biliniyor. Zaten Dersim ağırlıklı olarak gerillanın denetimindedir. Bingöl'de gerillanın ayak basmadığı yer yoktur. Muş ve Bitlis, gerillanın mıntıkalara bölerek üslendiği bir bölgedir. Hakeza Diyarbakır, Van, Mardin, Siirt tamamen öyledir. Botan'da çok yoğun bir savaş yaşandığını zaten her gün kendileri de söylüyorlar. Güney'de çok bel bağladıkları halde her gün yaptıkları bombalamalarla sonuca gidemediklerini, Güney'i daha fazla gerillaya açtığımızı bilmekteyiz. Yine Toroslarda gerillanın varlığını sürdürdüğünü, Amanoslara ve Sarız'a kadar gerillanın yayıldığını ve geliştiğini gösterir. Sadece yayılma değil, derinleşme de var.

GERİLLA SAĞLAM BİR BELE KAVUŞTU

Denilebilir ki, ilk defa bu süreçte gerillacılık yapacağız. Şimdiye kadar sadece bir hazırlık, deneme, alışma gibi bir durumu yaşadık. Şimdi aşıldı. Gerilla dayanıklılığı, planlılığı, sabrı, cesareti ve üslenmesi, her türlü gerilla taktikleri şimdi uygulanmaya başlıyor. Hem sayısal hem de nitelik olarak öyledir. Bir gerilla ordusu için ideal rakamı istediğimiz gibi yakalayabilecek durumdayız. Gerilla sayımız şimdiden 15 binden az değildir. Bizim sorunumuz sayı değil eğitimdir. Gerillanın eğitimi için, bilinen özellikleri hakim kılma konusunda kapsamlı çözümlemeler yapıldı. Bütün bunların sonucu ise çok çarpıcı, nitelikli bir gerilla ordusudur; bununla her türlü savaşımı verebiliriz. Küçük veya büyük, gizli veya açık savaşı, hareketli ve hatta mevzi savaşını bile verilebilecek düzeye gelinmiştir. Gün boyu planlı gerilla operasyonlarını yürütüyoruz. Evet, bütün bu söylediklerimizi göz önüne getirdiğimizde, gerillanın belinin kırıldığı değil, aksine çok sağlam bir bele kavuştuğu, çok merkezi ve koordineli, dayanıklı ve hızla yükselen bir konumda olduğu ortaya çıkıyor. Hiçbir zaman bu kadar dayanıklı, taktik plan dahilinde merkezi olarak yürüyecek durumda değildik.

YENİLMEZLİĞE DOĞRU GİDİYORUZ

Bu, hiçbir zorluğumuz yok, kaygılarımız yok demek değildir. Her savaşın zorluktan ibaret olduğunu TC Genelkurmayı çok iyi bilir. Yine her savaşta kayıplar olur ama şunu da iddia ediyorum ki; her türlü yöntemle üzerimize gelen ve tepeden tırnağa donanmış 500 bin kişilik özel savaş ordusu karşısında verdiğimiz kayıplar asgari düzeydedir. Kayıp noktalarımız da kurallara gelmeyen ve ağacın çürük kısımları diyebileceğimiz kısımlardır. Gerillada dayanıklı olmayan kişilikler hak etmedikleri biçimde kaybediyorlar. Biz bunlardan çıkardığımız derslerle daha sağlam birlikler, daha köklü bağlanmış birlikler yaratarak yenilmezliğe doğru gidiyoruz.

Kamuoyunun şiddetle gerçekleri bilmeye ihtiyacı var. Türkiye'nin tüm dürüst demokratlarının, hatta “siyasi yöntemle sonuç almak istiyorum” diyenlerin, “ekonomik krizden kurtulmak istiyorum” diyenlerin, bu gerçekleri bilmeye ihtiyacı var. Kendi payımıza katkı yapalım diye bunları söylüyorum.

 MUSTAFA KEMAL OSMANLI PAŞASIYDI

 15 Ağustos Atılımı’nın başladığı gün PKK ne durumdaydı, devlet ne durumdaydı? Aradan 10 yıl geçti, devlet “PKK'yi bitirdik, bitireceğiz' söyleminden vazgeçmiyor. Bu açıdan bir değerlendirme yapabilir misiniz; 10 yıl süren savaştan sonra PKK nereye geldi, devlet ne durumda?

Her zaman söylerim; ben iki sözcükle işe başladım. En yakınlarımız dahi gereken yardımı göstermedi. Herkes “Sizin bahsettiğiniz şeyler tarihte olup bitmiştir. Bunlar adım atar atmaz insanı yakacak işledir. Akıllıysan uzak dur. Kendine başka arayışlar bul. Bizim çocuklarımızı da bu işlere bulaştırma; kendini yakmışsın, başkalarını da yakma” diyordu. Ne bir kuruş para, ne bir fişeğim ne de bir dost vardı. Bütün emek verdiklerim, düşüncelerimi öğrenir öğrenmez benden uzaklaştı. Hatta boş işlerle uğraşıyorum diye alay ediyorlardı. Başlarken durum böyleydi, yani olumluluk anlamında tek bir kişi bile yoktu. Hatta Kürtlüğe sahip çıkma anlamında da kimse yoktu, Kürtlük inkar ediliyordu. Biz böyle başladık.

Bir ufak kıyaslama yapmak için yine belirtiyorum. Mustafa Kemal'in de ulusal kurtuluşçuluğundan bahsedilir ve olağanüstü gösterilir. Mustafa Kemal işe başladığında bir Osmanlı paşasıydı. Çok aşağılık bir biçimde ülkeden kovduğu Vahdettin'den rica minnet bir müfettişlik yetkisi alarak Samsun'a ayak bastığında, ağzında tek bir ulusal sözcük olmadığı gibi, hatta bazı ayaklanmaları bastırmak üzere görevlendirilmişti. Yani Anadolu'ya geçtiğinde ne bir ulusal amacı, ne de bir planı vardı. Anadolu'ya ayak bastığında durumun pek de padişah lehinde olmadığını, halk hareketinin hızla geliştiğini ve kontrol altına alınmazsa Bolşevizm dahil çeşitli rüzgarların etkisine gireceğini görür. Bolşevizmi engellemek, Kürt isyanlarını ve diğer azınlıkların taleplerini bastırmak ve Türk halkının istemlerini de kendi burjuva istemleri içinde eritmek için Osmanlı paşası olarak duruma el atar. Elinde bir devlet aygıtı, kolordu, ordular, valilikler, kaymakamlıklar, geleneksel ağalar ve beyler vardır. Başlangıçta az çok bunların hepsinin desteğini almıştır. Aslında daha çıkarken bir devlet kişiliğidir. Zaten herhangi bir örgütü de yoktur. Örgüt çalışması yapmak, adam kazanmak gibi bir derdi yoktur, her şeyi hazır elindedir. Bütün yapacağı padişahın yerini kendi denetimine geçirmektir. Bunu şimdiki dengeyi anlatmak için söylüyorum.

KÜRTLERİN VARLIĞINI KANITLAMAYA ÇALIŞIYORDUK

Biz değil bir kolorduyu kazanmak, bir kişiyi yarım yamalak kazandığımızda, ne iyi bir iş yaptık diye kendimizi umutlandırıyorduk. 1970'lerde başladığımızı söylesek, 1975'lere geldiğimizde her şeyini ortaya koyan bir düzine arkadaşımız ya vardı ya yoktu. İnkarcılık o denli ileri boyuttaydı ki, Kürtlerin varlığını kanıtlamaya çalışıyorduk. Kürt’ün varlığını kabul ettirdiğimizde başarı kazandık, diyorduk. Daha sonraki grup faaliyeti de aslında bundan farklı değildir. Biraz örgütlenmeye alalım diyoruz ama neyin örgütlenmesine alacağız? Adam tepeden tırnağa bireysel çıkarlarıyla ilgilidir. 1975-'80 arasında ancak ulusal sorunu tartışmaya soktuk. Bazı sempatizanlar var, doğru örgütlenme anlayışı henüz oturmamış, tartışmayı biraz ilerletmişiz, hepsi o kadar. Sömürgecilik ve ayrı örgütlenme tartışılıyor. Bunlara bağlı olarak temel bir mücadele öngörülüyor, halk savaşı tartışılıyor, ama pratiği yoktur. Birçok arkadaş halk savaşının teorisini tartışmakla halk savaşını öğrendiğini sanıyor.

DÜŞÜNCENİN, TEORİNİN GÜCÜ VARDI

Bu yıllar, sömürgeciliği ve onunla bağlantılı olarak halk savaşını bolca dile getirdiğimiz, bunu birçok kişiye kabul ettirdiğimiz ve tek tük eylemle de hayata geçirmeye çalıştığımız yıllardır. Ortada öyle ciddi bir iş söz konusu değil, olsa olsa düşüncenin gücü var, formüle ettiğimiz teorinin gücü var. Giderek PKK'yi ilan ettik ve böyle bir çıkış yaptık. 1980'lere geldiğimizde burjuva gazeteleri “Doğu'nun kasıp kavrulduğunu, Apocuların cirit attıklarını” yazmaya başladılar. Bazı eylemler vardı. Özellikle Hilvan direnişleri o dönem için bayrak oldu. Ardından Siverek buna katıldı, iş daha da boyutlandı. Mahalli düzeyde birçok eylemlilikler gelişti.

1994’TE DENGE DURUMU VAR

12 Eylül'ün buna dayalı bir hazırlığı da vardı. Bu rejim eylemlilikleri çok erkenden bir cevaptı ama aslında fazla isabetli değildi. Bizim iyi planlanmış ne bir gerillamız ne de isyanımız vardı. Dışarıya çıktığımızda da öyle bir varlığımız söz konusu değildi. Daha özenle hazırlanma gereği duyduk. 15 Ağustos Atılımı ve savaşın gittikçe gelişmesi ve derken düşmanın buna Olağanüstü Hal'le karşılık vermesi... 1991'e geldiğimizde katılımları üç dört katına çıkardık. 1993'te ise artık daha iddialı, daha kesin bir silahlı savaşımın içine girmeye başladık. İlk defa daha iyi dayanabilecek duruma geldik. Kurallar, temel taktikler istendiği kadar olmazsa da yürütülebilir. 1994'te ise Doğan Güreş'in de itiraf ettiği gibi denge durumu var. Gerilla hem sayısal, hem de niteliksel olarak gelişti. Oldukça geniş bir alana yayılması söz konusu.

TC yüzlerce operasyon düzenledi; her birine de otuz bin, elli bin asker sürdü. Hepsi de fiyaskoyla sonuçlandı. Bütün operasyonlardan beklenmedik ölçüde kayıp vererek geri çekildiler. Ordunun lojistiği de tükenmiştir. Bütün diğer bakanlıkların bütçeleri askeri bütçeye kaydırılmıştır. Devletin maliyesinin tamamen iflas noktasına geldiği tartışmasızdır. Siyasi iflas da hakeza öyle. Savaş ise dengeyi zorlayan bir dönemdedir. 1993'e kadar olan dönemi stratejik savunma dönemi olarak değerlendirebiliriz. Devletin en çok iddialı olduğu son bir yılda ise birçok yerde dengeyi yakalama durumu söz konusudur.

Denge, güçlerin karşılıklı bulunması ve birbirlerini yok edecek durumlarda olmamalarıdır. Doğan Güreş'in kendisi de bunu itiraf etti: “Biz alan tutuyoruz, PKK'nin üzerine gitmiyoruz. Teslim olmaları için lojistik yollarını kesiyoruz” dedi. Aslında söylediğim gibi ne yolların kesilmesi, ne de teslim olma var. Tersine o bir yerde, biz bir yerdeyiz. Eskisi gibi üzerimize gelemiyor. Biz de sayıları çok fazla, teknik donanımları çok fazla olduğu için imha temelinde üzerlerine gitmiyoruz ama varlığımızı istediğimiz yerde, istediğimiz biçimde uzun süreli sürdürebiliyoruz. Eskiden bir birliğimizi tespit etti mi amansız yükleniyordu, şimdi üzerine gelemiyorlar.

DAHA FAZLA SİYASİ SONUÇLARI OLACAKTIR

Son yıllarda imha amaçlı çok sayıda operasyon düzenlediler, ama imhayı başaramadıkları için dengeye razı oldular. Bu çok önemli bir askeri gelişmedir ve sanıldığından daha fazla siyasi sonuçları olacaktır. Siyasi görüşmeye gelmek zorundadırlar. Aksi halde gittikçe daha da derinliğine iflasla karşı karşıya gelecekler. Eğer bir denge döneminin sorunlarına cevap verirsek, bu dönemi biraz daha lehimize çevirirsek, giderek daha kapsamlı saldırılar dönemine girilebilir. Nitekim yer yer çıkan durum da budur. Güreş, daha düne kadar mutlak hakimiyetin kendilerinde olduğunu söylüyordu. Bu sene yarı yarıya paylaşıyoruz. Hatta bazı yerler yüzde 70 denetimimizdedir. Sınırlı olarak kendileri de var. Olabilir, 5 yıl daha olabilir. Bu hiç de ordunun başarılı olduğunu göstermez. Sıfırdan yarı yarıya dengeleme... Bu kimin güç kazandığını, kimin başarılı olduğunu açık göstermektedir. Tabii bunun bir yığın yan sonuçları olacaktır. Bunun getirdiği siyasal düzey, ulusal düzey, muazzam diplomatik kazanımlara temel teşkil edecektir. Yine halkın daha büyük bir ulusal kalkışmaya yönelmesi, muazzam güç toparlamamız söz konusu olacak. Gerçekten geçen 10 yılda sağlayamadığımız maddi ve manevi gelişmeyi bir yıla sığdırmamız artık olanaklıdır.

Genelkurmay da bu durumu çok iyi biliyor Ama bir sözü var; “Gerçeği bilirlerse bizi Kızılay'a indirmezler” diyor. Evet, korktuğu için gerçekleri farklı göstermeye büyük özen gösteriyor. Birçok bağlı kalem var, bu yönlü yazılar yazdırıyorlar, programlar hazırlatıyorlar. Sanıyorum bu Ağustos'u kurtarmak ve kendi ekibini başta tutmak için çabalıyor. Güreş döneminde askerin ciddi kayıpları var. Savaşmadı değil, gücünü kullanmadı değil; hiçbir general Türk ordusunu onun kadar savaşa sürmedi, tehlikeli taktikleri kullanmaya kimse onun kadar cesaret edemedi, Türkiye'nin dengelerini kimse onun kadar zorlamadı. Kürt köylerinin boşaltılması ve köylülerin katledilmesine ferman çıkarma anlamında, kimse onun kadar insafsız davranmadı. Faili meçhul cinayetler tamamen onun döneminin ürünüdür.

Bütün bunlara rağmen işte aldığı sonuç ortadadır: Alan kısmen onların, kısmen bizim denetimimizdedir. Herkes bunu böyle açık görüp değerlendirmelidir. Özellikle Türk kamuoyu ister resmi ister gayri resmi, ister iktidardakiler ister muhalefettekiler, ister zengini ister fakiri, ister burjuvazisi ister emekçisi bunu böyle görüp ona göre doğru düşünmeyi ve doğru tavır geliştirmeyi bilmelidir. Bizim ulusal güçlerimiz ve Kürdistan'ın çok çeşitli kesimleri de gerçekleri böyle görüp bundan sonraki yaşamlarını ve mücadelelerini ona göre düzenlemeliler.

PKK LANETLİ VE KABUL EDİLEMEZ DURUMA SON VERMENİN ADIDIR

Savaş, Kürdistan'daki toplumsal yaşamı nasıl etkiledi, devrim süreçleri aynı zamanda inşa süreçleridir; Kürdistan'da yeni yaşam inşa ediliyor mu?

Hiç şüphesiz gerek PKK oluşumu, gerekse de onun geliştirdiği savaşım, halkımızın maddi ve manevi yaşamı üzerinde belirleyici ve dönüştürücü etkilerde bulunmuştur. Bu savaşımın etkilerini anlamak için daha önceleri Kürt toplumu, Kürt halkı var mıydı veya ne düzeydeydi sorusuna cevap bulmak gerekir. Kürtlük neydi? Kürt kimliği, Kürt kişiliği dediğimiz gerçeklik, hatırı sayılır düzeyde şeref, onur ifade ediyor muydu? Kürtlük bir enkaz olmaktan da öteye, fosilleşmeye yüz tutmuş, hakkında ölüdür fermanı çıkmıştı. Artık yaşayamaz söylemine yalnız düşman değil, kendisi de inanmıştı. Herkesin Kürtlükten kaçtığını çok iyi biliyoruz. Kürtlükten kaçarsan yükselebilirsin. Çok meşhurdur, “Kürt isterse cumhurbaşkanı bile olur” derler. Kürtlüğe vurduğun oranda yükselirsin, Kürtlükten kaçtığın oranda yükselirsin.

Bu bir TC kanunudur. Baskılar ve dayatılan bu anlayış nedeniyle ekonomik, sosyal, siyasal ve bütün moral değerlerde tahribat vardır. Kültürel değerlerin cüceleştirilmesi var. Türklük demek devlet, para, ticaret ve yaşam, demektir. Kürtlük ise her şeyden yoksunluk, baskı ve işkence, demektir. Böylesine vahşi bir atmosferde Kürt toplumu dediğimiz gerçeklikten ne kalır? Ben bir şey göremedim. Sadece moloz var. Şurada bir aşiret kalmış; şurada kendini yitirmiş bir kişilik, şurada bir kin, birkaç eski Kürtçü, şurada bir yoksulluk, şurada bir rezillik, şurada bir lanetlilik kalmış. Bunları gördük ve üzerine yürüdük.

Bu karanlık tabloyu daha fazla anlatmaya gerek yok. İyi biliyorsunuz. Kürtlük adı altında yapılanların ucuz bir ticaret olduğunu, ki Kürt’ün “politika yaptım” diyenlerinin de durumunun bundan farklı olmadığını herkes iyi biliyor. Biz buna büyük bir öfkeyle saldırdık. PKK, bu duruma duyulan öfkenin adıdır. PKK, lanetli ve kabul edilemez duruma son vermenin adıdır. En soysuz tükenişe ‘dur’ demenin adıdır. Bir vatana yönelme, bir ulusal kimliğe ve özgürlüğe yürüme hareketidir. Savaş da bunu en etkili gerçekleştirme hareketidir. Savaşa Kürtler açısından bir ad vermek istiyorsanız, bu sadece özel savaşa karşı savaşan bir güç değil, Kürt lanetliliğine, Kürt utanmazlığına, Kürt yoksullaşmasına, Türk çekiciliğine, Kürt ihanetine, Kürt vatansızlığına, Kürt köleliğine, maddi ve manevi olarak her değerin tükenişine karşı bir başkaldırıdır. Tabii bunun ilk çekirdeği olmak tam bir fedakârlık, tam bir cesaret, tek de olsa inadına bir direnme olayıdır. Nitekim PKK'nin büyük direnişleri söz konusudur. Zindan direnişçiliği var, büyük şehitler var. Dağ direnişi, yurt dışı direnişçiliği var. Onların gerçekten çok tarihi olduğunu belirtmeliyim.

KÜRTLÜK DİRİLDİ, SIRA KURTULMASINDA

Bağımsız Kürdistan, özgür Kürtlük istiyorum, dedik mi bütün kapılar kapanır. Kürtlük zor işti, ben kendi eylemimi biliyorum. Benim en büyük eylemim, Kürt olduğumu kendi kendime itiraf etmemdi. Birinci eylemim budur. İkinci eylemim, Kürt olduğumu yanımdakilere söylememdi. Bu siyasi çizgiye başladığımda en büyük eylemim, bir toplulukta Kürtler adına kalkıp bir şeyler söylemekti. Daha da büyük bir eylem Kürtlük için bir silah patlatmaya yol açmaktı. Şimdi çoğuna bunlar çok kolay gibi gelebilir. Çoğu bugün Kürt’üm diyor. Hatta Kürtlük bugün en çok para eden bir meslektir, itibardır, şereftir. Dolayısıyla koşan koşanadır. Sen bir de önceki kaçışı gör. Yıllarca uğraş, bir kişiye bir şeyler kabul ettir. Konuşan Kürtlüğü, çekici Kürtlüğü, özgür Kürtlüğü ve modern Kürt tarihini anlamak istiyorsan, kendi tarihini ve kimliksizliğin hangi düzeyde olduğunu bileceksin ki, çıkışın sağlam olsun. Evet, kendine Kürtlüğü kabul ettirdikten sonra, ona göre düşünce tarzı, ona göre teori, ona göre ilk örgütlenme, işte herkesin dalga geçtiği propaganda grubu, ilk adımlar, zor bela iki saat çalıştırma ve giderek insanları buna bağlama gerçekleşti. Tabii bizim çekim kuvvetimiz olmuştur. Çekemeyeceğimiz insan yoktur. Hatta uluslararası alanı bile etkiliyoruz. Başlangıçta böyle değildi. Yakın tarihin ışığında baktığımız zaman Kürtlüğün diriltildiğini görebilirsiniz. Kurtuluyor da değil, çünkü kurtulma kelimesi var olan, yaşayan ama baskı altında olanın çabası için kullanılabilir. Ankara'da “betonlamışız” diyorlar. Kürtlük Ağrı Dağı’nda, bilmem şu dağda, bu dağda gömülüdür. Önce gömülü şeklini bulmanız, sonra eşeleyip çıkarmanız gerekir. Bu anlamda bir dirilişten bahsetmeliyiz. Bu açıktır. “Öldürdük, betonladık” diyen ben değilim. Bunu söyleyen, başta TC olmak üzere sömürgeci güçlerdir. Biz de buna rağmen dirildiğimizi kanıtlayabildik. Bir de kurtulmaktan bahsediyoruz. Kimliğimizi ve varlığımızı kabul ediyoruz ama tam özgür değiliz, kendimize tam sahip değiliz. Dirildik, şimdi sıra kurtulma hamlesinde. Bu anlamda işte parça parça kurtarmalıyız. Kürdistan ülkesi, bir Kürt yurdu kavramı güneye, kuzeye ve giderek uluslararası alana yansıdı. Bu tamamen savaşın bir sonucudur.

Güney’deki pêşmergecilik ülkeyi bitirdi. Ülke kavramına zaten ulaşılamadı. Uluslaşma kavramına oldukça yabancıdır. Federe devleti de ona biz armağan ettik. TC, sırf PKK'ye kaymasınlar diye, federe devlete rıza gösterdiğini açıkça söylüyor. Aynı kaygıyla Çekiç Güç'ü konumlandırma mecburiyetinde hissediyor kendisini. Kürt’ün varlığı eskisi kadar inkâr edilmiyor. Hatta “Bir şeyler vermeyi düşünüyorum” diyen hükümetin başından tutalım da cumhurbaşkanına kadar hepsi “Kürt kimliğini tanıyoruz” diyebilmiştir. Bu artık halkımızın varlığından haberdar olduklarını gösteriyor. Verir mi vermez mi, bu artık onun bileceği iş değil, bu halkın özgürlük işidir.

SAVAŞAN HALK GERÇEKLİĞİNE ULAŞILDI

Savaş da özgürlük bilincini oldukça ilerletmiştir. Kendi kimliğine sahip çıkan, kendisi için düşünen, kendisi için siyaset yapan, gerekirse savaşan bir halk gerçekliğiyle karşı karşıyayız. Dünün gömülü, dünün en köle halkından savaşan bir halk gerçekliğine ulaşmak sanıldığından daha büyük bir gelişmedir, dev gibi bir aşamaya ulaşmadır. Savaş bu noktayı yakalayabildi. Savaşan halk gerçekliğine ulaşmak demek canlanmak demektir, moral demektir, ulusal düzeyde düşünmek demektir, ulusal motiflerle düşünmek ve ona göre yaşamak demektir. İstenilen düzeyde olmasa da, geniş bir düşünce farkı görülmektedir. Kürt Rönesansı gibi kelimeler de söylenebilmektedir. Zaten diriliş var, buna yeniden doğuş da denilebilir. Bu anlamıyla Rönesans'tır. Böyle bir dönem yaşanıyor. Tabii ki, bir halkın tarihinde en çarpıcı, en belirleyici dönemdir. Diğer uluslar daha önce bu dönemi yaşamışlar. Şimdi geç de olsa, biz de böylesi bir sürecin içine girdik. Bu, savaşın en önemli sonuçlarından biridir.

Kültürel kurumlaşma hızla yayılıyor. Moral değerler hızla yükseliyor. Yeni yaşam biçimi çok çarpıcıdır. Özellikle son dönemlerde nasıl yaşamalı sorusuna vermeye çalıştığımız cevaplar var. “Şimdiye kadar nasıl yaşıyorduk, kimin için yaşıyorduk” sorusunu yeterince aydınlattık. Başkaları için ve onların istediği şekilde yaşandı. Kürt eşittir başkaları için yaşayan halk, başkaları için savaşan asker, başkaları için karkerdi. Kürdistan kendisinden başka herkese, her istilacıya yataklık ederdi. Bunları biraz değiştirdik. Şu günlerde üzerinde en çok çalıştığım konu, nasıl yaşamalı sorusuna bireysel düzeyde, ailesel düzeyde, giderek toplumsal düzeyde cevap vermektir. Önderlik bu konuda etkili cevaplar vermeye çalışıyor.

Hiç şüphesiz her savaş, nasıl yaşamalı sorusuna veya en iyi yaşam hangisidir sorusuna verilen cevapla başlar. Bizim yaşamımız bu kadar başkaları içinse, önce kendin için yaşamayı bileceksin. Kendi yaşama içeriğinden tutalım biçimine kadar, ulusal düzeyinden tutalım siyasi ifadesine kadar, askeri düzeyine kadar bilince çıkartılarak hayata geçirilmelidir. Bunu önemli oranda açığa çıkarmışız. Kendimiz için yaşamayı hiçbir dönem bu kadar istemedik.

 KÜRDİSTAN’DA SİYASİ NİZAM GELİŞİYOR

Yeni yaşam diyorsunuz, nasıl yaşamalı diyorsunuz. Yeni bir yaşamın örgütlenebilmesi için birtakım ortak değerler, normlar, kurallar, hatta yasalar olması gerekir. Bu yönde bir çalışma var mı?

Bence Kürdistan'da siyasi nizam gelişiyor. Artık kurallar dönemine girilmiştir. Yani bir yerde anayasamız oluşuyor. Belki tam olarak henüz hayata geçirilemedi ama kurallar yavaş yavaş teşekkül ediyor. Ulusal anayasa organları da yavaş yavaş oluşacaktır. Netleşme sürecinde adım adım ilerliyoruz. Şimdiden yeni yaşamın normları, yani yasaları oluşuyor. Ben de bu yasalara uymaya çalışıyorum. Herkes de uymaya ve bu normlara işlerlik kazandırmaya çalışmalı; Kürdistan vatandaşları –ki, bu deyimi ilk kez kullanıyoruz- bu normlara, yasalara uymayı bilmelidir. Bir de inanmalıyız. Bizim de yasalarımız, anayasamız olduğuna ve buna uymanın bir vatandaşlık görevi olduğuna inanmalıyız. Madem kendimizi ulusallaşmış ve iktidar yolunda siyaset yapan bir toplum olarak görüyoruz, öyleyse vatandaşlık bağının önemini anlayıp köylüsünden en elitine kadar herkes gereklerini yerine getirmelidir. Yasalara saygılı olunması gerektiğini asla göz ardı etmemeliyiz. Yok “biz Kürt’üz, kafamız sert eserse şöyle yaparız” türünden söylemlere son vermeliyiz. Artık yasaların her şeyin üstünde olduğu bir döneme girdiğimizi adımız gibi belleyerek ona göre yaşayalım. Ben bu dönemin geldiğine inanıyorum. İnandığım şeyi de yaparım.

Nizama kavuşmak, eşkıya ortamından güvenliğe kavuşmak, ihanet ve gaflet ortamından yurtseverliğe kavuşmak, namusluca ve onurluca yaşamak için düzene kavuşmaktır. Ulusal nizama ulaşmak, oldukça ileri bir düzeye kavuşmaktır. Bazıları bununla çelişiyor. Parti içinde, dışında zorluyorlar. Onlara söyleyebileceğim şey; akıllı olmalarıdır, nizama bağlılıklarını geliştirmeleridir. Benim de o yönüm var. Bakın, size bir çocuk gibi hizmet edeyim. Bundan alınıp sıkılan yok. Yeter ki, yasaların hatırına olsun. Temel ilkelere -buna anayasa diyelim- bağlılık gelişmeli ve bu düzeni herkes paylaşmalı. Ayrıca bunlar kanun olduğu için süreklidir, bunu da unutmamak gerekir. Zaman zaman aklımıza gelirse uyarız, aklımıza gelmezse uymayız, işimize gelirse uyarız, işimize gelmezse uymayız tarzında bir tutum söz konusu olamaz. Çıkarımıza uysa da uymasa da kurallara uymalıyız.

Ulusal hukuk deyip geçmemek gerekir. Ulusal hukukun içine yargı da girer, ceza da girer, infaz da girer. Ulusal hukuk açılmıştır, bu konuda çalışmalar sürüyor. Bu konuda kamuoyu bilgilendirilmelidir. Bu işler gerçekten kural işleridir. Görünüşte ben son derece özgür hareket ediyorum ama bana yön veren anayasanın kesin hükümleridir. Güreş, “Ben bağlıyım” diyor, ben de kendi yasalarıma bağlıyım. Onlar kendi yasalarını birçok noktada bozmuşlar.

ULUSAL HUKUKUN TEMELLERİ ATILDI

Nizamı olmayan halklar, aşiret yasalarıyla parçalanıp kırdırılan kavimlerdir. PKK ilk defa ulusal gelenek, ulusal yasa düşüncelerini gündeme getirdi. Bunu sadece söylem ve düşünce düzeyinde bırakmadı, hayata uyguladı. Biliyorsunuz, yasalar yaptırım gücü ister. Doğru düşünceleri belki birçok örgüt söyledi ama hayata geçiremediler. PKK'nin farkı burada ortaya çıkıyor. PKK, ulusal düşünceyi de çok iyi dillendirip ulusal yasayı da biraz işletiyor. Yasaları işleten nedir? O güçtür. Herkes “Böyle yaparsak, PKK şöyle yapar” diyor ya, sanırım toplumda bu düşünce gelişiyor. Bu bazen çok benimseyerek, bazen çekinerek PKK otoritesini ilgiyle dinlemektir. Bu aslında tipik bir yasayla karşı karşıya olduğunu gösteriyor. Bir yasal durum var. Sadece PKK'nin düşünceleriyle değil, otoritesiyle de karşı karşıya kalındığını herkes biliyor. Tamam, eleştirilecek yanları çok, eksiklikleri çok ama kesin otorite var. İşte burada hukuka giriş yaptığımızı rahatlıkla söyleyebiliriz.

Kürdistan'da ulusal hukukun temelleri atılmıştır. Ulusal savaş, aynı zamanda ulusal hukuku da beraberinde devrimci bir tarzda temellendirmiştir. Kürtlerin ulusal hukuka kavuşması demek, nizam fikrine, düzen havasına girmeleri demektir. Bu yeni yeni gelişiyor. Büyük bir savaşımla bunu önce parti içinde geliştiriyoruz. Ulusal düşünce, ulusal siyasetten ulusal hukuka gelişim sağlanmıştır. Kürtler bu sürece ulaşmakla önemli bir tarihi fırsat yakalamışlardır. Saygı ve büyük bir bağlılıkla, güven veren, düzen yaratan, onurlu bir yaşama yol açan bu sürece candan tabi olmalıyız, onun daha da güçlenip korunmasını sağlamalıyız. Kürdistan vatandaşlığını, Kürdistan anayasasına bağlılığı sürecin en çarpıcı gelişmesi olarak selamlamalıyız. Güvencesi kadar şerefini paylaşmalıyız.