AKP-MHP iktidarının iç kamuoyunda Kürt sorununa yönelik başlattığı diyalog söylemlerini eylemleriyle boşa çıkarırken, Suriye’de oluşan yeni durumu fırsatta çevirerek Kürt kazanımlarını hedef alan yeni işgal saldırıları geliştiriyor. Kürtlerin Özerk Yönetimin hedef alınması, yerleşim yerlerinin bombalanması, sivil insanların katledilmesi ve gazeteci Nazım Daştan ve Cihan Bilgin’in katledilmesini Kürt siyasetçi İdris Baluken ANF’ye değerlendirdi.
Kürt siyasetçi İdris Baluken, Önder Apo ile görüşmenin gündemleşmesini, amaçtan bağımsız olarak, Kürt Siyasi Hareketi ve demokratik kamuoyu tarafından olumlu bir gelişme olarak değerlendirildiğini belirterek, “Bundan ötürü, hükümetin veya devletin olası gizli ajandasına takılmadan, barışı önceleyen bir yerden söylem geliştirildi, politik olarak da buna uygun bir tavırla yapıcı ve geliştirici öneriler ortaya kondu. Bu durum, deyim yerindeyse, topu hükümet veya devletin samimiyet alanına bıraktı. Hükümet veya devletin somut adımları ile ciddiyet düzeyi tüm kamuoyu tarafından yakından takip edildi. Aile görüşü üzerinden sağlanan tek bir görüşmeyi saymazsak, İmralı'daki tecrittin sürdürülmesi, kayyım uygulamaları, gözaltı ve tutuklama operasyonları, politik iklimin aynı kutuplaştırıcı ortamda tutulması gibi olumsuzluklar, çok geçmeden, iyimser beklentileri önemli ölçüde zayıflattı. Buna Suriye'deki beklenmedik gelişmelerden sonra, Kobanê başta olmak üzere Kuzey ve Doğu Suriye'deki Kürt yerleşim yerleri ile Kürt halkının kazanımlarına dönük hasmane politika ve saldırılar da eklenince, zayıflamış olan iyimserliğin yerini büyük oranda tanıdık bir karamsarlık aldı. Çünkü, İmralı süreci demek müzakere demektir, rasyonel bir uzlaşma ve bölgesel bir çözüm demektir. Ortadoğu'daki temel gelişmeler göz önünde bulundurulduğunda, kalıcı bir barışın gelişmesi için, devletin, içeride ve dışarıda Kürt karşıtı politikalardan vazgeçmesi, Kürt fobisini bir kenara bırakarak Kürtlerle ilgili yeni bir siyasi ve diplomatik sayfa açması elzemdir. Bu konuda Sayın Öcalan'ın 20 yılı aşkın bir süredir tutarlı bir rasyonalite üzerinden ortaya koyduğu çaba ve yoğunlaşmalar bilinmektedir. Hâl böyleyken, İmralı süreci ile Rojava'ya dönük saldırıları aynı döneme sığdırmaya çalışmak, karın ortasında dikilip mevsimin yaz olduğunu iddia etmek kadar gerçekten kopuk bir yaklaşımdır. Bu, kendi kendini kandırmaktır. Bunun uzun vadede kazandıran değil, kaybettiren ciddi sonuçlara yol açacağına öngörmek zor değildir. Çözüm süreci ile bugünkü siyasi, demokratik, hukuksal ve ekonomik kriz tablosu kıyaslandığında bile yalın gerçek açıkça görülebilir. Her şeye rağmen zararın neresinden dönülürse kârdır. Kürt Meselesinin bölgesel çözümü ile demokratik ve barışçıl bir gelecek için Rojava'ya ordular göndermek yerine İmralı’ya heyetler göndermek herkese kazandıracak bir formül olarak ifade edilebilir” dedi.
SURİYE’DE KÜRTLERİN HAK TALEPLERİ KRİMİNALİZE EDİLEMEZ
Türkiye’nin Suriye’de Kürt kazanımlarına yönelik ‘terörle mücadele’ adı altında işgal tehditleriyle baskı altına almasını dünya gerçekliğinden kopuk bir yaklaşım olduğunu ifade eden Baluken, “Tıpta, doğru tedavi için doğru teşhis şarttır. Yanlış teşhisle doğru tedaviye gidilmez. Bu, toplumsal sorunlarda da böyledir. İçeride "Kürt sorunu yoktur" demek ne düzeyde gerçekten kopuk ve yanlış bir yaklaşım ise Suriye'de de Kürt halkının hak taleplerini veya kazanımlarını "terör" parantezine sığdırmak aynı düzeyde yanlış ve yanılgılı bir yaklaşımdır. Bu durum başını kuma gömmektir, buna kimseyi inandırmak da mümkün değildir. Kürtler, Suriye'de ne işgalcidir ne de kimseye zulmetmektedir, ne kimsenin hakkını gasp etmekte ne de doğal ve meşru olmayan bir hak talep etmektedir. Kaldı ki, devrilen kanlı bir rejim ile başkasına yaşam hakkı tanıma kültüründen uzak yeni yönetim anlayışı arasında, yüzü aydınlığa dönük, barışçıl, demokratik ve insani değerlere sahip tek seçenek olma vasfı Kürtlere ve birlikte hareket ettikleri dinamiklere aittir. Bunu duyarlı bütün uluslararası çevreler ile demokratik kamuoyları da görmektedir. Devletler arası siyasi ilişkiler ne olursa olsun, demokratik, kadın özgürlükçü, ekolojik paradigmaya veya onu benimsemiş bir halka dönük saldırıları ne uluslararası kamuoyu ne de insan hakları ve demokratik değerler üzerine yükselen uluslararası sözleşmeler kabul eder. Suriye'de uzun süredir devam eden kaosu çözecek olan şey, tüm halkları, inançları, dilleri, kimlikleri kapsayacak demokratik bir anayasa ve bu ruha uygun olarak şekillenecek yeni bir yönetim anlayışını ortaya koymaktır. Farklılıkları baskılamak değil siyasal ve yönetsel mekanizmalara taşımak şarttır, böylesi bir yaklaşım herkesin lehine olacaktır. Yönetimi ele geçirenlerin ideolojik kodları ile geçmiş pratiklerine bakıldığında bu konuda ümit var olmak zordur. Uluslararası kurum ve kuruluşlar ile demokratik kamuoyunun göstereceği duyarlılıklar, bu hususta, Suriye halklarının ortaya koyacağı siyasi ve toplumsal mücadeleye eşsiz katkılar sunacaktır” diye konuştu.
KÜRTLERE YÖNELİK SALDIRILAR KAOSU DERİNLEŞTİRİR
Türkiye’nin Suriye’de oluşan yeni yönetimi Kürtlerle karşı karşıya getirme siyasetinin çözümsüzlüğü ve kaosu derinleştireceğinin altını çizen Baluken, “Suriye'de kabul etmek gerekir ki farklılıkların bir arada barışçıl bir şekilde yaşayabildikleri, kendilerini güvende hissettikleri tek model, Kuzey ve Doğu Suriye'deki katılımcı demokratik yönetim modelidir. Kalıcı çözüm, bunun geliştirilerek Suriye'nin geneline uyarlanması ile mümkündür. Bu nedenle, umudu ayakta tutan tek modeli boğmayı amaçlayan her girişim ve saldırı, Suriye halklarını daha büyük bir çözümsüzlük ve karanlıkla karşı karşıya getirmek demektir. Bu anlamda, Türkiye'nin, yeni yönetimi Kürtlere saldırtma veya Kürtlerle karşı karşıya getirme politikası çözümsüzlüğü ve kaosu derinleştirir. Böylesi bir anlayış üzerinden ısrar ortadayken, içeride yeni bir çözüm sürecinin gelişme durumu, eşyanın tabiatına terstir. Kürt meselesi çözülecekse veya çözüme dair bir irade şekillenecekse, içeride ve dışarıda, fazlasıyla denenmiş ve hiçbir işe yaramadığı tescil edilmiş, yüzyıllık fabrika ayarlarının tümden değiştirilmesi veya yenilikler ekseninde ciddi anlamda güncellenmesi gerekmektedir” şeklinde konuştu.
KÜRT DÜŞMANLIĞI DERİN BİR ÇIKMAZDIR
Türkiye'nin askeri operasyon veya mevcut politikaları, Suriye'de Kürtlere ait kazanımları tümden ortadan kaldırmaya dönük olduğunu vurgulayan Baluken, şu değerlendirmelerde bulundu: “Bunun, ne siyasi ne de insani, vicdani, ahlaki ve dini açıdan bir açıklaması olamaz. Bu yaklaşımın meşru bir zemini yoktur. "Kürt anasını görmesin" tavrı aşılması gereken berbat bir sığlıktır, derin bir çıkmazdır. Bu durum, her açıdan tarihi olarak Türk-Kürt ilişkilerini bilmemek veya bildiği halde oportünist amaçlar üzerinden bunu çarpıtmakla ilişkilidir. Kezâ, 21. yüzyılda şekillenen bir dünyayı veya onun nüvesi konumundaki siyasayı okumamakla da açıklanabilir. Sadece Türkiye değil, Suriye, Irak ve İran'da da devlet tavrı, bu hususta benzer sığlık ile derin çıkmazlara sahiptir. İmkân olsa, Kürdü bir kaşık suda boğma zihniyeti açısından aralarındaki farklar oldukça azdır. Bu hususta, politik bilinç ile ulusal birlik açısından, Kürtlerin dağınık yapısı da tarihsel bir zayıf karın durumu yaratmaktadır. Güncelde bu durum aşılmış olsaydı, Kürtler açısından var olan sorunlar yüksek olasılıkla çoktan geride bırakılmış olacaktı. Dönemsel koşullar, en azından Suriye sahasında, bu işin hızla kotarılmasını dayatmaktadır. Toplumsal ve siyasal güçleri kısıtlı olan, gücünü kendi halkının desteğinden değil de başkalarına ait ajandaları taşımaktan alan yapıların bu durumdan sıyrılmaları ne kadar önemliyse, halk desteği ve güçlü konumda olan yapıların da, ne yapıp edip, bu kesimleri kazanacak kapsamlı politikaları devreye sokmaları bir o düzeyde önemli ve hayatidir.”
GAZETECİLERİN KATLEDİLMESİ SAVAŞ SUÇUDUR
Baluken, Rojava’da gazeteci Nazım Daştan ve Cihan Bilgin’in mesleklerinden dolayı hedef gözetilerek ve bilinçli bir şekilde katledilmesini kınayarak, gazetecilerin katledilmesinin savaş suçu niteliğini taşıdığını ifade etti ve şöyle devam etti: “İnsanlığın mücadele deneyimleri ile şekillenen Uluslararası Sözleşmelere göre, çatışma ve savaş bölgelerinde, kadın ve çocuklar başta olmak üzere sivil halkın, basın çalışanlarının, sağlık emekçilerinin, yaşam hakkı güvence altındadır. Bunlara dokunulamaz. Yani, savaşın da tabii olduğu bazı kurallar ile uluslararası bir takım yasal normlar vardır. Buna uymamak, uluslararası hukuku tanımamak demektir ki bu konuda Türkiye uzun süredir Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarını bile uygulama makla bulunduğu yeri açıkça ortaya koymaktadır. Kamuoyuna yansıyan bilgilerden anlaşıldığı kadarıyla, özgür basın çalışanları Nazım Daştan ve Cihan Bilgin hedef gözetilerek ve bilinçli bir şekilde katledilmişlerdir. Bu anlamda açıkça kınanması gereken, savaş suçu niteliğindeki bir saldırı söz konusudur. Özgür basına yönelik bu tarz saldırılar yeni değildir. Ape Musa'dan Metin'e, Ferhat, Cengiz ve Hüseyinlerden Nagihan'a kadar, isimlerini saymakla bitiremeyeceğimiz onlarca basın emekçisi bu tarz faili belli cinayetlerde katledilmiştir. Tek işleri gerçeği açığa çıkarmak ve hakikati savunmak olan tüm özgür basın şehitlerini buradan bir kez daha saygıyla anmak isterim. Öte yandan Nazım Daştan ve Cihan Bilgin şahsında, basını hedef alan bu saldırılara karşı, gazetecilerin, basın emekçilerinin yapmak istediği basın açıklamalarına bile tahammülsüzlük gösterilmesi, onlarca basın emekçisinin gözaltına alınarak birçoğunun tutuklanması da bir nevi işlenmiş suçun itirafı niteliğindedir. Acı olan bir diğer husus da gerek iki gazetecinin katledilmesi gerekse de sonradan yaşanan tutuklamalar, iktidar veya muhalif görünümlü apoletli medyanın ya gündemine girmemiş ya da ters yüz edilmiş gerçeklerle yansıtılmıştır. Bazıları da yaşanan saldırıyı adeta kutsallaştıran bir alçalmadan kaçınmamıştır. Bu tavır, Göbbels'in "Bana vicdansız bir medya verin, size bilinçsiz bir toplum yaratayım" sözünü hatırlatmaktadır. Basın özgürlüğüne veya en asgari düzeyde basın etik kurallarına dahi sahip çıkamayan bir medya yapısı hiç şüphesiz tarih karşısında Göbbels'le aynı parantezde anılmayı hak ediyor...”