Bir direniş geleneği

Sait Bilgin, uzun yıllardan bu yana Almanya’da Kürt toplumu içerisinde faaliyet gösteren isimlerden. Sait Bilgin, ailesinin kuşakları bulan mücadelesini anlattı.

Ailesinin Kurdistan’daki direniş geleneği içinde yer aldığını söyleyen Sait Bilgin, “Kürt Özgürlük Hareketi'nin yeniden kendini örgütleyerek ülkeye dönüşüyle beraber halk arasında bir hareketlenme yaşanmaya başladı. Ailemizin geçmiş geleneği gereği doğal olarak biz de kendimizi o hareketliliğin içinde bulduk” dedi.


1925’te başlayan isyanın öncüleri Şêx Şerif ve Şêx Hüseyin’in hikâyesi, sonrasında 49’lar Davası’nda Mehmet Bilgin, 68 Gençlik Hareketi içinde yer alan Feyzi Bilgin’in MİT tarafından kaza süsü ile öldürülmesi, Öğretmen Sıddık Bilgin’in işkence ile katledilip "kaçıyor" süsü verilerek kurşuna dizilmesi, öğretmenlik hayatı ve sürgünde tutsaklık...

1992’den beri Almanya’da sürgünde olan Bremen Demokratik Kürt Toplum Meclisi Eşbaşkanı Sait Bilgin ile Şêx Saîd isyanı ile başlayan ve günümüze kadar süren direniş geleneği üzerine konuştuk.

Sait Hoca bildiğimiz kadarıyla şu an Bremen Demokratik Kürt Toplum Meclisi Eşbaşkanı ama elbette bir geçmişi var. Sait Hoca kimdir? Nerelidir? 

Ben Elazığ il merkezinde Haziran 1957’de dünyaya gelmişim. Büyük amcalarımızın evinde misafir olan annem ve babamın o anda orada bulunması nedeniyle Elazığ’da dünyaya gelmişim. Fakat Bingöl'ün Genç ilçesinin Kelaxsî köyünde, yani Çewlîg'in Darahênê ilçesinin Kelaxsî köyünde büyüdüm. İlkokulu orada, köyde okudum. Benden büyük diğer gençlerimiz başka köylerde, başka şehirlerde okudular. Ben köyde okudum. 

İlkokulu bitirdikten sonra bir sene köyde kaldım. Okula devam etmedim boyumun çok küçük olması sebebiyle. Daha sonra ise Elazığ’a, -o zamanlar imam hatip okulu vardı-, imam hatip okuluna gittim. Babam oraya yazdırdı, oraya devam ettim. Beşinci sınıfa kadar Elazığ’da kaldım. Sonra Ankara’ya, oradan Van’a, Van’dan Diyarbakır’a... Diyarbakır İmam Hatip Okulu mezunuyum. Daha sonra liseyi dışarıdan bitirdim. Bingöl Eğitim Enstitüsü'nde okudum, oradan mezun oldum. Öğretmen oldum.

Üç-dört yıl Bingöl’de öğretmenlik yaptım. Daha sonra 1402’lik olduk. Konya’ya sürüldüm. Önce Zonguldak’a, sonra Konya’ya. Daha sonra Konya’da 1402’liklerin işine son verildi. Açıkta kaldım. Tekrar köye döndüm. Köyde yaşama devam ettim. Orada tarım ve hayvancılıkla uğraştık. 

Kürt Özgürlük Hareketi'nin yeniden kendini örgütleyerek ülkeye dönüşüyle beraber halk arasında bir hareketlenme yaşanmaya başladı. Ailemizin geçmiş geleneği gereği doğal olarak biz de kendimizi o hareketliliğin içinde bulduk. Öyle gelişti. Zaten büyüklerimizin anlattıklarına göre, köyümüz devletin hakim güçleri tarafından üç defa yakılıp yıkılmış. Dördüncüsünde eğer yıkılırsa tekrar inşa olmayacağı yönünde bir söylem vardı eskiden beri. 

‘DEDEMİN BÜYÜK ABİSİ ŞÊX ŞERİF ŞÊX SAÎD İLE BERABER İDAM EDİLİYOR’

Küçük yaşlardan beri geçmişin hikâyelerini dinleyerek büyüdük. 1925 Hareketi'nde dedem ile abisi bilfiil hareketin önder kadroları arasında yer alıyor. Hatta bizim köy merkezi üs olarak değerlendirilmiş; öyle bir coğrafyası var. Hareket büyük oranda organize olmuş. Ve sonucunda da hareketin önderlerinin esir düşmesiyle süreç devam etmiş. Birçok yönüyle bilinmiyor. Sanki hareket Şubat’ta başladı, Mayıs’ta-Haziran’da bitti gibi bir algı var halk arasında. Öyle değil. Belli şahsiyetler yakalanıp yargılanıp idam edildikten sonra süreç devam ediyor. Mesela bizim kendi ailemizden Şêx Şerîf, dedemin büyük abisidir; o da Şêx Saîd ile beraber idam ediliyor. Ama Şêx Hüseyin yakalanmıyor. Dağda kalıyor ve uzun süre mücadeleye devam ediyor. Birçok eylem gerçekleştiriyor. Askerin Kurdistan’a hakimiyet sağlamasını önlemek için Xazîk olayı var mesela. Orada bir alayın tümden yok edildiği ve Çewlîg'e sokulmadığı biçiminde çok çeşitli eylemlilikleri var. Bu süreç devam ediyor. 

Daha sonra bugün koruculuk sistemi dedikleri çete sistemi geliştiriliyor. Bu çete sistemi halkı birbirine düşürüyor. Çok farklı olay ve olgular etrafında gelişmeler yaşanmaya başlıyor. Bu, kalanları zorluyor. Zaten temel eksiklikleri de belli bir örgütlülüğe kendilerini kavuşturamamaları. Daha çok kol biçimde, isim sahibi insanlar etrafında örgütlendirilen bir süreç devam ediyor. Örneğin Yadin Paşa’nın bir kolu var, Swas Mono’nun bir kolu var, Kalik Wêsî’nin bir kolu var. Diğer şêxlerin, herkesin kendi kolu var ama bunların büyük oranda dedem Şêx Hüseyin etrafında hareket etmeleri söz konusu. Ancak kendi aralarındaki diyaloglarda genellikle otonomdurlar. 

Bu bahsettiğiniz süreç 1925 sonrası süreç mi? Yani Şêx Saîd isyanının devlet tarafından bastırılmasına rağmen devam eden bir süreç mi?

Evet devam ediyor. İşte 1927’lerde artık orada kalmaları halinde çok farklı bir sürecin gelişeceğini düşünüyorlar. Dedem çağrı yapıyor. O zaman bütün güçler bizim köyde toplanıyorlar. Dedem bir öneri yapıyor. “Burada kalırsak halkla karşı karşıya geleceğiz. Çok farklı bir sürece evrilecek olay ve olgular. O nedenle bir müddet burayı terk edelim” diye tartışıyorlar ve sonuçta öneri kabul görüyor. O şekilde Binxet dedikleri, o zaman Fransa’nın egemenliğinde olan Rojava’ya geçişi kabul ediyorlar. Dedemin önerisiyle, isteyen ailesini de beraberinde getirebiliyor. Belli bir gün belirliyorlar. O gün herkes buluşuyor. 500’den fazla insan bir araya geliyor ve Rojava’ya geçiyorlar. Bir kış Rojava’da kalıyorlar.

‘ŞÊX HÜSEYİN'İN YOLUNA PUSU KURULUYOR’

1928’lerde kısmi bir af düzenlemesi gündeme geliyor. O süreçte tekrar bir geriye dönüş oluyor. Fakat geriye döndüklerinde komplo düzenleniyor. Hem nahiye üzerinden kaymakamlığa davet ediliyor hem de yoluna pusu kuruluyor, ateş altına alınıyor. 20 kurşun yiyor dedem o zaman. Sözde görüşmeye gidecek, yolda pusu kurulmuş, haberleri yok. İki koruması da yaralanıyor. O şekilde kurtuluyorlar tabii.

1930 kışına kadar o süreç devam ediyor. 1930-31 kışında çok şiddetli bir kış yaşanıyor. O kış bir ihbar sonucu bir köyde esir düşüyor. O yediği 20 kurşundan bazılarını, bizim yörede Hekim Bahkuni diye bir tabip varmış; o tedavi ediyor, çıkarıyor ama ensesindeki bir kurşun sinir damarlarına çok yakın olduğu için onu çıkaramıyor. Tehlikeli olduğu için, o kalıyor. Bir süre Elazığ, oradan da Diyarbakır cezaevi. Diyarbakır cezaevinde sözde o kurşunu çıkarma bahanesiyle hastaneye götürüyorlar, orada zehirleyip yaşamına son verdiriyorlar. 

Bu süreçte köy yakılıyor, yıkılıyor. Ailenin bir kısmı esir düşüyor. Amasya’ya sürgün ediliyor. Bir kısmı Rojava’ya geçiyor. Bir kısmı da daha dağlık köylere sığınıyor. Hatta bizim komşu köylerden birisi sonradan anlatıyor. Muşlu diyor; “Ben köyün davarını getirdim buraya saldım. Dedim Allah hükümetten razı olsun ki yerimiz genişledi. Artık hayvanlarımızı rahat otlatırız. Sonra aklım başıma geldi. Dedim Allah belalarını versin, bu bazıları sağda solda kalmış, hepsini temizlemediler. Yarın öbür gün durum düzelirse bunların hepsi gelip burada başımıza bela olacaklar.” O biçimde bir süreç yaşandı. Zaten köy 7 hanelik. Hatta büyüklerin anlatımına göre, onlar diyorlardı, “Bu Türkeş’in babasıdır.” Derviş diye bir alay komutanı varmış. Ağrı isyanında da ismi geçer. O gelmiş köye bir ara. Daha önce Ali Haydar isminde bir alay komutanı varmış. Sanırım yüzbaşı rütbesiyle. Afyon’da heykelini dikmişler. Onun zulmü çok olmuş o bölgede. En çok da Ali Haydar’ın. Derviş bizim köyün muhtarını çağırmış. Köylüler anlatıyorlardı; muhtara dönüp “Muhtar Kurdistan’ın başkenti Şêx Hüseyin’in köyü Kelaxsî köyü burası mıdır?” diyor. Muhtar da, “Ben paytexti bilmiyorum ama Şêx Hüseyin’in köyü, Kelaxsî köyü burasıdır.” Üç defa bu soruyu muhtara soruyor ve sonra dönüp, “Böyle bir devleti ne yapsın? 7 hane ile başa çıkamıyor!” diyor. 

Tabii o zaman bu yaşananlardan dolayı köyü yakıp yıktıkları için babam diyordu, “Biz 13 nüfustuk, bir yorganımız kalmıştı. Hepimiz o bir yorganın altında yaşayabiliyorduk." Tekrar durumlar değiştikten sonra geride herhangi bir şey bırakmadıkları için başka bir köye taşınıyorlar. 7 sene Tanzux diye bir köyde kalıyorlar. Daha sonra tekrar yavaş yavaş Kelaxs'i’ye dönüyorlar ve burada yaşamlarına devam ediyorlar. 

Biz bu süreçte 1925’lerde yaşanan kahramanlıkları dinleyerek büyüdük. İşte Şêx Hüseyin’in duruşu, bir alay karşısındaki direnişi ve sonradan amcasının oğlu tarafından katledilerek kafasının kesilip Diyarbakır’a götürülüşü. Kalik Wêsî'nin 40 gün boyunca Kelaxsî'de meydanda işkence edilip biri hariç tüm çocuklarının katledilmesine rağmen, Ali Haydar’ın kendisine hangi isimle hitap ettiyse aynı cevabı aldığını dinledik. Mesela o “Qaso” dediğinde, o da “Heydo” diyormuş; o “Kasım” dediğinde, o da “Haydar” diyormuş. O “Kasım Beg” dediğinde o da “Haydar Beg” diyormuş. 40 gün boyunca Kasım’a işkence ediyorlar. Bütün vücudunu kızgın şişlerle dağlıyorlar. Yumurta suda kaynatıp koltuklarının altına atıyorlar. 40 gün işkence sonrası Kasım şehit düşüyor tabii. 

FEYZİ BİLGİN MEZUN OLDUĞU GÜN MİT TARAFINDAN KATLEDİLİR

Yadin’in, Kasım’ın, Zülfo’un direnişlerini dinledik. Şêx Abdurrahim’in dedem çatışırken seyirci kalıp sonra “amca, ben senin nasıl bir kahraman olduğunu görmek için müdahale etmedim” demesini dinleyerek büyüdük. Yani böyle hem ironi, hem acı hem de Kürt gerçekliğini derinden yaşayarak büyüdük. Tabii bu bizim üzerimizde etki yaptı. Kaldı ki bizden öncesi de var.

Amcam Mehmet Bilgin, 49’lardan birisidir. O dönemde yargılanan ama kaçak olan birisi. Orduda yüzbaşı olmasına rağmen. Yine işte 68 Hareketi'nde çok ismi geçmez ama 68 gençliği içerisinde önemli bir şahsiyet olan ve tıp fakültesi öğrencisi, üniversitede mezun olup diploma aldığı günde kaza süsü verilmiş bir belediye otobüsünün çarpması sonucu şehadete ulaşan Feyzi Bilgin var. Davası yıllarca devam etti. En son yanlış hatırlamıyorsam 1989’da sonuçlandı ve MİT, yaptığını kabul etti. Ailenin geçmişi bu şekilde yaşanmış bir gerçekliğe sahip.

Yine Lezgin ve Rodi’nin babası, Ayfer’in babası... 25’lerde Çaldıran ovasında ağır makineliyi tek başına nasıl etkisiz hale getirdiği. Daha gencecik bir çocuk, 13-14 yaşlarında. Gidiyor tek başına tepede etkisiz hale getiriyor. Mitralyöz diyorlar o zaman ağır makineli silaha. O şekilde yollarına devam ediyorlar. 

Binxet’e giderken bizim köyde Hasan ve Yusuf kardeşlerin yoldaki çatışmada şehadeti var. İki kardeşin orada birlikte şehit düşmesinin grup üzerinde yarattığı acı var. Böyle bir süreç. Herkesi etkiliyordu. Ve bu sürekli söylence biçiminde de olsa Kürtlerin yaşam biçimi, yaşam tarihi, yaşam gerçekliği olarak nesilden nesile devam ediyordu. 

Tabii bunlardan öncesi de var. Sadece bizde değil, bizim coğrafyamızda değil. Kurdistan’ın tüm coğrafyası aynı durumdaydı. Bir kısım aileler geleneksel olarak artık kendilerini böyle bir yaşam biçimi içerisinde bulmuşlar. Örneğin 15 Ağustos 1984 Atılımı gerçekleştiği zaman, biz bir hafta yine gözaltında kalıp serbest bırakılmıştık. Daha sonra tekrar bizi çağırmışlardı. Bingöl’e gidiyordum ben. Bizim Çirê Xirab diye bir mezramız var. Aynı zamanda tren istasyonudur. Oraya indik bizim bir akraba ile beraber. Bir baktık 150 tane araç konumlanmış orada. Tabii sabah radyo filan da dinlememişiz; Eruh-Şemdinli olayı olmuş. Geldik, kahve var, kahveye doğru yöneldik. Hiçbir asker görünmüyor. Sadece araçlar var. Şoke olduk tabii. Nedir, neyin nesidir diye. Hatta bizim akraba, o yaşlı dedi dönelim; ben dedim dönmeyelim, dönersek bizi vururlar. Dönmedik.

Peki siz o zamana kadar Kürt Özgürlük Hareketi'nin geliştiğini, zindanlardaki direnişi duymuş muydunuz? Bilginiz var mıydı?

Bilgimiz vardı. 83 Eylül-Ekim’inde silahlı propaganda birlikleri bize ulaşmıştı. O konuda bilgimiz vardı. Ama Eruh-Şemdinli’de baskın olacak diye bir haberimiz yok. Tabii biz kahvelere dönünce birdenbire öyle çıplak bir yerde duran bir araba vardı, onun yanında asker belirdi. Seslendi bize, “buraya gelin” dedi. Gittik. Ön tarafta birisi dikildi. Baktık, bizim bir hafta içinde sorgumuzda olan subay. “Nereye gidiyorsunuz?” dedi. Dedim “Bingöl’e gidiyoruz”. Dedi “ne var ne yok?” Ben dedim “bir şey yok”. “Nasıl bir şey yok?” dedi. Bende bir çağrışım yaptı, bir şeyler olmuş da ama nedir? Dedim “bilmiyorum, neden, hayırdır? Ne olmuş?” Dedi ki “senin haberin yok mu sanki Eruh-Şemdinli basılmış”. Öyle deyince bende jeton düştü. Tabii söyledi; dedi, PKK Eruh-Şemdinli’yi basmış. Bende hemen jeton düştü. Ben dedim bunlar geleneksel Kürt isyanları biçiminde yaklaşıyorlar, bu bölge zaten kendilerine göre kırmızı çizgili bir bölge. Bu nedenle burayı ablukaya almışlar. Düşündüğüm gibi olmuştu. Sonra Kürt Özgürlük Hareketi'nin yaptığı değerlendirme de aynısıydı. Kendilerine göre en tehlikeli bölgeyi ablukaya almışlar. Tedbir geliştiriyorlar. Yani devletin devamlılığı ile Kürt yurtseverliğinin sindiği kültürel, geleneksel Kürt kültürü aynı biçimde bir seyir izlemiş. Devlet kendi çizgisini sürdürmüş; bu geleneksel Kürt yurtseverliğine ayrı yaklaşmış, diğerlerine ayrı yaklaşmış ve bugün de gördüğümüz kadarıyla aynı çizgiyi devam ettiriyor. 

84 Eruh-Şemdinli baskını sonrası bizim bölge adeta cezaevi, zindan yaşamına dönüştü. Özellikle bizim köyümüz. En küçük bir olayda, en küçük bir ihbarda hemen köyü sarıyorlardı, gözaltılar gelişiyordu. O şekilde bir süreç yaşandı. O zaman yapılan baskınlarda bazı çözülmelerin olması, şu anda İmralı’da olan Xebat arkadaşın (Ömer Hayri Konar) askerler arasından sıyrılıp yakalanmaması, hepimizin tekrar gözaltına alınması, bu sürecin bu defa farklı gelişmesine neden oldu. 

Nasıl oldu? Onu biraz anlatır mısınız?

Avnîk köyü var. Orada bir gerillayı köylüler yakalayıp devlete teslim ediyorlar. O çözülüyor. O çözülünce tabii hedef yine Kelaxsî köyü oluyor. Topladılar bizleri. O ara Hayri de demek ki tahmin ediyor geleceklerini. Damda iken bakıyor, geliyorlar. Damdan dama atlayarak kaçtı. Yakalanmadı. Bizi götürdüler, bir süre kalıp sonra bırakıldık. En küçük bir şeyde götürüyorlardı. Birkaç gün keyiflerine göre muamele ediyorlardı. İşkenceleri zaten biliniyor, artık anlatmaya gerek yok, gelenekselleşti. Zaten Kurdistan’da öyle işkenceler yaşandı, hâlâ yaşanıyor ki yaşayanlar bile normal zamanda inanılır görmüyorlar. Ki, dünya buna rağmen seyirci. 

SIDDIK BİLGİN’İ KAÇIYOR SÜSÜ VERİP KURŞUNA DİZDİLER

Bu süreç devam etti. ‘85 Temmuz’unda bizim İstasyon dediğimiz geçici karakol üstlenmesine gitmişlerdi. ‘84’te bir istasyon binasını karakol yapmışlardı. Oraya bir baskın oluyor; gerilla baskını. O baskın sonrası köyü tamamen hedef haline getirdiler. Bizleri topladılar. Ben Elazığ’a geçtim. Rahmetli Sıddık (Bilgin) da Bingöl’deydi. Akrabamız sayılan birkaç köylüyü toplamışlardı. Amcam  köy muhtarıydı, onu da almışlardı. Hayri’nin abisi Ahmet vardı, onu da almışlardı. Tabii ben Elazığ’dan Bingöl’e geçtim. Dediler sizi de alacaklar. Ben de "Çıkalım. Durum onu gösteriyor. Diyarbakır’a gidelim oradan da bir biçimde sınırı geçelim, sonra düşünürüz”. Ne rahmetli Sıddık kabul etti ne de amcam kabul etti. O gece ilçeye geldik. Rahmetli Sıddık’ın ablasının evinde kaldık. Gece evi bastılar, bizi aldılar. Bizi götürüp jandarma komutanlığının kömürlüğüne koydular o gece. Kömürlükte kaldık biz o gece. Kömürlüğe kapattıktan sonra ne gelen oldu ne soran. Ertesi gün tren vaktine kadar. Tren de her gün saat ikide bizim köye gelip Elazığ’a doğru gidiyor. İkiye doğru gelip bizi aldılar, kelepçelediler. Getirdiler istasyona. Biz tahmin ettik bizi götüreceklerini. Bizi köye götürdüler. Önce istasyondaki karakola, orada bir fasıl işkence. Sonra bizi köye çıkardılar. Hem köy okulunu hem de köy okulu önündeki meydanı işkence alanı yapmışlardı. 

Yakaladıkları diğer köylüler de oradaydı. Kimisini cemselerin üst kancalarına asmışlardı, askıya almışlardı. Kimilerini Hazreti İsa’nın çarmıha gerildiği gibi yere yatırıp çarmıha germişlerdi. O şekilde işkenceler vardı. Rahmetli Sıddık orada şehit düştü. Şehit düştükten sonra, tabii biz bilmiyoruz şehit düştüğünü, gözlerimiz bağlı. Birini getirdiler, doktor. Doktor dedi “bu da gidecek. Onu bırakın.” Sonra beni bıraktılar. Ben hemen amcamgile geldim oradan. Oradan diğer istasyona geldim ve Elazığa geçtim. Kalmadım yani. Onlar (asker) diğerlerini aldılar gittiler. Onlar gittikten sonra ben zaten hemen çıktım. Yengem anlatıyordu; tekrar beni almaya geri dönmüşler. Tabii ben yoktum, gitmişler. Sonra yolda rahmetli Sıddık’ı, kaçıyor süsü vererek kurşuna dizmişler. 

O dört-beş günlük süre içerisinde köyün bütün hayvanları başıboş. Ne arazi kaldı ne başka bir şey. Tehditle, ya hepiniz köyden gideceksiniz ya da hepinizi kurşuna dizeceğiz dediler. Biz biraz kendimizi toparlayana kadar diğerlerini tutukladılar. Herkes köyü terk etmek zorunda kaldı. Daha sonra zaten köyü yaktılar. 1925’te de yakmışlardı. Böyle dağıldık. Kimisi Adana’ya gitti, kimisi Elazığ’a geldi. Biz de önce Amed’e, sonra Darahênê’ye geldik. O arada tekrar beni aldılar. Hidayet Bozyiğit/Adil diye sonradan itirafçı olan bizim bölge komutanı; onun teslim olmasıyla bizi tekrar aldılar. 20 gün kadar içeride kaldım, tekrar bıraktılar. Ondan sonra ilçeye geldik. Bir süre ilçede kaldık. Yazın belli zamanlarında köye gidip gelerek hayvancılık ve tarım işlerini devam ettirdik. Daha sonra Turgut Özal bir af ilan etti öğretmenliğe dönmek için. Tabii rahmetlinin (Sıddık Bilgin) küçük çocukları var, benim de küçük çocuklarım var. Tehlike de büyük. ‘85 sonrası arkadaşlar yurt dışına çıkmam için çok ısrar ettiler. Ben dedim, bu küçük çocukları bırakıp nereye giderim? Hatta şöyle bir söz etmiştim, arkadaşlar gülmüştü; Almanya Darahênê köprüsüne gelse de ben gelmem, demiştim. Sonra Özal öyle bir şey çıkarınca aile de ısrar etti, dedi ki biraz gözlerden uzak kalmak için öğretmenliğe dön. Küçük çocuklar var, üç tane rahmetlinin, dört tane benim. 7 çocuk var. 

Rahmetli dediğiniz?

Sıddık Bilgin. Amca çocuklarıyız. Bacanağız aynı zamanda. Rahmetli Lezgin vardı, Rodin vardı. Onlar da bizimle idiler. 

Biraz bize onlardan bahseder misiniz?

Amcam vefat ettiği zaman Ayfer’in (eşi) babası, babam ile amcamın çocukları çok küçüktüler zaten. Lezgin ele avuca gelmeyen, tatlı mı tatlı, güzel mi güzel bir çocuktu. Rodi de öyleydi. Sapsarıydı zaten. Çok farklı çocuklardı. Rahmetli Sıddık da öyleydi. Halka değer veren, halkı seven... Ki, bizim aile geleneğidir. Ben diğer şeyhlik geleneklerini de çok inceledim. Biraz da tuhafıma gidiyordu. Benim babam medreseden gelmeydi. Biraz da bu sol kültürü incelemişti. Bazen o bana takılırdı, ben de ona takılırdım. Bizim aile kültürümüz ile diğerlerinin kültürü çok benzeşmiyordu. Bazen ben babama takılıyordum. Diyordum, Senin şeyhlik karın doyurmuyor. 70-80 yaşındaki adamlar geliyor, 17-18 yaşındaki çocukların elini öpüyor, ellerini ceplerine sokuyor. Bense hizmet ede ede canım çıkıyor, bir şey görmüyorum.” 

Bizim aile kültürümüzde bilgiye dayalı, ilme dayalı ve toplumsal sorunları çözmeyi esas alan, bu temelde halka her zaman yardımcı olan, değer veren bir aile kültürü var. Şeyhlik geleneğine çok uymuyor. O nedenle gençlerimizin hemen hepsi de öyle büyüdü. Halktan biri gibi. Dolayısıyla halkın da sevdiği, değer verdiği; çünkü hem kendini halktan sayan, hem  sorunlarını kendi sorunları görüp çözmeye çalışan bir gelenek. Herkes tarafından seviliyorlardı. Diyebilirim ki belki en çok bizi ihbar edenler bile o gençlerin gidişlerini hazmedemedi. 

Biraz Rodi’den bahseder misiniz?

Rodi çok gençti daha. Lise öğrencisiydi. Bizim Gökdere bölgesinde kalan Hul köyü, Tanzux köyü var. Abdulhamit amcam -babaları oluyor- 25’lerden sonra dedem yakalandıktan sonra bir süre dağlarda kalıyor, tek başına. Dedem cezaevinden haber gönderiyor. Tabii çok genç daha. 1925’lerde eline silah aldığı zaman henüz 13 yaşında. Dedem diyor burada kalmasın, Binxet’e gitsin; yoksa yaşatmazlar. Binxet’e gidiyor tekrar dedemin isteği üzerine.

1951’e kadar Binxet’te kalıyor. 1951’de babam gidip zorla getiriyor. Bazen kızdığı zaman diyordu “Muhittin’den olmasaydı ben buraya gelmezdim. Beni zorla getirdi.” Diyorduk, “Gelmeseydin. Niye geldin?” “Hep gelip gidiyordu. Bir gün mayınlara kurban gider diye geldim. Gelip gitmesin. Çünkü her taraf mayındır” diyordu. Birinci hanımı vefat edince tekrar evlendi. Dolayısıyla vefat ettiği zaman bu çocuklar gencecikti. İlkokula gidiyorlardı. İşte sonradan bizimle beraber okudular. 

AVRUPA’YA İŞÇİ VİZESİ İLE GELİR

Rodi daha lisedeyken ben Avrupa’ya geldim. Avrupa'ya geçici olarak gelmiştim o zaman. İşçi vizesiyle gelmiştim. Öğretmendim. Ben Bingöl’den çıktığımda bizim grubu toplamışlardı. Tabii bir süre sonra bazıları çıktı, telefon açtı. Dediler “geri gelme.” Dedim “Niye, konuştunuz mu?” “Orayı karıştırma, gelme. Bir isim verdiler, dediler o konuşmuş. Onun için sen artık gelme” dediler. Sonradan ben o isimle konuştum. Dedi ki onlar bana bir şey bırakmadı ki ben konuşayım. İşkencedir tabii, neticede ben de orada değilim. 

‘92’de gelmiştim buraya. ‘93’te burada iltica açtım. Artık burada kaldım. O süreçte çok baskı uyguluyorlar. Gerilla gelip gidiyor, karakol da suyun bu tarafında, istasyonda; evleri de suyun diğer tarafında, istasyonun karşısında. 

LEZGİN BİLGİN RUBAROK’TA ŞEHİT DÜŞER

Amcam doğayı çok seven birisiydi. 30-40 dönümlük bir bahçesi vardı. Her türlü meyve vardı. Kirazından narına kadar. Üst tarafta da yine 20-30 dönümlük bir bağ vardı. Ortasında da ev yapmıştı o zamanlar. Orada kalıyordu. Bir taraftan gerilla geliyor. Ayfer’in annesi gelirdi ilçeye, daha ben oradayken, trenle gelirdi. Tekrar dönerdi. Diyordum, niye geldin? Sizi görmeye geldim derdi. Geliyordu ilaç, pansuman malzemesi vb götürüyordu. Tabii o süreçte Lezgin daha ben oradayken katılmıştı. Lezgin’i aldılar, çok işkence yaptılar. Bir süre gözaltında kaldı. O işkenceden sonra çıktı, artık aktif faaliyet yürütüyordu. Bir süre Bingöl'de kaldı, sonra Elazığ’a... Ben buraya gelmeden önce de o Qendîl alanına gitti. Hatta ben çok ısrar ettim, Qendîl'e gitme, Önderlik sahasına git diye. Dedi, “Arkadaşlar öyle uygun görmüşler, oraya gideceğim. Orada uygun görülürse oraya da geçerim.” Oraya gitti. Gerillada fazla kalmadı. 6-7 ay gibi kısa bir süre. İşte Rubarok’ta şehadete ulaştı. 

RODİ GURBETELLİ ERSÖZ İLE BASIN ÇALIŞMASINA BAŞLAR

Baskılar bu defa Rodi’ye yöneldi. Baktılar artık olmuyor, orayı terk etmek zorunda kaldılar. Benden sonra  Ayfer onları Elazığ’a götürüyor. Oraya yerleşiyorlar. Bir taraftan okula devam ediyor, bir taraftan da basın alanında faaliyet yürütüyor. O ara Gurbetelli Ersöz basın çalışmaları yürütüyor, diğer örgütlü çalışmalarla beraber. Bir süre Gurbet’le beraber faaliyet yürütüyorlar orada. Bir grup gönderiyorlar. O grup herhalde ihbar sonucu garajda hepsi yakalanıyor. Hepsi Rodi’nin ismini veriyor. Rodi yakalanıyor. Tabii tutukluyorlar. İşte Elbistan’a götürdüler. Elbistan’dan bir süre sonra Tokat’a götürdüler. 

‘ABLA, KAMUOYU YARATMAZSANIZ BENİ İNFAZ EDECEKLER!’

O sırada ben de burada gözaltına alınıp tutuklanmıştım. Hamburg cezaevindeydim. ‘94’ün sonunda biz alındık. ‘96 Kasım’ıydı. Bir gün gazete miydi, radyo muydu tam hatırlamıyorum; herhalde gazetede okudum, cezaevinden hastaneye götürüyorlar. Hastanede şehadete ulaşıyor. Bir arkadaşıyla beraber. 

Her biri bir şey söyledi. Dediler, Rodi subayın silahını almış, kaçmaya çalışmış bilmem ne... Sonra otopsi raporunda hem onun hem de subayın aynı silahtan çıkan kurşunla yaşamlarını yitirdikleri tespit edildi. Zaten Ayfer onlar en son ziyaretine gittiklerinde uyarmış. Demiş “Abla, kamuoyu yaratmazsanız beni infaz edecekler”. O uyarıyı da yapmış ama tabii insanlar bazen tahmin edemedikleri şeylerle karşılaşıyorlar. O şekilde infaz ediyorlar. 

Eskiden söylerlerdi, biz çok itibar etmezdik. Sonradan anladık ki doğrudur. Arşivlerde, devletin bütün arşivlerinde dosyalarımız ve isimlerimiz karşısında bu ailelerin, özellikle bu geleneği sürdüren ailelerin karşısında kırmızı işaretler var. Hepsinin dosyasında. Nüfusta bile. O şekilde fişlenmişler. Şimdi fişleme diyorlar ya, yani devlet kendi geleneğini, arşivini o şekilde düzenlemiş yürütüyor. 

ŞEHADETLERDEN SONRA ÇOK SAYIDA KATILIM OLUR

İşte ben cezaevinde okudum Rodi’nin şehadetini. Tabii bu şehadetler herkes üzerinde çeşitli etkiler yaptı. Bu, ailenin içine düştüğü durum sadece bizim kendi çekirdek ailemiz, dair ailemiz üzerinde değil; çevrede yakın olan, bize yakınlık duyan bütün çevre üzerinde etki yarattı. Ve bu etki ile Özgürlük Mücadelesinin saflarına akan çok sayıda genç oldu. Hem rahmetli Sıddık’ın olayı sonrası köyün yakılıp yıkılması sonrası, hem Lezgin, hem daha sonra Rod herkesi derinden yaraladı ve herkes üzerinde belirli etkiler bıraktı. Çok sayıda katılım oldu yakın çevremizden. Çok şehadet de yaşandı. O süreç bugüne kadar geldi. 

Bizim ailede, diyebilirim ki kayıp bir kuşak yarattı. Bizden daha büyük olan kuşak tamamen içe kapandı. Kendini sınırladı, soyutladı. Bizden sonrakiler de kendi yollarını bulurken bir kısmı da savruldu. Bu, böyle düşünüldüğü zaman belli ailelerde değil; belki belli ailelerde çok daha belirgin bir hal aldı ama genelde Özgürlük Mücadelesine akan kesimlerde bir geleneğe dönüştü. Geleneksel bir durum yarattı. Hemen hemen bütün ailelerimiz aynı durumu yaşar hale geldi. Bunun günümüze ve günümüzden sonraki sürece etkilerinin, eğer tedbirler gelişmezse olumsuz yönde gelişeceği endişesini taşıyorum ben. 

Ama öbür taraftan ailelerin, geleneği sürdürme kararı var. Gerek şehit Sıddık Bilgin’in çocukları gerekse sizin çocuklarınız bildiğimiz kadarıyla özgürlük hareketinin içinde yer alıyorlar. Sahiplenmede bir sorun mu oluyor?

Yok, o tür şeyler zaten yaşanmıyor. O konuda bir sıkıntı yok. Sahiplenme konusunda bu bahsettiğim genel ailelerde bir sorun yok, bizde de yok. Ama istenilen, olması gereken düzeyde öncülük etme durumu yaşanmıyor. Bu, sıkıntı. Bu anlamda bir tedbirin gelişmesi gerektiğini düşünüyorum ben. Ama tabii bu tarihten de kopuk değil. Tarihimizin gelişim süreci de biraz böyle olmuş. Geleneksel isyanların yarattığı travmalar ve bu yaşananların yarattığı travmalar...

Mesela dedim ya biz kahramanlıkları dinleyerek büyüdük. Ama o kahramanlıkların yarattığı travmalar da var. Bu travmalar o toplumda aşılmamış ve katlanarak devam etmiş. Bir travma yaşanmış, onun etkisi giderilmeden bir başka travma. Böyle, toplumsal travma yaşayan bir toplumsal gerçekliğimiz var. Bu toplumsal gerçekliğin dönüşümü aslında kendini Özgürlük Hareketi'nde buldu. Bu dönüşümün daha da büyütülmesi gerekiyor ki zaten Kürtlerin başka şansı da yok. Bu nedenle bizler aslında bir önemli kuşağı yitirirken bir kültür de yaratıldı. Bu kültürün devam ettirilmesi gerekiyor. 

15 AĞUSTOS SONRASI 1925’LERİ GÖRMÜŞ YAŞLI: ARTIK İNANIYORUM

Şu an 15 Ağustos’un hemen ertesindeyiz. Siz de az önce ifade ettiniz. 15 Ağustos 1984’teki ilk kurşundan sonra gözaltı süreciniz oldu. Aradan 40 yıla yakın zaman geçti. O günle karşılaştırınca, o günkü duygularınızla karşılaştırınca bugünü nasıl değerlendiriyorsunuz? Yani bu aşamaya gelebileceğini düşünüyor muydunuz?

Bu aşamanın daha erken geleceği umudu gelişti Kurdistan’da. Belki o an için tam böyle denemez ama yavaş yavaş bu umutların gerçekleşebileceği... Hatta 1925’leri görmüş ve gözlerini kaybetmiş bir yaşlıyla bir gün karşılaştım. "Hele gel gel” dedi. Gözleri görmüyor, gittim yanına oturdum. Hal keyif sordum. Dedi “artık inanıyorum.” Dedim “Nasıl, neye inanıyorsun?” Dedi, “Düşündüm düşündüm; hani bizim kapıda ağaç var ya. Bu ağacı fırtına sallayıp durursa sonunda kurutur. Ben düşünmüşüm bu da böyledir, bu devleti sallaya sallaya kurutacaklar”. Böyle bir umut oluştu.

Yanılgımız, kısa süreceği biçimindeydi. Böyle uzun süreceğine dair düşünce gerçekçi değildi o zamanlar. Aklımıza gelmiyordu. Tabii zaman ve koşullar böylesi bir gelişimi getirdi. Bunun hem içsel hem dışsal nedenleri var. Artık bundan bir dönüşün olmayacağı gerçeği de var. Ama bizim o zamanki kuşağın umudu her zaman var. 15 Ağustos Atılımı’nın gerçekleşmesi sonrası diriydi, canlıydı, büyüktü. 

Belki bugün, o günleri yaşamayanlar, o süreci bilmeyenler bilmez ama biz dönüp baktığımızda, nereden nereye diyebileceğimiz bir süreç yaşandı. Çünkü yoklukla varlık arasında bir süreç yaşanıyordu Kurdistan’da. Bir jandarma bir toplumu tümden esir alabiliyordu, yok sayabiliyordu. Öylesi bir yok sayılıştan bugünlere gelme durumu söz konusu.

Babam hep derdi, "Bizimki gelmiş 70 yaşına" -bunu Kürtler için söylüyordu- “Gidiyor karakola. Bir onbaşı diyor, oğlum gel otur, bir çayımızı iç; böbürleniyor. Diyor, bana oğlum dedi. Halbuki torununun yaşındaki adamdır” diyordu. Kurdistan’da öyle bir gerçeklik yaratılmıştı. O gerçekliğin tersine dönüşü, bugün gerçekten başı dik, onurlu bir kişilik olarak bu düzeye gelmesi, Kürtlerin kazanımlarının aslında en büyüğüdür. Çünkü gerçekten Kürtlük kişiliksizleştirilmiş ve hiçleştirilmiş bir kişiliğe büründürülmüş bir duruma gelmişti. Tabii bunun nedenleri yaşatılan katliamlardı. Mesela benim büyük amcam Burhanettin, 1925’leri 7-8 yaşlarındayken yaşamış birisi olduğundan bizim bu son süreci bir türlü hazmedemiyordu. Bir türlü cesaret edemiyordu. Bana yapışıyordu. Diyordu, “Hiçbir şey yapma, sesini çıkarma, Sıddık gibi seni de öldürecekler. Bir sen kalmışsın seni de götürmesinler.” İçi yanmasına rağmen,  bazen biz konuşurken Zazacamızın içinde Türkçe bir kelime geçtiğinde kızıyordu. “Kürtçülük davası yapıyorlar, Türkçe konuşuyorlar” diyordu. Ama ona rağmen örgütlü bir Kürtlüğe cesaret edemiyordu. Çünkü o travmayı bizzat yaşamıştı. Hatta Çilbiran’dan Binxet’e giderken çatışmanın içinde kalmışlardı. Ondan küçük olan amcam Gıyasettin’i çatışma esnasında damda unutuyorlar. Sonra bakıyorlar Gıyasettin yok, dönüp gelip alıyorlar. Böyle travmalar yaşanmış. Bu travmalar aileyi derinden etkiledi.

Gerçekten o bölgede toplumsal ne sorun olursa olsun bizim ailemiz çözüme dahil oluyordu, mutlaka çözmeye çalışırlardı. Sorun yaşanmasının önüne geçmeye çalışıyorlardı. Böyle bir gelenek; aslında hem Kürt kültürünü, Kürtlüğü muhafaza etmemiz hem de Özgürlük Hareketi'yle buluşmamızı sağladı. Gerçekten eskilerin yaşayıp yaşattığı o kültür, Kürtlerin toplumsal kültürü, ahlakı, terbiyesi, hukuku aranır durumdadır. Özgürlük Hareketi bunu toplumsallaştırdıkça verimini aldı. Bu verim bugün de devam ediyor. 

Bizim de yurt dışına göçümüz bu vesileyle oldu. Burada kalma niyetim falan yoktu. Sonrasında tersine gelişen süreç bizi burada kalmaya zorladı. Ancak ben her an geri döneceğim biçiminde burada bir yaşam sürdürdüm. Onun için aileyi getirmedim. Sonra cezaevine girdim. 

Cezaevine neden girdiniz?

Hareketten dolayı. Ben dahil üç kişi birlikte yargılandık. Ben üç buçuk sene ceza aldım. Bir arkadaş 4, diğeri 5 sene ceza aldı. Yattık, çıktık işte. 

Yani bir yandan Türkiye’de yargılandınız, bir yandan Almanya’da?

Böyle devam ediyor. Birçok Kürt insanı aynı durumu yaşadı. Orada yattı, gelip Almanya’da da yattı. Örneğin Muzaffer Ayata. Ve şimdi ismini hatırlayamadığım birçok arkadaş... Orada da 20-30 sene yattılar, gelip burada da yattılar. 

Çıktıktan sonra aileyi getirme söz konusu oldu. Herhalde bir süre burada kalacağız dedim. Önce kendi ailemi getirmek için resmi başvuru yaptım. İçişleri Bakanlığı müdahale etti, bırakmadı. Getiremedik. Pasaportu da iptal ettiler. Daha sonra rahmetli Sıddık’ın büyük oğlunu üniversite yoluyla getirdim. Sonra kızını getirdim. Sonra benim kızım geldi. Daha sonra Ayfer kaçak yollarla geldi. Sonrasında diğerleri geldi. En son Zelal (Bilgin) kaldı. Zelal da hemşireydi. Sonra onu da kanun hükmünde kararnamelerle attılar. Şimdi cezaevinde. 9 yıl ceza verdiler. Sincan’a sürmüşler. Şimdi Sincan’da yatıyor. Bakalım artık ne olacak orası. 

Biz de burada, sürgünde adına yaşam denilirse yaşamı idame ettirmeye çalışıyoruz. Ama umudumuz halkımızın, ülkemizin bir an önce kendi özgür gerçekliğine kavuşmasıdır.