Dayika Xeysa: Kızımın mücadelesini sürdüreceğim

Bremen’deki Kürt toplumunun emekçilerinden Dayika Xeysa, "Sağ olduğum müddetçe kızımın mücadelesini sürdüreceğim" diyerek, ihanete karşı çağrı yaptı.

Dayika Xeysa'nın (Xeysa Nas) hayatı, Şirnex'ın Hezex’e (İdil) bağlı Hespistê köyünde başlıyor. 1990’da Türk devletinin baskıları sonucu Almanya’ya göç etmek zorunda kalıyor. Almanya’ya geldiği günden beri Özgürlük Mücadelesi için emek sarf ediyor.


Dayika Xeysa ile yaşamı, Mala Kurda ile tanışması, Bremen Şehit Aileleri Komisyonu'ndaki çalışmaları, kızı Rojda Nas’ın (Rûken Hespistê) özgürlük mücadelesine katılımı üzerine konuştuk.

Bize kendinizi tanıtır mısınız?

Ben Şirnexlıyım. Köyümüzün ismi Hespist’dir; Hezex’e bağlıdır. O köyde doğdum, büyüdüm; orada evlendim. Atalarımın köyüdür.

Köyden çıktığınızda kaç yaşındaydınız?

Ben 34 yaşındayken buraya geldim. Sadece bir çocuğum burada doğdu. Onun dışında 34 yaşına kadar tüm çocuklarım ülkede doğdu.

Köydeki yaşamınız nasıldı?

Doğrusu köyümüz çok güzeldi. Hepimiz akrabaydık, yabancı kimse yoktu aramızda. O dönemde çok güzel bir hayatımız vardı. Kimse kimseye haksızlık etmiyordu. Tarımla uğraşıyorduk. Köyümüzün yanında çok güzel bir akarsu geçiyordu. Balıklarımız vardı, pirincimiz vardı. Şehirden hiçbir şey almıyorduk. Biber, patlıcan, domates, pirinç vb. her şeyimiz vardı. Vadimiz çok güzeldi.

Sonrasında devlet gelip, “Biz sizin biber, domates ekmenize izin vermiyoruz. PKK’liler sizin vadiye gelip sebzelerden faydalanıyor. Aç kalmıyorlar. Artık sizin pirinç ekmenize izin vermiyoruz” dedi. Artık vadide ekin ekmemizi yasakladılar, artık vadimizden faydalanamıyorduk.

Daha sonra devrimci mücadele gelişti. Öyle öyle tanımaya başladık. Önceleri bilmiyorduk. Bazıları “eşkıyadırlar” diyordu, bazıları “talebe”. Hatırlamıyorum ama onlara birçok isim takıyorlardı. Bazıları onları karalamak için “hırsızdırlar, evimize gelmişler” diyordu. Ta ki bazıları onlarla iletişime geçince onların Şêx Saîd dönemindeki gibi bir dava sürdürdüklerini anladık. Yavaş yavaş onları anlamaya başladık.

Gerillayı ilk gördüğünüzde ne hissettiniz? Onları nasıl gördünüz?

Size bir şey söyleyeceğim ama bana güleceksiniz. Onlara yemek hazırladım; vadiye götürdüler. Daha sonra ayakkabılarını getirdiler. Yani ben daha tanımıyordum, görmemiştim. Dedim ki “yahu bunlar insan ayakkabısıdır.” Kokladım. Dedim “Allahıma insan kokusu geliyor!” Yani bana söylemiyorlardı. Sadece yemek hazırla diyorlardı ama kime götüreceklerini söylemiyorlardı. Yemeği hazırlıyordum. Bazen eski ayakkabıları getirip yeni ayakkabılar götürüyorlardı. Eski ayakkabılarla ırgatlığa gidersiniz, deniliyordu. Bazıları delikti. Anlayacağınız ilk başta tanımıyorduk. Sonrasında yavaş yavaş tanımaya başladık. 


         

BOĞAZIMIZA GİRENİ GERİLLAYLA PAYLAŞMAK İSTİYORDUK
Bazen bizi toplayıp eğitim yapıyorlardı. Bizlere milyonlarca olacağımızı söylüyorlardı. Bazen yardım isteniyordu. Okulda toplayıp bizlere “biz de sizin çocuklarınızız, siz anne babalarımızsınız. Sizin davanızı sürdürüyoruz. Size yönelik zulmü kabul etmiyoruz” diyorlardı. Yani ilişkimiz öyle olmuştu ki boğazımıza gireni onlarla paylaşmak istiyorduk. Onlara olan sevgimiz o derece artmıştı. Artık diyorduk “acaba hangi saatte gelip bize misafir olacaklar ki onlara hizmet edebilelim.”

Yani biz onları güzellikleriyle tanıdık. Onları tanıdıkça devletin zulmünü gördük. Devlet diyordu; “Sizin yanınıza geliyorlar, yemek yiyorlar, siz onlara yardım ediyorsunuz”. Artık günübirlik evlerimize baskın yapıyorlardı. Öyle bir zulüm ki, sadece bizim köyümüze değil Filê, Bafê ve çevredeki tüm köylere uyguluyorlardı.

Bizim köyümüz Botan yönünde, yol ağzında, Torî tarafından da yol ağzındadır. Yani o çevredeki köylerden herkes Hezex’e bizim köyden gidip geliyordu. Botan ve Bagok’a da bizim köyümüzden gidiliyordu. O nedenle bizim köye yapılan zulüm Bafê’ye, Acaniyê’ye, Filê’ye de yapılıyordu. Onlar da bizim gibi yurtseverdi. Onlar da bizim gibi partiyi seviyordu. Kendi çocuklarımızdı. Kendi çocuklarımızı nasıl sevmeyelim ki? Bugün de onları seviyoruz. Bizim için dağa çıkmışlar. Onlar da istemez mi kendi evleri olsun, çoluk çocukları olsun?  Ama anne babaları üzerinde zulüm vardır. Kardeşleri üzerinde zulüm var. Çocukları zulme maruz kalıyor. Elbette mecburen dağa çıkıyorlar. Canları sıkıldığı için gitmemişler. Keyfi olarak kimse koşmaz.

'MALA KURDA OLMASA BİR GÜNDE BOĞULURUM'

Devletin saldırıları olduktan sonra Almanya’ya geldiniz. Nasıl geldiniz? Burada ne gördünüz?

Doğrusu buraya zulme maruz kaldığımız için geldik. Zulüm olmasaydı, köyümüz güzeldi. Memleketimizdi, köyümüzdü, her şeyimiz vardı. Köy güzeldi. Birinin duvarı yıkılsa yarım saatte köylüler toplanıp o duvarı onarırdı. Ev yapınca birbirlerine yardım ederlerdi. Biz ülkemizden çıkmak istemezdik. Kim ülkesini terk etmek ister ki! Üzerimizde zulüm vardı. Mecburen buraya geldik. Mülteci kampına yerleştik. Üç dört yer değiştirdik buraya yerleşene kadar. Çok rezillik gördük. Kampta da zorluk gördük.

Kızım bizden önce geldi. Ben sonradan geldim. O kızımla çok büyük acılar çektik bir yıl içinde. Diyordum, kızım ben de üzülüyorum. Bana, “anne mutfağa gidiyoruz, dil bilmiyoruz. Konuşmaya çalışıyoruz, hangi dili konuştuklarını bilmiyoruz. Ben tekrar ülkeye dönmek istiyorum” diyordu. Diyordum; kızım bak, bir yıl kaldıktan sonra şartlar iyileşir, diyorlar.

Buraya geldim, dedim, “Dernek binası yok mudur? Mala Kurda yok mudur ki insan gidip biraz nefes alsın, orada biraz Kürtleri görsün. Geldim baktım, kardeşim ve arkadaşları orayı düzenliyor. Bir gece hazırlığı yapıyorlar. Baktım dernek sonuna kadar dolu insan. Nefesim açıldı. Dedim ya Rab, şükürler olsun!”. Derneğe gelip yurtsever insanlarımızı görünce birbirimize derdimizi anlatıyorduk. Böylece yavaş yavaş derneğimizi tanıdık. Mala Kurda’yı tanıdık. Artık orası bizim evimiz oldu. 27 yıldır buraya gelmişim. Çocuklarımın 30 oldu. Onlar benden iki-üç yıl önce geldi. 27 yıldır ülkemi göremedim. Yani Mala Kurda olmasa bir günde boğulurum. Orası olmasa boğulurum. Çünkü dilimizdir, kültürümüzdür, varlığımızdır. Birbirimize derdimizi anlatıyoruz en azından. 

12 yıl önce biz 4-5 arkadaş; -Herbijî arkadaşı herkes tanır; üç şehit babasıdır- Bremen Şehit Aileleri Komisyonu'nu kurduk.

'KOMİSYONU YÜREĞİ YANMIŞ ANNELER KURDU'

Bu komisyonu neden kurdunuz?

Çok fazla ihtiyacımız vardı. Bizim gibi yüreği yanan insanlar var. Onların evine gidiyoruz. Gurbetteyiz. Kimse derdimizi dinlemez. Derdimizi kime söyleyeceğiz? Alman, Arap, Perslere mi anlatacağız? Hayır. Ancak derdimizi birbirimize anlatabiliriz. Yani o aileleri ziyaret edip acaba bir istekleri var mı, onlara nasıl yardımcı olabiliriz, bizden ne istiyorlar, diyorduk. Bu komisyon o nedenle kuruldu. Her şehirde bir komisyon kurulmuş. Yılda bir o komisyonlar toplanır, kim ne yapmışsa orada anlatır. Zaten Şehit Aileleri Komisyonu resmi olarak faaliyet yürütüyor. Resmidir. Yasaklı bir çalışma değildir. Yüreği yanmış annelerin kurduğu bir komisyondur.

Biraz dernek ile olan ilişkilerinizden bahseder misiniz? Derneğe ilk gittiğiniz gün ne ile karşılaştınız? İlişkileriniz nasıl gelişti?

Ülkede o kadar yurtseverdik ki, arkadaşlar bize eğitim verdiğinde “Kurdistan kurulduğunda, başkenti bu köy olacak” diyordu. O kadar çok seviniyorduk ki! Böylece daha çok çalışıyorduk.

Almanya’ya geldiğimde, derneğe gittim. Oraya baktım. Hespistê’nin haritasını görmedim. “Hespistê’nin fotoğrafı nerede?” diye sordum. “Kim Hespistê’yi biliyor?” dediler. Dedim “Vay, demek siz Hespistê’yi bilmiyorsunuz! Hespistê Kurdistan’ın başkentidir.” Onlarla çalışmaya başladık. Espri yapıyorduk. Ne bilelim, bize öyle anlatılmıştı! Yani öncesinde Hespistê’den öte nereyi görmüştük ki? Hezex’e gelip köyümüze geri dönerdik. Başkaca bir yer görmemiştik ki.

ÇOCUKLARIMA İLKİN ANADİLLERİNİ ÖĞRETTİM

Çocuklarınızdan bahseder misiniz? Kaç çocuğunuz var?

Şu an burada 4 erkek, 4 kız çocuğum var. Biri şehit düştü. Burada olan çocuklarım çalışıyor. Buraya geldik de, Allah’tan Mala Kurda var. Çocuklarımızı oraya götürüp orada büyüttük. Anne babalarının kültürü ile büyüdüler. Kendi ana dilleri ile büyüdüler. Şu an üç dil biliyorlar. Tabii Türkçe de öğrenebilirlerdi. Ama onlara Türkçe konuşmayı yasakladım. Türkiye bize bu kadar zulüm yaptığı için onların dilini konuşmalarını istemiyordum. Sonrasında çocuklarım ülkeye gittiklerinde tercüman ihtiyacı oluyordu. Konsolosluğa gittiklerinde "neden Türkçe bilmiyorsunuz" deniliyordu. Burada büyümüşler, anneleri Türkçe bilmiyor, babaları bilmiyordu. Ne yapalım, Türkçe bilmiyoruz.

Önce ana dili olmalı. Kendi çocuklarımın hepsini ana diliyle büyüttüm. Burada doğan çocuğumun da Kürtçesi maşallah çok güzeldir. Bazen sözcükleri şaşırıyor ama şükürler olsun ki iyidir. Şükür ki çocuklarımız analarının, atalarının, ülkelerinin kültürü ile büyüdüler.

'KIZIM O DAĞLARA LAYIKTI'

Şehit düşen kızınızdan bahsedelim... Şehit Rojda’nın çocukluğu nasıldı?

Çocukluğunu dile getiremiyorum. Doğrusu oraya layık biriydi ki gitti. İnan ki biz ona layık değildik. Burası ona layık değildi. Ülkede çok çalışkandı. Diyordu, “Ana bak, hevaller gelince ben onlara yemek götüreyim.” Yani aç da kalsa önce arkadaşları düşünürdü. Onlara bir tabak yemek götürebilmek için uğraşırdı. Derdim, “bu tabak sana yetmiyor, neden onlara veriyorsun?” Derdi ki “Hayır, ben aç değilim.”  Arkadaşları o kadar çok seviyordu ki!

Buraya gelince çok üzüldü. Üzüldükçe eridi. Bazen derdim, “Bak, diyorlar, iki yıl kalınca nefesi açılır." Ama “hiç de nefesim açılmaz” derdi. Burada bir yıl okula gitti. Evden çıkmazdı. Okula gider döner ama evden çıkmazdı. Zaten Almanca biliyordu. Kürtçe kasetleri teybe takar, dinlerdi. Bir süre öyle devam etti. Sonrasında ülkeye dönüş fikri oluştu. Ben burada kalmam, derdi. “Beni burada öldürsen de kalmam" derdi.

Bir gün sabah kahvaltı yaptıktan sonra dedi; “Anne, sen git televizyonu izle, ben tabakları temizlerim.” Bunu sürekli yapardı. Öyle bir insandı ki hiçbir şeye karışmama izin vermezdi. Her şeyi kendi yapar, evi düzenlerdi. Misafirlerimiz gelirdi, çocuklarının ellerine kadar temizliği o yapardı. Öyle mütevazı, çalışkan bir insandı ki oraya layıktı. Onu kutluyorum ki bu devrimde şehit düştü. Başına herhangi bir bela gelmedi.

Gitti… Bir sabah baktım, tabaklar olduğu yerde. Bir arkadaş evimize geldi. Dedi, bu akşam burada kalsın. Sabah baktım ki kızım kaybolmuş. Sağa sola sorduk Rojda nerede diye. Kod ismi Rûken, evdeki ismi Rojda idi. Rojda nereye gitti, diye soruyorduk. Bir arkadaşı vardı; dedi ki “Biri bir taksi getirdi ve kızın Rojda’yı bindirip gitti." Baktım diğer kız arkadaşı da yok; dedim, tamam gitmişler.

'İYİLEŞİR İYİLEŞMEZ TEKRAR GİTTİ...'

Ne desek de yürektir, yürek delirir, çöllere düşer. Önderliğin İtalya’ya geldiği dönemdi. O da eğitime gitmişti. Kaybolunca biz nereye gittiğini bilmiyorduk. Polisler, ne istersiniz, diye sordu. Biz de "yaşı tamamdır, nereye gittiyse de biz bilmiyoruz" dedik. “PKK’ye katılıp katılmadı mı" diye sordular. Bilmiyoruz, dedik. “Şikayetçi misiniz" diye sordular. Hayır, dedik. Tabii ben gittiğini öğrenmiştim. 6 ayı geçmişti. Biri telefon açtı, “işte hastalanmış, onu eve getireceğiz” dedi. Dedik, tamam eve getirin. Kızımız eve geldi, doktora götürdük. Doktor kan değerlerinin iyi olmadığını söyledi. Bir ay yanımızda kaldı. İyileşince, “ana gideceğim” dedi. “Sen gittin gördün, elbisesizdirler, ayakkabıları olmadan o dağda kalıyorlar, nereye gideceksin? Onlar gibi ayakta kalamazsın“ dedim. Ama “hayır anne ben gideceğim” dedi. Tabii derneğe de gitmedim. Şimdi “madem kızımı ben yolladım, neden derneğe götürüp ona güzel bir mevlit vermedim, kızımı öyle yollamadım” diye kendime kızıyorum.

 Kızım gideceğim deyince, babası ile şehir merkezinden ona elbise aldık, ona bir telefon kartı da aldık. Dedik, “kesin gidecek misin?” "Evet" dedi. Biz de tamam, dedik. Onunla otobüs durağına kadar gittik, onu uğurladık. Başta zorlandık ama artık kendi elimizle kızımızı yolladık.

Gittikten beş-altı ay sonra bana bir telefon geldi. Telefonu açtım, kızım Rojda sen misin diye sordum. "Evet ana, benim" dedi. “Ben artık ulaştım. Annen ile konuş, artık konuşmaya fırsatın olmayabilir, dedi arkadaşlar." Dedim, kızım Rojda bak. Gittin onlara yetiştin. Ancak eğer yaralanırsan bir bombanı bırak ama düşmana teslim olma. Düşmana teslim olup arkadaşların üzerinde ifade verirsen günahım boynunadır, dedim. Tamam, dedi ve birbirimizden hatır istedik. 

Bir keresinde mektubu geldi. Bir kamera, bir fotoğraf makinesi istiyorum, bana yolla, dedi. Ona kamera ve fotoğraf makinesi yolladık. Birçok şey yolladık ama yetişmedi. Qendîl tarafındaydı. Bir fotoğrafı bize ulaştı. Bir keresinde yine mektup yollamıştı. “Botan taraflarına gideceğim, bana elbise lazım" demişti. Ona elbiseleri yolladım. O elbise ile fotoğraf çekip bana yollamıştı. Ondan sonra kızımı görmedim. Ne o bana telefon açtı ne de ben ona.

Bir sabah babası uyandığında dedi biz taziye kuracağız. Neden ki, ne taziyesi diye sordum. Dedi, Kızımın taziyesini kuracağım. Neden, diye sorunca, “Kızın şehit düşmüş, şu an cenazesi yerdedir” dedi. Sonrasında rüya gördüğünü, rüyada ona kurşun sıktıklarını ama değmediğini, yüzünün felç geçirdiğini söyledi. Doktor Mahir’i işaret ederek, işte bu onun doktorudur, dedi. Bu doktor da onunla şehit düştü. Babası “Kızın şehit düştüğü için taziye kuracağız” dedi. Ben inanamadım. Dedim, “Bak, tanıdıklar Başûr’a geçtiğini söylüyor. Botan’a gelmiş ama Başûr’a geçmiş” diyorlar.

Sonrasında gittik derneğe. Heval Zilan’ın anması vardı. Dedim, bakın 8 şehidimiz var. Orhan Doğan da kalp krizi geçirmiş. Daha çocuklarımızın cenazesi yerdeydi. Meğer televizyonda altyazı geçiyor, benim kızımın da adı yazılı. Benim okumam yok. Dedim televizyonu açın, haber programı var. Televizyonu açmayacaklarını söylediler. Onlar biliyordu. Altyazıyı okuyorlardı. Televizyonu açtılar, ilk değil ikinci haberde dediler, “Heval Rûken ve 7 arkadaşı Uludere’de şehit düştü."

'GÖZLERİMDEN YAŞ AKMAYACAK, DEMİŞTİM'

Belki 60-70 insan oradaydı. Bağırdım bir anda. Yüksek sesle, “Kızım Rojda, Rûken'im! Yemin etmiştim, eğer arkadaşlarının üzerinde ifade vermezsen, şehit düşersen gözlerimden yaş akmayacak, demiştim. Tabii yürektir, ne yapalım... Bir kere daha arkadaşlara dönerek “arkadaşlar sizlerden özür dilerim. Kızım selametle şehit düşmüş, hiçbir arkadaşının üzerinde ifade vermemiş. Direnmiş şehadete ulaşana kadar. Onun şehadetini bu gerillaya, Serok Apo’ya ve yurtsever halkımıza kutluyorum” dedim. Gözlerimden biraz gözyaşı aktı. Hep birlikte kalkıp bizim eve geldik. Babası, dedi, ben sana kızın şehit düştüğünü söylemedim. Taziyemizi kurduk.

"Sana Türk pasaportu çıkaralım, kızının cenazesini görmeye git" dediler. Dedim, ben Türk pasaportu çıkarmayacağım. Benim pasaportum vardı, dönüştürelim dediler ama kabul etmedim.

Bir ablası oradaydı. Diğer çocuklar gitti. Duyar duymaz gittiler. Yani sadece ben onun ailesi değilim ki! Binlerce insan onun arkasından Hespistê’ye kadar yürüdü. Dedim, “bakın, ben miyim onun anası? Arkasından yürüyenlerin hepsi onun anasıdır. Onların hepsi benim gibi yüreği yanmış. Cenazemiz sahipsiz değil, çocuklarımız sahipsiz değil.”

'KEMİKLERİMİZDEN BİLE KORKUYORLAR!'

O günden beri onun davasını sürdürüyorum. Ona söz verdim. Dedim, “Kızım gözün arkada kalmasın. Annen sağ olduğu müddetçe bu vasiyeti tüm kardeşlerime, çocuklarıma, akrabalarıma yapıyorum, onun davasını sürdüreceğiz. Halkımıza ihanet etmeyeceğiz. Şehitlerimize ihanet etmeyelim. Sadece bunu söylüyorum.” O günden beri elimden ne gelirse, Rojda’nın davasını sürdürmek için çalışıyorum. Rûkenim'in mücadelesindeyim. Hepsinin mücadelesindeyim. (Gazetedeki fotoğrafı işaret ederek) 8 arkadaş birlikte şehit düştü. Bakın, biri sağ olarak ellerine geçmiş. İşte ben şimdi bunun davasını sürdürüyorum. Kim bunu sağ ele geçirip şehit düşürdü? Nerededir? Onun davasını sürdüreceğim. Bakın sağ olarak ellerine geçmiş. Kim öldürdü, bilelim. Elimizden ne gelirse onu yapacağız. Binlerce kardeşi Rojda’nın davasını sürdürüyor, silahını yerde bırakmamışlar. Biz neden “şehîd namirin” diyoruz? Çünkü onların yeri doluyor. Tüm Avrupa’ya Kürtler dağılmış. Hepsinin çocukları var. Hepsi bu davadadır. Zulme uğruyoruz. Zor uyguluyorlar bize. Memleketimizi yaktılar, evlerimizi yıktılar. 6 yıl sonra çocuklara dedim ki, gidin kemikleri bile kalmışsa köyde mezarını yapın, dedim. Gittiler, tabutunu yaptılar, köye götürüp gömdüler. Orada 6-7 şehidimiz var. Gittiler o mezarlıkları bile yıktılar. Yani mezar bile inşa etmemize izin vermiyorlar. Acaba başka nasıl haksızlık olabilir? Kemiklerimizden bile korkuyorlar. Kemiklerimiz bile onlara keder olmuş.

ÖNDERLİK İÇİN 22 BİN 500 İMZA TOPLADI

Burada bazı fotoğraflar var. Kürt Halk Önderi'nin fotoğrafı da var. Şehit Rojda’nın farklı tarihlerde çekilmiş fotoğrafları var. Bize biraz bunlardan bahsedebilir misiniz?

Önderlik için imza kampanyası yapıldığında biz de imza topluyorduk. Derneğe gidip, her birimiz bir sokakta, caddede imza toplayalım, dedik. İlk başlarda hepimiz imzaları aynı yere koyuyorduk. Sonra arkadaşlar benim fazladan topladığımı görünce “sen çok çalışıyorsun, kendi topladığın imzaları ayır” dediler.

Ben imza toplamaya gidiyordum. Burada da bizim düşmanlarımız var. Hayırsızlar burada da var. Bizden nefret eden burada da çok fazla var. Çocuklarımın yemeğini yapıyordum, biraz uyuyacağıma gidip imza topluyordum. Benim için okul olmuştu. Bremen istasyonuna gidiyordum. Birkaç Almanca kelime biliyordum. Bazıları uzattığım kağıdı alıp yırtıyordu. Bazı Almanlar zafer işareti yapıyordu, seviniyorlardı.

Bir gün bizim dernekte sevilen bir arkadaş bana dedi ki, “Hevala Xeysa, bugün polisler bana Önderlik için imza standı izni almışsınız, neden gelmediniz" diye sordu, dedi. Düşünün, bir polis bizim eksik dayanışma gösterdiğimizi söylüyor! Polis ona, “Bir tek Xeysa ciddidir. Bazıları onu şikayet ediyor. Onu takip ediyoruz. Bakıyoruz o şikayetler doğru değil. Sadece o ciddidir ve tek başına imza topluyor” demiş.

O kadar zorlukla bu imzaları topladım ki. Bir buçuk yıl içinde 22 bin 500 imzayı tek başıma topladım. Bana Avrupa’da Önderlik için imza toplayanlar arasında birinci olduğumu söylediler.

Bu şehit Rojda'nın fotoğrafıdır. Bu ortadaki ise burada çektirdiği son fotoğrafıdır. Bu da birlikte şehit düştüğü arkadaşlarının fotoğrafıdır. Bu da bana şehit düşmeden önce yolladığı kitabıdır. Bir paket olarak bir arkadaş bana getirdi. İçinde her şeyini yazmış. Yaklaşık 9 yıl partide kaldı. Ve şehit düştü.

İHANETE KARŞI ÇAĞRI

Son olarak neler söylemek istersiniz?

Rûkenim'in şehadetini bugün dağda, hendeklerde, tünellerde, Rojava’da, Şengal’de direnen, mücadele eden tüm gerillaya kutluyorum. Bimre Xiyanet! Bimre Xiyanet! Barzani Ailesi -ki her gün orada gençlerimizin şehit düşmesine neden oluyor-, Türklerin ajanı olmuş, bu nedenle kahrolsun Barzani Ailesi! Barzani Ailesi'nden bahsediyorum; pêşmergeden, Başûr’daki Kürt halkından bahsetmiyorum. Başûr halkının içinde yurtsever insanlar var. Şengal’de ise kızlarımızı götürüp Katar’a kadar sattılar. Suudi Arabistan’a kadar Kürtlerin namus ve şerefini sattılar. Yaşadıkça hep boğazımızda düğüm olarak kalacak. Rojavayê Kurdistan’da ise biraz iyileşme olmuş. Ellerine bir imkân geçmiş. Hepimiz ona bağlı olmalıyız. Elimizde ne imkân varsa onlara yardım etmeliyiz. 35 bin gazimiz var orada. Onlara yardım etmeliyiz. Onlara bağlı olmalıyız.

Bir gün ülkemize dönelim, işgalciler ülkemizden çıksın!