Efrin’e işgal harekatı ve soykırıma karşı direniş-MAKALE
Yuri Andropov, SBKP Genel Sekreterliği görevine getirildiği zaman, yaptığı açıklamalarla sosyalist cephede büyük umutlar yaratmıştı...
Yuri Andropov, SBKP Genel Sekreterliği görevine getirildiği zaman, yaptığı açıklamalarla sosyalist cephede büyük umutlar yaratmıştı...
Göreve başlar başlamaz parti içinde ağır bir yozlaşmanın yaşandığını belirtmiş ve bu yozlaşmaya karşı savaş açtığını ilan etmişti. Ona göre, SBKP’nin milyonlarca üyesinin ancak yüzde sekizi gerçek anlamda partili sayılabilirdi. Geri kalanı ise sadece kendi çıkarlarını düşünen yozlaşmış unsurlardan ibaretti. Sovyet toplumu partideki soysuzlaşmaya savaş açan yeni liderlerini çok sevmiş, ama bu durum Batılı güçleri epeyce şaşırtmıştı. Çünkü Andropov 1967’den 1982’ye kadar KGB’nin başında bulunmuş eski bir istihbaratçıydı. İstihbarat örgütlerinin mensupları toplumda genellikle soğuk karşılanırken, Andropov için tersi söz konusuydu. Batılı bir gazeteci bu durumu nasıl izah edeceğini sorduğunda, Andropov kendisine Çeka’nın kurucusu ve ilk başkanı Cerjinski’nin bir Çekist’in nasıl olması gerektiğini anlatan sözleriyle cevap vermişti. Cerjinski’ye göre, Çekist ‘soğuk bir akla, sıcak bir yüreğe ve temiz ellere sahip bir insan’ olmalıydı. Çeka üyelerine toplumda Çekist deniliyordu. Andropov, bu sözleriyle bu tanıma göre yaşayan biri olarak, halkın sevgisini kazanmayı hak ettiğini anlatmaya çalışıyordu.
Tıpkı Andropov gibi Vladimir Putin de KGB geleneğinden geliyor ve istihbaratçı geçmişi yüzünden Rus medyasında ‘Çekist’ olarak tanımlanıyor. Bu sıfatın kendisine Cerjinski’nin tanımı çerçevesinde yakıştırıldığını sanmıyorum. Sovyet sistemi yıkılıncaya kadar Putin’in SBKP üyesi olduğu, ama komünistlikle ilgisinin bulunmadığı kesindir. Yani Andropov’un partili varsaydığı yüzde sekizlik kesim içinde yer aldığı bile söylenemez. Sovyet sistemi kapitalizmle açıktan bütünleştiğinde, şekillenen kapitalist Rusya’da iktidar basamaklarını hızla adımlaması da bunun kanıtıdır. Bu anlamda kendisini dinini inkar eden eski reel sosyalistler tayfası içinde değerlendirmek hiç de yanlış olmayacaktır. Böylesi kimselerin belki soğuk akıllarından söz edilebilir, ancak sıcak yürekleri ve temiz ellerinden asla. Milyonlarca kahraman şehidin kanları üzerinde inşa edilen koca Sovyet sistemini satanlar içinde yer alan birinin sıcak yüreği ve temiz elleri olamaz. TC’nin Efrîn’i işgal edip soykırım yapmasına onay vermekle Putin bu gerçeği bir kez daha doğrulamış oluyor. Efrîn’de öldürülen ve bundan sonra öldürülecek olan her Kürt’ün kanında Putin’in elleri vardır.
Eskinin Sovyetler Rusyası’nın halkların demokratik kurtuluş mücadelelerine yönelik politikasında kuşkusuz bazı yetersizlikler vardı. Bu mücadeleleri desteklemenin temel koşulu, SSCB’nin çıkarlarıyla uyumlu olmalarıydı. SBKP için ‘sosyalist anayurdu savunmak’ her türlü görevin başında geliyordu. Bununla çelişen her demokratik ve sosyalist hareket, son derece haklı ve meşru olsa bile desteklenemezdi. Yine de Sovyetler Birliği birçok ulusal kurtuluş hareketine büyük destek verdi ve zafere ulaşmalarına katkıda bulundu. Putin Rusyası ise bugün soykırımcılarla el eledir; Kürt halkına karşı ‘kök kazıma’ politikası izleyen soykırımcı TC devletine yardım etmektedir. En büyük desteğini Putin Rusyası’ndan alan faşist diktatör Erdoğan’ın Üçüncü Dünya Savaşının Hitler’i rolüne soyunduğu ortadadır. Hitler’in İkinci Dünya Savaşında Yahudilere yaptığını Hitler mukallidi Erdoğan da yeni Dünya Savaşı koşullarında Kürtlere yapmaya çalışmaktadır. Bu anlamda Putin Rusyası Efrîn’i işgaline onay vermekle TC’nin Kürt soykırımının ortağı durumuna düşmüştür.
Kürtlerin kapitalist sistemin soykırım kıskacında tutulan bir halk oldukları doğru olsa da İkinci Dünya Savaşının Yahudileri ile Üçüncü Dünya Savaşının Kürtleri arasında belirgin farklılıklar bulunmaktadır. Yahudiler soykırıma hazırlıksız yakalanmışlardı. Yahudi emekçileri soykırım uygulamalarına direnecek bir örgütlülükten yoksundu. Bu nedenle Hitler rejimi yoksul Yahudileri toplayıp temerküz kamplarına yollarken ciddi bir direnişle karşılaşmamıştı. Sonuç ise milyonlarca Yahudi’nin alçakça bir biçimde imha edilmesi oldu. Buna karşılık Kürtler faşist TC devletinin soykırım savaşına karşı görkemli bir direniş içinde olan bir halk durumundadır. Kültürel soykırım uygulamaları altında tükenişin eşiğine getirilen Kürt halkı PKK ile birlikte bir varlık ve özgürlük mücadelesi başlattı. Soykırım kıskacında varlık savaşına girişti. Kürdistan’da yaşanan bu kırk beş yıllık direniş, soykırım sistemine karşı var olma ve özgür yaşama adına bir direniştir.
Avrupa’nın hiçbir ulus-devletinin başlangıçta Hitler rejiminin ‘ari ırkını parazitlerden arındırmak’ adına başvurduğu Yahudi soykırımına karşı çıkmadığını çok iyi biliyoruz. Yani Batı’nın ulus-devletleri suskunluklarıyla bu soykırımın suç ortağı olmuşlardı. Onları bu soykırım karşısında suskunluğa yönelten, özünde Hitler’in ‘saf ırk’ ya da ‘tek tip ulus’ anlayışını kendilerinin de benimsemiş olmalarıydı. Ulus-devlet başından beri ulusu homojenleştirmeyi öngörüyor ve bu karakteriyle bir soykırım aygıtı oluyordu. Soykırım politikasının veciz ifadesi olan ‘tek millet, tek vatan, tek devlet, tek bayrak’ anlayışıyla Erdoğan da Nazilerin yolunda yürüyerek, İttihat ve Terakki’nin soykırım politikalarını güncelliyor. Naziler için uluslaşmada ‘parazit’ Yahudi iken, sömürgeci Türk faşizmi için de özgür kimlikli Kürt oluyor. Faşist TC devleti, geriye kalan nesneleştirilmiş Kürt’e Türk uluslaşmasının hammaddesi olarak bakıyor. Kürt’ü nesneleştirip kültürel soykırımı, özgür kimlikli Kürt’ün kökünü kazıyıp fiziki soykırımı tamamlamaya çalışıyor.
Emperyalist Batı’nın Kürt politikası da nesne bir Kürtlük yaratmayı öngörüyordu. Yarattığı bölge statükosunda Kürtlere layık gördüğü şey buydu. Dolayısıyla soykırımcıydı. Yani Kürtler üzerinde kültürel soykırım odaklı inkar ve imha sistemini inşa eden emperyalist Batı’ydı. Aynı sistem fiziki soykırıma da açık olup, nesneleşmeye karşı direnişi en kanlı biçimde yok etmeye cevaz veriyordu. Bunun nedeni ise, bu sistemin hegemonik güçlerin Kürtleri kendi ‘böl-yönet’ politikalarında bir araç olarak kullanmalarına imkan sunmasıydı. Bu anlamda kimliği ve özgürlüğü için direnen her Kürt, aslında emperyalist Batı’nın bu soykırım politikasına karşı direniyor. Bu yüzden Putin Rusyası’nın yanı sıra, Batılı hegemonik güçlerin faşist diktatör Erdoğan’ın Efrîn’e yönelik soykırım amaçlı işgal harekatı karşısında suskun kalıp destek vermelerini yadırgamamak gerekiyor. Emperyalist Batı hala terk etmediği bu politikasının gereklerine göre davranıyor.
Bu insanlık dışı oyun PKK’nin ortaya çıkışıyla birlikte bozuldu. Önder Abdullah Öcalan, Batı’nın ‘nifak unsuru’ rolünde görmek istediği Kürtleri bölge halklarını birbirine bağlayan unsurlara dönüştürdü. En son geliştirdiği demokratik ulus çözümüyle farklı halklar, etnik ve dinsel kimlikler ve kültürlerin özgürleşmeleri ve barış içinde bir arada yaşamalarının önünü açtı. Demokratik ulus paradigması, henüz başlangıç aşamasında da olsa, Kuzey Suriye’de ete kemiğe büründü. Bu durum sadece soykırımcı TC’yi değil, emperyalist güçleri de ürküttü. Bu da TC’nin Efrîn’i işgal harekatına yeşil ışık yakmalarına yol açtı.
Toplumsuz ve insansız bir sistemin Kabe’si olan İngiltere, başından beri kapitalizmin temellerine vuran PKK’ye karşı düşmanca bir tutum içindedir. İngiltere yeşil ışık yakmasaydı, faşist Türk özel savaş rejimi 90’lı yıllarda binlerce Kürt köyünü insansızlaştırmaz ve on binin üzerinde sivil insanı hunharca katletme cesaretini gösteremezdi. Aynı İngiltere’nin faşist Erdoğan diktatörlüğünün Efrîn’e yönelik işgal harekatını en önde destekleyen güç olduğuna da kuşku yoktur. Bu anlamda İngiltere Kürt soykırımını destekleyen güçlerin başında gelmektedir. Almanya’yı özgür Kürt ve PKK düşmanı yapan da yine Kürt Özgürlük Hareketinin anti-kapitalist karakteridir ve bu anlamda PKK’ye karşı İngiltere’ninkine oldukça yakın bir duruş içindedir. ABD ve Fransa da PKK düşmanlığında diğerleriyle ortaklaşmaktadır. Kuzey Suriye’de PKK’nin fiilen bulunmaması, adı geçen güçler için çok da önemli değildir; önemli olan, buradaki Kürt Hareketinin Suriye ve genelde Ortadoğu için bir çözüm alternatifi olarak ortaya çıkması ve bunun halklarca büyük kabul görmesidir. Kendileri çözümsüz olan bu güçler, alternatif Kürt çözümü karşısında dehşete kapılmışlardır. Hepsinin Efrîn’e yönelik Türk işgal harekatı karşısındaki onur kırıcı tutumlarının gerçek nedeni budur.
Unutmayalım: ABD öncülüğündeki koalisyon güçleri Irak’a saldırıyla başlayan Ortadoğu müdahalesi öncesinde ilkin PKK’yi hedeflemişler, Önder Öcalan’ı tutsak edip İmralı’da ağır bir tecrit altına almışlardı. Koalisyon ortaklarını buna yönelten, PKK’nin askeri gücünden ziyade, Önder Öcalan’ın Ortadoğu kaosundan halklar lehine bir çözüm sunmasını yüksek bir ihtimal olarak görmeleriydi. Ancak uluslararası komplo beklenenin tersine sonuçlar doğurdu. Çözülüp dağılmak bir yana, daha da güçlenen PKK, kaostan çıkış konusunda ulaştığı çözüm sayesinde bölgede halkların demokratik seçeneğini oldukça güçlendirdi. Bunun bölge büyük bir demokratik devrimin habercisi olduğu açıktı. Küresel finans kapital güçleri IŞİD çetelerini Kürtlerin üzerine sürerek Kürt Özgürlük Hareketi’ni geriletmeye çalıştılar. Efrîn, Kobanê, Şengal ve Maxmur faşist IŞİD çetelerinin saldırdığı ilk alanlar olması da bunu kanıtlıyordu. IŞİD’in eğitilip silahlandırılmasında İngiltere ve Fransa öncü rol oynamışlardı. IŞİD somutunda geliştirdikleri şey, bir devrimi ve dolayısıyla halkların demokratik sisteminin gelişimini önleme konseptiydi. Aynı konsept Bakur’da da hayata geçirildi.
IŞİD’i sahneye çıkarıp ortalığa salan güçlerin amacı halkların ulus-devletlere karşı kendiliğinden gelişen isyanlarını sınırlandırmak, öncü boşluğunu bu yapılanmayla doldurmak ve bununla terbiye ettikleri ulus-devletleri yeniden küresel sermayenin hizmetine sokmaktı. TC daha sonra devreye girip IŞİD’i faşist Sünni yapılanmanın vurucu gücü olarak değerlendirmeye ve bölgesel hegemon güç olma yolunda bir araç olarak kullanmaya çalıştı. IŞİD’in yönünü Rojava’ya dönmesi ve Kürtlere karşı saldırıya geçmesi doğrudan TC’nin bu politikasıyla bağlantılıydı. Bölgede Sünni blok eksenli bir yayılma stratejisi izleyen TC, bunun başarısının öncelikle Suriye’yi kontrol etmekten geçtiğinin farkındaydı. Nitekim TC sözcüleri kısa süre içinde Şam’a ulaşıp Emevi Camisinde namaz kılacaklarını söyleyecek kadar kendilerine ve IŞİD çetelerine güveniyorlardı. TC bunu gerçekleştirdiğinde Beşar Esad iktidarını Akdeniz kıyılarına hapsedecek, İran’ı kuşatıp sınırlayacak ve kendisi bölgesel hegemonik güç haline gelecekti. Bu konuda yegane engel Rojava’da ciddi bir gelişme kaydeden Kürt Özgürlük Hareketiydi. TC bu engeli El Nusra ve daha sonra IŞİD ile aşmak için çaba harcadı.
Rejimin hakim olduğu alanlara yönelmesi gerekirken, IŞİD’in var gücüyle Kobanê’ye yüklenmesi ve en seçkin birliklerini buraya sevk etmesi askeri mantık açısından gerçekten tuhaftı. İşte tam da bu noktada ABD bunun gerçekte hegemon güç olmaya sevdalanan TC’nin saldırısı olduğunu fark etti. IŞİD, TC devleti adına bir vesayet savaşına girmişti. Türk devletinin bölgeye ilişkin Sünni blok eksenli hegemonik emellerinden rahatsız olan ABD, Kobanê Direnişine destek vermeyi kendi çıkarları açısından gerekli gördü. ABD’nin yanı sıra Avrupa Birliği ve İsrail de TC’nin bu yeni Osmanlıcı yayılma politikasını tehlikeli buluyorlardı. Bütün bunlar ABD’yi Kürt direniş güçleriyle taktik ilişkiler kurmaya ve IŞİD’e -özünde ise AKP’nin hegemonik yayılmacılığına- karşı savaşmaya yöneltti. Kobanê zaferi IŞİD’in sonunun başlangıcı olmuştu. Kobanê zaferinden sonra Kürt direniş güçleri yeni zaferler kazanmaya devam ettiler. Bunların zirvesi IŞİD’in başkent ilan ettiği Reqa’nın özgürleştirilmesi oldu. IŞİD terörü büyük ölçüde bertaraf edildi.
Daha da önemli olan, savaştaki bu zaferlerin siyasal sonuçları oldu. IŞİD işgalinden kurtarılan alanlar gerçek anlamda özgürleşen alanlardı. Bu alanlarda yaşayan farklı toplumlar ve topluluklar gerçek demokrasiyle tanışıyorlardı. Özgürleşen Kürt aynı zamanda başta Araplar ve Asuri-Süryaniler olmak üzere özgürleşen halklar, etnik ve dinsel kimlikler ve kültürler demekti. Demokratik sistem bir hayal olmaktan çıkarak kanlı canlı bir gerçekliğe dönüşmüştü. Kadında hayranlık uyandıran bir uyanış ve özgürleşme yaşanıyordu. Tüm farklı kimlikler ve kültürlerden genç kadınlar ve erkekler direniş güçlerine katılıyorlardı. Özgürleşen alanlarda inşa edilen çokluklara dayalı demokratik sistem Suriye’nin geleceğine de ışık tutuyordu. Kısacası yaşanan, Fransız ve Büyük Rus Devrimleri ayarında bir devrimdi. Kapitalist modernitenin çürüten kaosundan çıkış yolu ortaya konulmuştu. Bölgede geleceği olan öncelikle seçenek buydu.
Tam da bu noktada yeni bir devrimi önleme konsepti devreye sokuldu. Geçmişteki konseptte kullanılan temel argüman IŞİD oluyordu. Bu yeni konseptin hayata geçirilmesinde kullanılan güç ise soykırımcı faşist AKP iktidarıdır. Efrîn’e yönelik işgal harekatı bu konsept kapsamında gündeme gelmiş, daha doğrusu küresel hegemonik güçler faşist TC’nin Efrîn’i işgal harekatını bu çerçevede değerlendirme yoluna gitmişlerdir. Amaçları demokrasi cephesini zayıflatmak, bilinen adıyla üçüncü çizgiyi mümkün olduğu ölçüde etkisiz hale getirmektir. Son BM Güvenlik Konseyi toplantısında bu temelde mutabakata varıldığına kuşku yoktur.
Küresel hegemonik güçlerin Erdoğan diktatörlüğünden kurtulmak istedikleri hiç kimse için bir sır değildir. Bunun yol ve yöntemleri üzerinde kafa yordukları da doğrudur. Onlar Erdoğan diktatörlüğünü ayakta tutmak kadar yıkılışa götürecek olanın da savaş olduğunu gayet iyi biliyorlar. Rusya da aynı anlayıştadır. Bu anlamda bir taşla iki kuş vurma hesabı içindeler: Diktatör Erdoğan Efrîn bataklığına batıp kendi sonunu biraz daha yakınlaştıracak, direniş güçlerinin bu savaşta ağır yara almasıyla demokratik sistem darbe yiyecek! Direniş güçleri bu komplonun farkındadır; farkında olmak komployu boşa çıkarmaktır.
Direniş güçlerinin temel görevi halkların özgürlük ve demokrasi seçeneğine deyim yerindeyse ölümüne bağlı kalmak, bunu özelde Efrîn’de ve genelde tüm Suriye’de en görkemli haliyle direniş savaşına yansıtmaktır. Suriye yurtseverliği ruhu bu savaşta mutlaka anlam bulmalıdır. Direniş güçleri sadece Efrîn’i değil, Efrîn şahsında Suriye’yi ve giderek tüm Ortadoğu’yu savunduklarının bilinciyle savaşmalıdır. Halkların birleşik direniş savaşında somutlaşan özgürlük ve demokrasideki yüksek anlam gücü her türlü saldırı gücünün üstesinden gelebilecek potansiyele sahiptir. Bu potansiyel aktifleştirildiğinde Efrîn direnişinin mutlaka zafer kazanacağına, Türkiye’yi faşizmden arındırıp demokratikleştireceğine, Suriye’yi demokrasiyle buluşturacağına ve demokratik sistemi bölgede en güçlü alternatif haline getireceğine kuşku yoktur.
Küresel hegemonik sistemin iğrenç komplolarını da yine bu temelde boşa çıkarmış olacağız.