Çiçek: Normalleşme ama Kürtler hariç!

DEM Parti İstanbul Milletvekili Cengiz Çiçek, AKP'nin son dönem diline doladığı "normalleşmenin" kayyumla birlikte Kürtlerin bunun dışında tutulduğunu söylerken tüm bu politikalara karşı da ortak bir mücadele hattı kurulması gerektiğinin altını çizdi.

SOYKIRIM POLİTİKALARI

Seçim döneminde başlayan sınır ötesi askeri operasyon söylemleri, savaştan tasarruf edilmeyeceği maddesi ve Hakkari Belediyesine atanan kayyum, AKP'nin son yıllarının “normal”i. Ama AKP tüm bunlara rağmen sanki farklı bir “normalleşme” yaşanacak gibi bir tartışmayı da yürütüyor. Peki, bir yandan sınır ötesini diğer yandan kayyumda ısrar edip etki ajanlığı gibi yasalarla toplumu baskılayan tablo ne anlatıyor? HDK Eş Sözcüsü ve DEM Parti İstanbul Milletvekili Cengiz Çiçek bunun anlamını, "Normalleşme ama Kürtler hariç" diye belirtiyor. Çiçek üçüncü dalga kayyumdan, sınır ötesi savaş hesaplarına AKP'nin son dönem politikalarını ANF'ye değerlendirdi.

Yakın zamanda Erdoğan’a TSK’nin modernizasyonu, savunma sanayinin geliştirilmesi, araştırma ve geliştirme hizmetlerinde kullanılacak özel gelirleri karşılığında tahsis edilen ödeneğinin yetersiz kalması halinde ödenek ekleme yetkisi veren bir kanun çıktı. Bu savaş politikalarından ekonomik olarak “tasarruf edilmeyeceği” anlamına da geliyor. AKP ve MHP iktidarının kayyum politikası Hakkari belediyesinin gasp edilmesiyle yine ortaya çıktı. Tüm bunları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Hakkari belediyesindeki kayyum işgalinin de gösterdiği üzere Türkiye siyasetindeki mevcut durumun kısa değerlendirmesi şudur; normalleşme ama Kürtler hariç, tasarruf ama Kürt savaşı hariç. Sonunda tasarruf ihtimalini sıfıra indirseler bile savaşa ayrılan muazzam kaynakları “tasarruf”tan muaf tutuyorlar. Savaş-işgal, bir bütün olarak mevcut rejimin ayakta kalmasının, Kürt halkının bir yüz yıl daha statüsüz halde tutulmasının ve tabii ki kapitalizme hizmete koşturulmuş Türk ulus devletçi sistemin kendisini sürdürmesinin araçlarını da sağlıyor bu durum. Bu açıdan bakıldığında savaşa ve silah sanayisine ayrılan ekstra kaynaklar tasarruftan men ediliyor. Hatta bütçe üzerindeki yükü ağırlaştırarak ekonomik krizi tetikliyor. Fakat çoğunlukla gözden kaçan bir durumu da belirtmek gerekiyor. Şu anda yaşanan yakıcı krizden etkilenenler sermayenin en üst kesimi değildir. Aksine krizler üst sınıflara doğru servet transferini hızlandıran karaktere sahiptirler. Dolayısıyla krizi iliklerine kadar hissedenler yoksullar, asgari ücretle çalışanlar, emekliler, küçük ölçekli ticari girişimlerdir. Nitekim halihazırda kamuoyuna şaşalı şekilde sundukları tasarruf paketi de daha çok bu kesimleri hedef alıyor.

Dolayısıyla bir tarafta Kürt inkarcılığı temelinde geliştirilen savaştan etkilenen Kürt halkı ve savaşın neden olduğu krizin faturasını yüklenen toplumsal kesimler var. Diğer tarafta ise savaşı derinleştirerek iktidarını sürdürmek isteyen iktidar ve savaştan da krizden de servet edinen sermaye kesimleri var. Öte yandan unutulmamalı ki, savaşa ve onun militarist kültürüne bu düzeyde “yatırım” yapılmasını Türk kapitalizminin açmazlarından bağımsız düşünemeyiz. Batı’dan sıcak para akımı yavaşladığı dönemde silah sanayisinde devlet desteğiyle hamle yapıldı. Uzun süredir bu alanda üretim yapan şirketler bir anda devlet desteğiyle büyük kârlar elde etmeye başladı. Çünkü sıcak para akımına dayanan sermaye birikimi artık sınırlarına gelmişti ve yeni sermaye birikim alanları açılması gerekiyordu. Sistem, tıkanan sermaye birikimini başka alanlara açarak aşmak istedi ve büyüttü.

Nihayetinde bu denklem sadece kişilerle okunacak bir denklem değildir. Parti-devlet açısından sistematik bir yönelim ve stratejik bir politikadır. Bu zaviyeden baktığımızda, Erdoğan’a savaşa ek ödenek ayırma yetkisinin verilmesi anlamlı hale geliyor. Bir yandan Kürt savaşını sürdürmek isteyen ve milyarlar kazanan bir siyaset-burjuva kampı, diğer yandan hakları için mücadele eden Kürt halkı ve milyonlarca yoksul, emekçi, emekli başka bir kampı oluşturuyor. Bu bağlamda baktığımızda, bugün sınıf mücadelesi ile Kürt özgürlük mücadelesi birbirinin yerine geçen, yutan değil; birbirinden ayrılmaz ve birleşik bir mücadele gerçekliğinin politik özneleridir. Öyle görülse de görülmek istenmese de.

Bunlar olurken bir yandan da 9. Yargı paketiyle de adını “etki ajanlığı” diye duyduğumuz bir taslak var, muhalefeti doğrudan suçlu yapacak. Yine şu an biraz durulsa da anayasa değişikliği tartışmaları var. AKP’nin ekonomik ve siyasi buhrana ilişkin ya da barış sesinin yükseleceği olası bir durumda bunu kısmaya yönelik daha sert bir çalışma içinde diyebilir miyiz?

“Elindeki tek araç çekiç olan her şeyi çivi sanır” denilen bir noktadayız. Rejim, Kürt halkının 31 Mart’ta ve hemen akabinde Van serhıldanında verdiği mesajı aldı. Bu mesajı sistemin temel sorunlarının demokratik çözüm ekseninde alma yerine tıpkı Gezi-Kobanê serhıldanlarında olduğu gibi doğrudan iktidarın bekasına yönelik bir tehdit olarak ele aldı. Bu süreç AKP’yi kendi kendinin kurdu yapan içten çürüme sürecini hızlandırırken, öte taraftan tipik bir parti-devlet kimliğiyle toplumu daha fazla kuşatan, sürekli bir darbe rejimini de beraberinde getirdi. Son 31 Mart yenilgisi sonrası, Kürt halkının demokratik iradesine kayyum darbesini gerçekleştirerek, içerde gerginliği yükselterek Şirnak, Hakkari, gibi yerlerde gasp ettiği belediyeleri sınır ötesi işgal planlarının bir parçası olarak değerlendirecek ve Yenikapı ruhunu tekrardan hortlatarak iktidarını ayakta tutmaya çalışacak. Kürt direniş dinamiğinin Van'da ve en son Hakkari kayyum darbesine karşı gösterilen tepkilerden de ortaya çıktığı üzere sadece kendisiyle sınırlı olmadığını, Türkiye demokrasi mücadelesine de kattığı dinamizm bağlamında düşünüldüğünde “Etki ajanlığı” düzenlemesinin hedeflerinden birinin Kürt halkı ve haklı direnişi olduğuna şüphe yok.

Bu düzenlemenin bir diğer tehdit algısı, ekonomik krizin faturasının üstlerine yüklenmek istendiği emekçi, emekli, kadın, genç nüfusun varlığı elbette. Şimşek programı vasat bir IMF programı ve temel gayesi her zaman krizin maliyetini toplumun yoksul ve kırılgan kesimlerine yaymak üzerine kurulu. Hal böyle olunca Kurdistan’a yönelik işgal politikalarının, demokratik Kürt siyasetine yönelik kayyum darbesinin tıpkı Filistin soykırımında yaşandığı gibi İsrail’i ve Batılı emperyalist güç merkezlerini vuran bir noktaya gelmemesi için Türkiye toplumunun en küçük bir itirazına bile nefes aldırmıyor. Son 1 Mayıs tutuklamalarını da bu korkuları bağlamında değerlendirmek isabetli olacaktır. Toplamda bu düzenlemeyle Kurdistan ve Türkiye’de rejim muhaliflerini daha fazla kuşatarak, toplumu daha fazla sindirmenin yollarını arıyor. Nihayetinde söz konusu düzenleme ülkenin barış, özgürlük, adalet ve eşitlik etrafında bir araya gelmesi muhtemel milyonlarcasının önünü kesmek ve onları kriminalize ederek rejimin sürekliliğini sağlamak üzerine kuruludur. Önceki dönemlerde yapılan düzenlemelerden farkı ise önümüzdeki dönemde öngörülen Kürt mücadelesi ve yoksulların mücadelesindeki yükseliş ve bunların daha güçlü birleşme ihtimalidir. Hakkari kayyum darbesini ve 1 Mayıs tutuklamalarını bu minvalde okumak gerek. Hedef alınan şey, siyasal bir öngörü üzerinden toplumun büyük kesimidir.

Tüm bunların sonucunda ortada duran Kürt sorununa dair bir tecrit politikası da devam ediyor. İmralı da art arda disiplin cezaları açıklanıyor. Bu iç içe geçmiş politikalara karşı nasıl bir mücadele hattı kurulmalı hem Kürt Özgürlük hareketi hem de Türkiye’deki demokrasi güçleri, sol-sosyalistler bakımından?

İmralı’da mutlak tecrit başladığı gün itibariyle Türkiye ve Kurdistan halklarının kuşatma altına alınacağı, toplumun tecrit edileceği, demokratik siyaset ve çözüm iradesinin rehin alınacağına dair öngörülü olmak gerekirdi. Özellikle demokratik Kürt siyaseti ve Türkiyeli muhalif güçlerin belki de en yetersiz kaldığı konu buydu. Hem İmralı tecridinin Kurdistan ve Türkiyeli demokratik-devrimci güçlerin birleşik mücadelesinin fikriyatına hem de pratik mücadele hattına kaybettirdiklerinin yeterince idrak edilmemesiyle ilgili bir eksiklikti bu. Mutlak tecrit İmralı’da başladı ve sonrasında Kurdistan coğrafyasına yayıldı. Buradan edinilen tecrübe ile Türkiye’nin dört bir tarafına taşırılarak da devam etti. Kürdü hukuk odasından dışarıya atan rejim, bugün bütün Türkiye’yi o odanın dışına çıkardı. Gelinen aşamada hukuk, sadece ve sadece rejimin iktidarını tahkim ettiği bir araç olmanın ötesine gitmiyor. Kim hak talep ettiyse izole eden, tecride alan bir istibdat aklı hemen orada devreye girdi.

Mutlak iletişimsizlikle hem direnenin sesi kısılmak, hem de toplumsal kesimlerle diyaloga girmesi ve dolayısıyla onları etkilemesi engellenmek istendi. Adem’in hikayesine atfen “ilk günah İmralı’da işlendi ve iflah olmaz bir rejimin inşasına oradan başlandı. O nedenle bugünlerde en temel gündemlerimizden olan 1 Mayıs tutuklamaları ve Hakkari kayyum darbesini, İmralı işkence rejimiyle birlikte ele almak ve bundan sonraki süreçte rejimin saldırılarını püskürteceğimiz yegane mücadele zemininin, İmralı tecrit sistemine karşı geliştirilecek mücadele olacağını kabul etmek zorundayız. Tıpkı Kürdistan belediyelerine ilk kayyum darbesi yapıldığı dönemde bu irade gaspının tüm Türkiye’ye yayılacağını söylediğimiz gibi yaşamın her alana yayılan bir kayyumlaşma sürecine hep birlikte tanık olduk.

Şimdi artık Karl Marx’ın şu cümlelerini Kürtler, ezilenler, yoksullar, demokratlar ve devrimciler için söyleyebiliriz: “Farklı isimlerle anlatılan senin hikayendir.” Kürt halkının iradesine dönük mutlak tecrit her yere yayıldı. Ekoloji hareketlerinin direnişlerinde bu kuşatmacı aklı gördük. Kürt belediyelerine yönelik kayyum darbesi, üniversitelerde de uygulandı. Dolayısıyla farklı isimlerimiz olabilir ancak hikayemiz ortak. Bu ortak hikâyeyi ortak mücadele hattıyla ele almaktan ve onu toplumsallaştırmaktan başka bir çıkar yolumuz yok.