Saadet ve Sertaç’ın yenilmezliği

Saadet ve Sertaç, ölümün değil, yaşamın ve direnişin simgesi olarak kazındılar Kürdistan halkının yüreğine ve aklına. Namus anıtı, yenilmez gerillacılığın ilk fedaileri olup hayat verdiler.

Cûdî ve Besta dağları arasında uzanan bir dağ silsilesiydi Çêlê Nimêja. Bu dağ silsilesinin Besta’ya bakan tarafında koçerlerin oba kurduğu Çemê Mezin merasında, askerler ve Tatarlara bağlı korucular pusuya yatmışlardı. Bölgedeki ajanlardan aldıkları bilgiye göre gerillalar o obaya gidip gelmekteydi. Üç kişiden oluşan gerilla grubu, koçerlerin çadırlarını açtığı merada silahlı propaganda faaliyeti yürütüyordu.

1985 yılının 22 Eylül akşamı güneş ufka gömülüp, başka kıtaları aydınlatmaya doğru yüz verirken onlar da çadırlara doğru yol aldı. Yol aldıkları pusuyu fark edebilmeleri zordu. Kuytu ormanın tam ortasındaki merada kurulan obaya ulaşmalarına az bir mesafe kalmıştı. Askerler ve korucular ise parmakları tetikte pusularına düşmelerini bekliyordu. Pusu, ormanın alt ve üst kuytuluklarından obanın girişi olan dar ve açık düzlüğe atılmıştı. Gerillalar, silahlarının menziline girince ateş yağmuru başladı.

ÇEVİK VE KORKUSUZDU

İlk refleksi Saadet (Rahime Kahraman) gösterdi. Saadet, 1960’ta Dersim’in Mazgirt ilçesine bağlı Teman köyünde dünyaya gözlerini açmıştı. Kardeşi Baki Kahraman’la birlikte 1978’de PKK saflarına katılmıştı. Baki Kahraman şehit düşünce, izinde her zaman kardeşine layık olmaya çalışan bir duruşun sahibi olmaya çalışmıştı. Çevik ve korkusuz bir mizaca sahipti. Hemen Sertaç’ın kolunu tutup arkaya attıktan sonra öne doğru hamle yaptı.

PARMAĞINI TETİKTEN ÇEKMEDİ

Silahını ateş açan asker ve koruculara doğrulttu. Karşılık vermeye başladı. Öne atıldığı esnada karın boşluğuna isabet eden mermiyi fark etmesi uzun sürmedi. Ağır yaralanmıştı. Gözleri karardı. Yere düştü. Bir süre kıvrandığı yerde acısının dinmesini bekledi. Fakat ne acı geçiyordu ne de yarasından dökülen kan duruyordu. Kefiyesini karnına sararak biraz güç kazanmaya çalıştı. Nasıl ki su sudan, ateş ateşten korkmazsa gerçek uğruna savaşan bir savaşçı da ölümden korkmazdı. Ardından son nefesine dek parmağını tetikten ayırmadı.

Sertaç’ın silahı da karanlık çökene dek Saadet’in silahına eşlik etti. Ama o da ağır yaralanmıştı. Her iki taraftan ateş altında kalan gerillalar, ‘Teslim ol’ çağrılarına sonuna kadar direnerek karşılık vermişti. Karanlık çökünce geride kalan diğer gerilla pusudan çıkmayı başardı. Besta’nın kuytu ormanı içinde yönünü arkadaşlarına verdi. Saadet’in uzun ince boyunun beline kadar uzanan kumral saçları sonbahar mevsiminin ilk rüzgarını hissetmiyor, yay gibi ince kaşlarının altında kalan gök mavisi gözleri çatışma meydanında açık kalmıştı. Ölümde yalnızca beden ölürdü. Hayat, bilinç ve gerçek asla ölmezdi.

YARALI ELE GEÇMEMEK İÇİN

Sertaç’ın yarası ise ağırdı. Çok acı çekiyordu. Çatışmayı sürdürecek takati kalmamıştı. Yaralı ele geçmemek için sürüne sürüne, pusu yerinden uzaklaşmaya çalıştı. G-3 mermisi ayak kemiğini parçalamış, çıktığı yerde baş ve işaret parmaklarının birleşen ovallığında bir oyuk açmıştı. Kurşunların menzilinden çıktı. Kanın pıhtılaşması ve durması için şutık ile yaranın üst kısmını sıkıca bağladı. Eline aldığı kuru bir ağaca dayanarak gecenin himayesinden faydalanıp adım adım oradan uzaklaştı.

ÖLÜMÜ SAADET’E YAKIŞTIRMADI

Piştreşa denilen Besta’nın bir başka sık ormanının içine, iradesine dayanarak ulaşmayı başardı. Çok kan kaybetmişti. Yürümekte zorlanıyordu. Nefeslenmek için yaşlı bir meşe ağacının dibine uzandı. Dersimli olan yol arkadaşı Saadet aklına düştü. Dersim isyanının önderi Seyîd Riza’nın, “Gün gelecek torunlarımız öcümüzü alacaktır” vasiyetine bağlı kalmıştı. Ölümü ona hiç yakıştıramadı. İşte herkes kendi payına doğuyor, yaşıyor ve ölüyordu. Önemli olan anlamlı yaşamak ve yeri geldiğinde ölmesini bilmekti.

Bütün renkleri karanlığına alan örtü, güneşin doğuşu ile kalktı. Askerler ve korucular, Saadet’in cenazesinin üstüne üşüştüler. Açık kalan mavi gözleri, askerlerin komutanını korkutmuş olmalı ki çevresindeki askerlere ve koruculara: ‘Ölürken bile bizi tehdit etmeyi ihmal etmiyor. Türk askerine kurşun sıkmanın ne demek olduğunu göreceksin. Ölmekle kurtulamazsın’ dedi. Olay yerini biraz daha incelediklerinde kan izine rastladılar. Askerlerin komutanı, “Bir yaralı var ama nereye kaçtı” diye sordu.

KORUCU, BİR KÖPEK GİBİYDİ

Şırnak’ta işbirlikçilerin ocağı olan Tatar ailesinin adamlarından Osman Sevim, yörenin en iyi iz sürücülerindendi. Komutanın söylediklerine hitaben sağ elini yumruk şeklinde göğsüne vurup; “Komutan beg, sen hiç merak etme. O kuş olup uçsa, yağmur olup toprağa süzülse, buhar olup bulutlara karışsa bile onu bulurum. Bu gördüğün dağların en iyi iz sürücüsü benim. Elimden kaçamaz komutan beg.”

Bir süre köpeğimsi özelliklerini övdü. Askerlerin komutanı duyduğu sözlerden memnun kaldı. Ona, “Eğer onu bulursan dünyanın parasına sahip olursun. Eğer bulamazsan artık başına getireceklerimi sen düşün” dedi.

Açlık güdülerini daha fazla parayla kamçılarken onu tehdit etmeyi de ihmal etmemişti. Ne de olsa bir Kürt’tü. Ve kendini satan bir Kürt’e asla güven olmazdı. Osman Sevim, herkesin önüne geçti ve tıpkı bir köpek gibi avının izini sürmeye başladı.

EBEDİ BİR İZ OLMAK DA VARDI

Mevsim sonbahar, hava puslu, yapraklar sararmaya yüz tutmuş, doğa mevsiminin hüznüne durmuştu. Sertaç (Fazıl Yıldırım) pusu alanından uzaklaşırken arkasında iz bırakmamak için oldukça çaba sarfetmişti. Yaralarından dökülen kan, yer yer toprağa iz bıraksa da yine de izini süreceklerini bildiği askerleri ve korucuları yanıltmak için yönünü değiştirmişti. Yaz güneşinin canlılığını emerek sararttığı otlar her adımında kırılıyor ve peşine düşeceklere iz bırakıyordu. Bu durumu ormanın içine girerek aşacağını düşündü ve gücü yettiğince yol almaya çalıştı ama her iz başlar ve nihayetinde biterdi. Ya ondan sonra? Ebedi bir iz olmak da vardı. Yitip gitmek de… Ne olacaktı?

Osman Sevim, bütün duyuları ayaklanmış, kurnaz ve dikkatli gözlerle avının izini sürüyordu. Elde ettiği bütün veriler, izlerin Piştreşa yamacına yayıldığını gösteriyordu. Askerlerin ve korucuların yönünü oraya verdi. Ana rahmi böyle bir canavarı taşıdığı için kendisine lanet ederdi. Hiç tanımadığı, aralarında en ufak bir husumetin olmadığı birinin peşine sadece para için düşmüştü.

SERTAÇ YARALI VE YALNIZDI

Sertaç, yaralıydı ve büyük bir savaşın içinde peşine düşen acımasız bir ordunun karşısında tek başına kalmıştı. Antep şehrine bağlı Araban ilçesinin Çiftegöz köyünde doğmuştu. PKK’nin önder kadrolarından Mehmet Hayri Durmuş’tan etkilenmiş ve 1978’te PKK saflarına katılmıştı. Öğlen güneşinin dik ışınları dalında tek tük sararan meşe ağaçlarının yapraklarını kavururcasına ışığa boğuyordu. Sonbahar mevsiminin hüznü doğayı çepeçevre sarmıştı. Gökyüzünde katar katar uçan kuşlar, daha sıcak iklimlere kanat çırpıyordu.

Asker ve korucuların siyah siluetlerini, sırtını dayadığı meşe ağacının dibinde gördü. Kendisini, sırtını dayadığı o ağaç gibi yalnız hissetti ama kızdı. Yüzüne yayılan kırışıklar gerildi. Egîd, Şiyar, Erdal, Abbas, Cuma, Bedran, Ahmet Rapo, Azîme, Dr. Jiyan, Rojîn ve mücadelesinde yürüyen nice arkadaşı vardı.

Hasımları gittikçe ona yaklaşıyordu. Başını, mağrurluğunu aldığı timsali olmayan dağlara çevirdi. O dağlara bıraktığı anılar olduğu gibi gözlerinin önüne geldi mi? Bilinmez ama öyle diyorlardı. Ölüme giden bir insanın hayatı gözlerinin önüne gelirmiş.

BİR ŞEYLER YAPMALIYDI

Nefsi, bütün hücrelerine ayaklanırcasına yaşamasını fısıldıyordu. Nefsini dinlemedi. Zaten PKK saflarına katılanın amentüsü nefsi günahtan arındırmak, iyi, güzel ve doğru kılmaktı. Teslim olup davasına ihanet edebilir miydi? Ya ellerini havaya kaldırarak izini sürenlere doğru gidip izini yitirecek ya da ölecekti. Ölümden yaşamı yaratan yoldaşlarını hatırladı kalbi. Kalp görülmeyene iman ederdi. Saadet’ten kopan ellerini havaya kaldırmadı. Birini el bombasına diğerini pime götürdü.

Köleliğe karşı özgürlük duruşu içini coşkulu manevi bir hisle doldurdu. Bir şeyler yapmalıydı. Halkını yaşatmak için kanını dökmekten çekinmeyecekti. Bunun için yola düşmüştü. Aksi aklının ucundan dahi geçmedi. Mermileri çatışmada tükenmiş, kan kaybından dolayı uzaklaşan bilincini Saadet ile uyanık tutmaya çalışmıştı. Rextınde (palaska) kalan son bombasını sımsıkı tuttu. Bedenini yaşamdan koparacak o cansız ve soğuk metal parçasına baktı.

DÜŞMANININ ELİNE GEÇMEMELİYDİ

Savaşlarda ölmenin öldürmekten daha önemli olduğu anlar vardı. Sertaç, gerilla anılarını yeni yeni oluşturan partisinin geliştirdiği o andaydı. Geçmiş, an ile geleceği şekillendiren yegane hakikattı. O bombayı avuçlarına alma gücünü zindan direnişçilerinden alıyordu. O da geleceklerini zindan direnişçileri gibi var etmenin zamanını yaratacaktı. Ülkesini özgürleştirmek istiyordu ve bu ancak yeri gelince ölmekle mümkündü.

Kökleri direniş anılarıyla güç kazanacaktı. Ölümü, direnişlerinin yaşaması için olacaktı. Ölümü, direnişlerine hatıra kalacak ülkesinin atlasında dilden dile anlatılacaktı. Ölümü,  Kürt toplumunda yeni doğan çocuklara isim ve kahramanlık öyküsü olacaktı. Ölümü, arkadaşlarının bitmek tükenmek bilmeyen öfkesi ve intikam yemini bellenecekti. Ölümü, askerlerin eline sağ geçmemek içindi. Onlar ölümü daha yaşarken yenmeyi başardıklarında ülkelerini kurtaracaklarına inanmışlardı. İnandığı gibi yaşama desturunun şahikasındaydı.

AVUCUNU AÇMASI YETERLİYDİ

Osman Sevim artık çok yaklaşmıştı. Neredeyse Sertaç’ı bulup, askerlere teslim edecekti. O an bombanın pimini çekti. Birkaç saniye sonra kıyametin pençesine düşecekmişçesine inleyecek Besta, yiğit ve emektar bir gerillasını yitirecek olmanın iç çekişiyle sarsılmaya hazırlanır gibiydi. Sertaç, iki yıldır onun ormanlarına, derelerine, adım attığı her toprak parçasına iz düşmüştü. Çok sevdiği Besta’nın toprağı ve ormanıyla bir daha ayrılmamacasına bütünleşmesi için avucunu açması yeterli olacaktı.

BEDENİYLE EL BOMBASINI ÖRTTÜ

Avuçlarını açtı. Başını dizlerinin arasına bıraktı. Vücudunu ayakta tutan, Allah’ın insana daha da yakın olduğu şah damarı onunla onurlandı. Bütün varlığına huzur dolu bir haz yaydı. Yaşanan zamansız ve mekansız bir andı. Ne de olsa eylemle ifade edilen inanç, idrake ulaştıran en etkili yoldu. Bedeniyle el bombasını örttü. Sanki bombanın parçaları çok sevdiği Besta’nın ağaçlarını yaralarsa canı daha çok yanacaktı. Bombanın sesine karışan parçalar, bedeninde soğurken, çok sevdiği Besta toprağına bedeninden dökülen kan tüm sıcaklığıyla karıştı. Gerçeğin dili yoktu ama bütün çıplaklığı ile kendisini anlatırdı.

Saadet ve Sertaç’ın cansız bedenlerini atlara bağlayıp Besta Hincê suyunun kıyısındaki çakıl taşları arasında sürüklüyorlardı. Bununla da yetinmeyen askerler, cenazeleri Şirnex kent merkezine halka zorla teşhir etme amacıyla götürdü. Cenazeler teşhir edilirken askerler birçok yerden gerilla ailelerini cansız bedenlerin üstüne getiriyor, ‘Çocuklarınızın sonu budur’ demeye getiriyordu. Türk devleti, Kürt halkının sosyolojik yapısından ise habersizdi. Kürtlerde kan dökülürse izine kapılmak, intikam almak, yazısız ahlaki bir yasa ve en temel kültürdü. Bu manzara karşısında Şırnak halkının korkmasını umuyorlardı. Halk ise içten içe isyan ediyor, askerlerle hareket eden koruculara lanet yağdırıyordu.

SÖMÜRGECİ AHLAKSIZLIĞININ TEŞHİRİ

Şırnak Tugay Komutanı, şatafatı üzerine yükseldiği devletçi uygarlığın, kadın düşmanlığından beslendiği için Saadet’e halkın içinde alenen dil uzatma gafletinde bulunup, “Doktor onu muayene etsin. Eğer bakire çıkarsa ben bir gün bile bu üniformayı giymem, istifa ederim” dedi. Amacı gerillaları karalamaktı. Kendinden emin, ölmüş bir insanın cansız bedeni üzerine bahse girmişti. Kendince bir taşla birkaç kuş vuracak, eline düşen fırsatı kaçırmayacak, dini duyguları güçlü olan halka, “Kadınlı-erkekli, dağlarda oynaşıyorlar” diye yaptıkları kara propagandalara doğruluk payı kazandıracaktı.

Cenazeyi muayene etmesi için getirdikleri doktorun raporunda Saadet bakire bir kadındı. Sefil boynunu büken Tugay Komutanı, doktorun raporu karşısında kendi kirli zihniyetlerini dışa vurmaktan çekinmedi: “Bir kadın birkaç saat dahi askerlerimizin arasında sağlam kalamaz. Bu kadın onca erkekle yıllarca dağlarda kalmasına rağmen temiz kalmış. Bunlar amaçlarına ulaşacak.” Topluluk içinde ölü bir bedene iftira atan komutanın yüzüne çöken hüsran, avurtlarını daha da belirgin kılmıştı.

İnsan yaşadığı kadar mıdır? Yaşam ölümle son mu bulurdu? Saadet’in Şırnak’ta gömüldüğü kimsesizler kabrinin toprağını, yöre halkı kısa süre sonra şifa niyetine kutsadı. Cansız bedeninin yayıldığı kabir toprağının her hastalığa, her yaraya derman olduğuna dair efsaneler dilden dile dolaştı. Birçok insan onun Şırnak’taki kabrinin şifa dileyeni oldu. Çünkü o öldükten sonra doğmuştu.

YENİLMEZ GERİLLACILIĞIN İLK FEDAİLERİ

Kürdistan halkı özgürlükleri uğruna hayatlarını feda eden gerillaları gördükçe üzerindeki ölü toprağı silkeliyordu. Yitik bir ülke ve kimliği inkar edilen bir halk, uğruna dökülen kanla diriliyordu. Saadet ve Sertaç; ölümün değil, yaşamın ve direnişin simgesi olarak kazındılar Kürdistan halkının yüreğine ve aklına. Onlar, halkımızın gönlünde yaşamın adı, “namus” anıtı, şifa sağaltıcısı, haklı bir savaşın ölümsüz kahramanları ve yenilmez gerillacılığın ilk fedaileri olup hayat verdi. Halkının hakikati için ölenler ve öldürenler, ölümsüz aziz ve azizelerdir.