Cezaevleri paneli: Daha yüksek ses çıkarmalıyız

Amed'de düzenlenen cezaevleri panelinde, Kürtlere dönük düşmanca hukuk uygulandığı belirtildi, STK'lerin daha yüksek ses çıkararak sorumluluk alması istendi.

Med Tutuklu ve Hükümlü Aileleri Hukuki ve Dayanışma Dernekleri Federasyonu (MED-TUHADFED) ile Özgürlük için Hukukçular Derneği (ÖHD) Yenişehir ilçesinde bulunan bir otelde “Bir ceza devleti olarak Türkiye’de hapishaneler: İmkânlar ve imkânsızlıklar” konulu panel düzenledi. Moderatörlüğünü MED TUHAD-FED Eşbaşkanı Emine Kaya'nın yaptığı panele konuşmacı olarak Halkların Demokratik Partisi (HDP) Kocaeli Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu, Türkiye İnsan Hakları Vakfı üyesi Prof. Dr. Ümit Biçer, Asrın Hukuk Bürosu avukatlarından Cengiz Yürekli ve ÖHD Genel Sekreteri Avukat Rengin Ergül katıldı. Paneli, Halkların Demokratik Partisi (HDP) Milletvekilleri Remziye Tosun, Semra Güzel, HDP Diyarbakır İl Eşbaşkanı Zeyat Ceylan ile Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) İl Eşbaşkanı Seval Gülmez ve yöneticiler, ÖHD Eş Genel Başkanı Bünyamin Şeker, Barış Anneleri ve çok sayıda sivil toplum örgütü temsilcisi izledi.

Açılış konuşması yapan Moderatör Emine Kaya, cezaevlerinde bulunan tutsaklar ve aileleriyle yaptıkları görüşmeler çerçevesinde hem tutsakların hem de tutuklu yakınlarının ağır hak ihlallerine uğradıklarını ifade ederek panelin bu sebeplerden kaynaklı gerçekleştirdiklerini kaydetti.

'CEZAEVLERİ SOPA ARACI YAPILDI'

ÖHD Genel Sekreteri Avukat Rengin Ergül, Türkiye’deki cezaevlerini, Kürt halkının ve muhalefetin büyük bir nüfusunun yer aldığı mekanlar olarak gördüğünü ve bu mekanlarda ciddi hak ihlallerinin yaşandığını kaydederek, bu yöntemin iktidarı muhalefeti susturmak için sopa aracı olarak kullandığını belirtti. Ergül, bu mekanların insanlık dışı yöntemlerin uygulandığı yerlere dönüştüğünü ifade ederek, paneli bu nedenlerden dolayı yaptıklarını kaydetti.

'HAREKETE GEÇMELİYİZ'

Avukat Ergül, bu tespitinin ardından “İnfaz yasası ve umut hakkı” konusunu değerlendirdi. Türkiye’deki yasaların tutsakların sahip olduğu umut hakkını engellendiğini dile getiren Ergül, konu bağlamında infaz yasası sorununu, koşullu salıverilmeyen tutsakları ve ağırlaştırılmış müebbet cezası alanların yaşadıklarını anlattı. Bu panelle sadece cezaevinde yaşanan hak ihlallerini konuşmayacaklarını dile getiren Ergül, bu politikalara karşı da nelerin yapılması gerektiği konusunda harekete geçeceklerini ifade ederek, cezaevinde yaşananların her gün gündemlerinde olması gerektiği uyarısında bulundu.
Ağırlaştırılmış müebbet cezası ile tutukluların umut hakkının elinden alması sürecinin tarihsel bir konjonktüre dayandığını ifade eden Ergül, şöyle konuştu: “Ağırlaştırılmış müebbet cezası yani ölünceye kadar hapis cezası anlamına gelen bu rejim, Türkiye’de yoktu. 2002 yılına kadar da Türkiye’de infazlı koşullu salıvermesi mümkün olmayan bir yasa yoktu, idam cezası vardı ama uygulanmıyordu, hatta ceza alanlar tahliye dahi oluyordu. 1999 yılında Abdullah Öcalan’ın yakalanmasından sonra, önce onunla ilgili bir idam cezası verildi ve daha sonra bu idam cezası AİHM’e taşındı. Bu dönemde Türkiye’nin Avrupa Birliği uyum süreci ve Kopenhag Kriterlerine uyum süreci yaşanıyordu. 2002 yılında çıkarılan yasayla idam cezası alanlara ağırlaştırılmış ceza uygulandı. Bu ceza ölünceye kadar hapis cezasına çevrildi. Yani ya kendisi öldürecek ya da öldürünceye kadar içerde tutacak. 2004 yılında da bu ağırlaştırılmış cezalar verilmeye devam edildi. O dönem Mehmet Ali Şahin’in, Öcalan için ‘Öcalan üç yıl mı içeride, bu koşullarda 33 yıl sonra serbest mi kalacak biz bunun yolunu kapatacağız’ diyordu. Biz bunun yolunu ve koşullu salıverilme yolunu kapatacağız. Hatta yine ‘Bir insana idam cezası verirseniz bir kez ama ağırlaştırılmış ceza verirseniz her gün ölür’ demişti. Yani siyasal iktidar bu yöntemle ağırlaştırılmış cezalar alanları, kişileri cezalandırma değil yok etmeye dönük infaz yasası düzenledi.”

'KÜRTLERE DÜŞMAN HUKUKU UYGULANIYOR'

Türkiye’nin düşman yasa hukuku uyguladığını kaydeden Ergül, günümüzde yaşananları “sıfırın noktası” şeklinde yorumladı. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana Kürtlere yönelik düşmanca hukuk uygulandığını aktaran Ergül, bu yöntemlerin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine (AİHS) uygun olmadığını belirtti.

HASTA TUTSAKLAR

Prof. Dr. Ümit Biçer de “Hasta mahpuslar ve adalet rejimi” konusuna ilişkin değerlendirmelerde bulundu. Cezaevinde bulunan tutukluların yaşadığı hak ihlallerine karşı dışarıda bulunan başta muhalefetin ve STÖ’lerin güçlü ses çıkarmaları gerektiğini kaydetti. Hasta tutukluların durumunda medyanın rolüne dikkat çeken Biçer, “Son tahlilde belki gazetelere mahkumların sağlık durumu üzerinden ATK’nin ne kadar kötü bir kurum olduğunu tartışıyoruz. Adalet rejimini değerlendirmeden, ATK’yi tartışmak eksik kalacaktır” dedi.  
Sağlık hizmeti korumayı ve önlemeyi gerektirdiğinin altını çizen Biçer, “Hapishaneye girenler özgürlüğünden yoksun kaldığı için hakları sınırlanıyor. Eğer kronik hastalığı olan bir kişiden söz ediyorsak, ona hemen ulaşım imkanı sağlanmalı. Hapishane yalnızca özgürlüğünden alıkonulmak şeklinde uygulanabilir ama başka bir ceza uygulanması anlamına gelemez. Bunlar temel olan şeyler, bunları dile getirmedikçe, bunlar hakkımız olmaktan çıkıyor. Bunlar bize sağlanan lütuflar gibi değerlendirilmeye başlanıyor. Sağlığın bir hak olduğunu bilmek gerekiyor. Tutukladıklarında öncelikle benim sağlık durumumu değerlendirmeleri gerekiyor” diye konuştu.

 Tutuklulukta hastalıkların değerlendirilmesi gerektiğini belirten Biçer, şunları belirtti:
“Devlet askere aldığında her türlü sağlık kontrolü yapıyor. Devletin yurttaşlarla ilgili sorumluluğu, askerde ne ise hapishanede de öyledir. Devlet özgürlüğünü alıkoyduğu kişinin haklarını sınırlı tutamaz. Bu süreçte koruyucu sağlık hizmetini hapishanelerde gerçekleştirilmediğini biliyoruz. Bir kişi hastalanırsa, bırakın hekime yetkililere bildirmesi için dilekçe yazması, sıraya girmesi, o koşullarda idarenin revire çıkmasına öncelikli izin vermesi gerekiyor. Acil durumlarda ambulansın çağrılmasında sıkıntı yaşandığını biliyoruz. Eğer sağlık hizmeti yerine getirilmiyorsa, sevk hizmeti gerekiyor. Sevk hizmetinin nasıl gerçekleştirildiğini mahpusların yakınlarından biliyoruz. Adeta işkencehane olarak kullanılan ring araçları, insanların ters kelepçeyle seyahat ettirildikleri mekanlar olunca, sağlığa erişim konusunda mevcut olanaklar kullandığı gibi görülüyor. İnsanlar işkence anlamına gelen davranışlar nedeniyle hastanelere gitmek istemiyor. Hastanelere götürüldüklerinde, sevk maddelerinde ‘dikkat terör suçlusu’ kaşelerinin bulunduğu ortamda, yanında gardiyanların, jandarmaların bulunduğu ortamda muayene edilmeye zorlanmak isteniyor. Bu durumda o insanların hastalıklarını doktora söylemeleri halinde doktorun o değerlendirmeleri bağımsız ele alması olanaklı olmuyor."

STÖ'LERE ÇAĞRI: SORUMLULUK ALINMALI

Sivil toplum örgütleri ve kamuoyunun hasta tutsakların sağlık hakkının yerine getirilmesi için sorumluluk alması gerektiğini söyleyen Biçer, “Ne yazık ki bu konudaki yaklaşımlar iktidarlar tarafından anlamsız hale getiriliyor. Alıkonulanların haklarının korunması, farklı türden uygulamalardan kaynaklanan sorunları dinlemek istediğimizde, avukatlar dışında çalışma yapılmasına izin verilmiyor. Uluslararası mekanizmaların içi boşaltılıyor.  İnsanların hastaneye ulaşmasının engellenmesi, bu mekanizmaların ortadan kaldırıldığı bir sistem var” ifadelerini kullandı.

'SESİMİZ DAHA YÜKSEK ÇIKMALI'

Mahpus koğuşlarında yeterli sağlık hizmetinin verilmediğini belirten Biçer, “Hastaneye yatması gereken insanlara onur kırıcı bir uygulamayla karşı karşıyayız. Niye hastanelerde mahpus var sorusunu daha yüksek sesle sormamız gerekiyor. Mahpus koğuşlarında o hastanede verilen standart sağlık hizmeti gerçekleştirilmiyor. Kapatılmadığı gibi, sayısını arttırmak, güvenliğini arttırmak dışında bir şey düşünülmüyor. Bu kadar badireyi atlatan mahpus, durumu ağırlaştırılıyorsa, bu kişinin sağlık durumu nedeniyle tedavisinin dışarıda gerçekleştirilmesi gerekiyor. Bugün hukuk bildirilerinde tanımlanmıştır. Haklar denildiğinde, herkes bunu kabul eder” dedi.
ATK’lerin rolüne değinen Biçer, şunları söyledi: “Devleti savunan bir perspektifle hareket eden, faşist yönetimlerin olduğu yerde devletin kirli çamaşırları yıkayan bir yapılanma gibi hareket ediyorlar. Resmi bilirkişilik, bir kişinin en iyi bildiğini ilan etmektir. Ben ATK’de araştırma yapmadan, son zamanlarda gelişmeleri takip etmediğim konuda, o alandaki yeni bilgileri araştıranların karşısında ‘ben yılların profesörüyüm’ dersem, bu gerçekliği taşımaz. Yalnızca sağlık alanında resmi bilirkişilik var. Başka yerde yok. ATK o kadar kritik ki, ATK’nin resmi bilirkişi olmasına çaba gösteriyorlar. Bir kurumu resmi bilirkişi olarak değerlendirip, diğerlerini hiçleştirmek, adaletin işlemesine yönelik bir müdahaledir. Adil yargılanma hakkında müdahaledir.”
Panel sunumlarla devam ediyor.