Bir savaşçının hikayesi: Fesîhê Mihê Mîrze -II-

Fesîhê Mihê Mîrze, Kurdistan’daki işgalin tanığıydı. On binlerce insanın katledildiği bir sürecin ve direnişin hafızası oldu. Bir döneme damga vuran ‘Firarê Binxetê’ olarak nam salan direnişçi grubun hayatta kalan son neferlerindendi.

14 yaşında Agirî direnişine katılacak diye ihbar edilen Fesîhê Mihê Mîrze, Seyîdxanê Usivê Seydo ve Alicanê Bişar (Berazî) liderliğinde savaşçı grubuna katılarak, direnişe dahil oldu. Bu grup Kurdistan’ın Mûş, Erzirom, Çewlîg, Agirî ve Bedlîs yöresinde Zîlan Katliamını gerçekleştiren Yüzbaşı Derviş Bey müfrezesi ile aylarca süren bir savaş yaşadı. Çocukluğunu at sırtında, dağlarda savaşarak geçiren Fesîhê Mihê Mîrze, topların ve makineli tüfeklerin sesleri arasında gençliğine adım atıyordu. Askeri takiplerden kurtulmak için günlerce at sırtında dağdan dağa geçerek olgunlaşıyordu. On binlerce insanın katledildiği, binlerce köyün viraneye çevrildiği, bir toplumun topyekûn imhaya tabi tutulduğu bir sürecin ve direnişin hafızası oldu. Bir döneme damga vuran “Firarê Binxetê” olarak nam salan direnişçi grubun hayata kalan son neferlerindendi. 

Binxet’te kısa bir dönem kalan Fesîh ve arkadaşları, tekrar Kurdistan’ın kuzeyine döndü. Kurdistan’da Agirî Ayaklanması bastırılmış, dağlarda çok az sayıda direniş grupları kalmıştı. Artık daha zorlu çatışmalar onları bekleyecekti. Amed'de Karaköprü olayları olarak tarihe geçen ve hükümet tarafından "Kürt kalkışması" olarak değerlendirilen olayların baş aktörüydü. Mele Mistefa köyünde yaşanan savaşın ve katliamın son yaşayanı ve tanığı olarak tarihe geçti. Fesîhê Mihê Mîrze, Kurdistan’da yaşanan alt üst sürecini ve yaşadıkları zorlukları şöyle tanımlamıştı: “Düşman dışarıdan gelirse karşı koymak kolaydı. Ama kurt gövdenin içine girmişti. Karşı koymak güçleşmişti. Kendimize noktai istinad ettiğimiz kimseler bize sırt çevirmiş ve düşman olmuşlardı. Ah! Bu insanlar ne kadar gaddar ve canavarlaşmışlardı. Devlete hoş görünmek için canımıza kıymak için yarışıyorlar.”

BINXET'TEKİ İLK MACERASI

Mêrdîn dağlarında yaşanan çatışmalar ve çemberden kurtulmayı başaran Fesîhê Mihê Mîrze ve arkadaşları Suriye’de Fransızlara sığındı. Onları bir hafta tutuklayan Fransızlar, daha sonra siyasi iltica hakkı vererek serbest bıraktı. Firar grubu, başta Cemilpaşazedeler olmak üzere diğer siyasi Kürt şahsiyetlerin yanına sığındı. Yaralıların tedavileri yapıldı. Bir yıl sonra grup tekrar Kurdistan’ın kuzeyine dönmeye karar verdi. Berazî ve Seyîdan firarları ile Fesîh de Kurdistan dağlarına döndü. Serxet dağlarına ve Mûş ovasına indiler.

Fesîhê Mihê Mîrze, askeri ve çete grupların halka kan kusturduğunu ve rüşvet vermeyenlerin sorgusuz infaza tabi tutulduğu bir dönemin yaşandığını anılarında şöyle ifade ediyor: “Erzak ve at temin etmek için paramız yoktu. Halk yoksuldu. Ekmeğini bizimle paylaşıyordu. Ancak çok büyük bir baskı altındaydılar. Onun için öncelikle para elde etmemiz lazımdı. Sarıkamış’taki posta trenine el koymaya karar verdik. Çünkü bizim gibi zavallı köylülerden bir şey alamazdık.”

Sarıkamış’ta trenin soyulacağını haber alan askeri müfrezeler ve orman bekçileri ile firar grubu arasında saatler süren bir çatışma yaşandı. Sarıkamış’ta kayıp vermeden çıkan firar grubunu artık daha büyük askeri operasyonlar bekleyecekti. Sarıkamış Alayı tarafından takibe alındıklarını anlatan Fesîhê Mihê Mîrze, o günleri ve Köse Dağında yaşanan çatışmaları şu şekilde aktarıyor: “Sarıkamış Mızraklı denilen alay bizi yakalamaya memur edilmiş. Bunlar da bu gaye ile bizi takibe almışlar. Biz savaş için Kurê Şehîdîn tepesini seçtik. Öğleden evvel müsamere başladı. Çok şiddetli devam ediyordu. Onlarda iki tane mitralyöz ve iki tane makineli tüfek vardı. Kağızmanlı bir arkadaşımız öldü. Ben ve Abdulhamîdê Berazî bacağımızdan yaralandık. Dere kenarında esir ettiğimiz askerlerin atlarını ve silahlarını alarak akşam oradan çıktık.”

ÖLSEN DE BU BARBARLARIN ELİNE DÜŞMEYECEKSİN…!

Köse Dağı çatışmasından kurtulan firariler, Eleşkirt Ovasına geçti. Fesihê Mihê Mirze, anılarında Mele Mistefa köyü katliamına ve savaşına giden süreci ise notlarına şu şekilde geçirmiş: “Biz Sarıkamış istikametine giderken Muş, Erzurum ve Ağrı kuvvetleri bizim döneceğimiz yolları düşünerek, hepimizin Malazgirt ve Karayazılı olduğunu da bildiklerinden oralarda bize pusu kurmuşlardı. Malazgirt ve Hınıs’ın bazı köylerine asker yerleştirmişlerdi. Biz de bütün bunlardan habersiz Malazgirt’e doğru yol alıyorduk. Geliyê Berazan Deresine geldik. Oradan Golan mevkilerine ilerledik. Arkamızdaki amansız takibi ancak sabah fark ettik. Her köye yüzlerce asker konumlandırmışlar.

Savaşma kararı verdik. Ancak Geliyê Berazan’ın bütün köylerini katledecekler diye Malazgirt ovasına geçtik. Hangi köye uğrasak en az 100 asker bize ateş açıyor. Arkamızdaki asker sayısının haddi hesabı yoktu. Biz kaçıyor, onlar kovalıyor. Neydi yarab! Biz de insan değil miydik? Dağdan inmiş vahşi hayvanlar gibi bizi gören peşimize düşüyor. Acımadan canımıza kıymak istiyorlardı. Sanki bir Rus ordusuna hücum edercesine bir kolordu ve 2 alayı peşimize düşürmüşlerdi. Sayıları 40’ı bulmayan bir avuç insanı yakalamak için. Yaralansan, ölürsen dahi bu hunharların, barbarların eline düşmemek için mutlaka kaçmak mecburiyetindeydin. Aldığın yaradan çeşmeden akarcasına kan aksa bile sana acıyan yok. Ben henüz 20 yaşımı bile görmemişim. Bu nasıl bir düşmanlık yarabbi?”

Askerlerin amansız takibi sonucu manevra alanı daralan firarların birçoğu gruptan ayrılıyor. Sadece “Firarê Binxetê” olarak ünlenen çekirdek grup savaşçısı kalıyor. Grubun çoğunluğunu Seyîdan ve Berazî firarileri oluşturuyor. Takibin ve atılan pusuların artık dayanılmaz olduğunu yazan Fesîhê Mihê Mîrze, gerisini ve yaşanan katliamları şu şekilde anlatıyor: “Biz Şewranşexê dağında tutunamayacağımızı anladık. Abdulhamid ayağında ikinci bir kurşun aldı ve ayağı kırıldı. Ehmedê Mamo da karnından yaralandı. Mela Mistefa köyüne sığındık. Köyde mevzilendik. Teslim olsaydık bizi öldüreceklerdi. Eli bağlı ölmektense dövüşerek ölmeyi tercih ettik. Takriben 2 bin asker, köyün etrafını sardı. İkindi üzeri müsamere başladı. Müsamere esnasında Mardinli Şeyhanlı Kado’nun ayağına bomba değerek paramparça etti. Zaman zaman mitralyöz sesleri kulağı çınlatıyordu. El bomları köyü cehenneme çevirmişti. Askerler köyün içinde dalmaya başlamıştı. Biz köyde kalmanın hayırsız olduğunu bilerek bir yerde toplandık. Kurtuluşu bir cepheyi yararak kaçmakta bulduk. Kararımızı verdik. Gece saat 24:00’de bir cepheye hücum edip cepheyi yardık. Yaralılarımızı da alıp kurtulduk. Sonradan öğrendik. Köyde çok sayıda asker ölmüş. Üst rütbeli çok asker ölmüştü o gece.”

YAŞLI SİVİLLERİN KATLEDİLMESİ

Askeri takipten kurtulamayan firarların köye girdiğini gören köylülerden kaçabilenler kaçıyor. Ancak kaçamayan yaşlı ve kadınların tümü katlediliyor. Fesîh, o dönem yaşananları şu şekilde aktarıyor: “Bizden sonra askerler köye girmiş. Kaçabilenler kaçmış. Kaçamayan ihtiyarları öldürmüşler. Köylüler kendilerinin suçsuz olduklarını söylerler. Eşkıyalarla baş edemedik silahları var demişlerse de askerler onlara, 'siz de onlardan değil misiniz’ diyerek ihtiyarları hunharca öldürmüşler. Köyün bütün evlerini ateş vermişler. Ot yığınlarını yakmışlar. Suçsuz köylülerin başına köyü cehenneme çevirmişler.”

Mele Mistefa köyünde sonradan anlaşılıyor ki, o gece çok sayıda rütbeli asker öldürülmüş. Devlet yıllar sonra köyde onlar için anıt yaptırmış.

Artık Mûş ilçeleri, Erzirom ve Agirî yörelerinde tüm askeri müfrezeler firar grubun peşine düşer. Gidebilecekleri tüm köyler ve yollarda askeri hareketlilik vardır. Özellikle seyyare birimleri adım adım onları takip eder. Takipten kurtulmak için Bêdlis'in Motkan mıntıkasına gidiyorlar. Oradan iki ayrı bölüme ayrılırlar. Bir kısmı yaralı olanlar Motkan’nın kırsal kesiminde Çuro Ağanın yanında kalır. Seyîdxan’ın kardeşi Tevfik ve birkaç firari ise Xiyan aşireti içinde kalır. Fesîhê Mihê Mîrze ve Abdulhamîdê Berazî yaralı olduğu için Motkan’da hekim bir kadın tarafından tedavi edilir. Ancak Xiyan aşireti içine giren Tevfik, misafir kaldığı evde üzerinde kapı kilitlenerek ihbar edilir. Xiyan aşireti ve köyü saran askerlerin saldırısı sonucu Tevfik şehit düşer.

FİRARİ YAŞAMINDA ARTIK YALNIZDIR

Bu saldırılardan kurtulan firarlar tekrar takipten kurtulmak için tekrar Çewlîg ve Mûş yöresinin kesiştiği Şerafettin dağlarına dönerler. Orada günlerce beklerler. Bir kısmı Suriye’ye dönmek ister, diğer kısmı ise kışın dağ köylerinde saklanma taraftarıdır. Bu tartışma sonucu herkes kendi yoluna gitme kararı verir. Gerisini şu şekilde dile getiriyor anılarında: “Kanitat denilen bir köye gittim. Tanıdığım bir eve gittim. Silahımı onlara bıraktım ve bir kat elbise aldım onlardan. Bu kılıkla Suriye’ye gitmeye çalışacaktım. Berti bir aile vardı. Tanımıyordum. Sadece yemek için kapılarını çaldım. Bir kadın bana baktı, hüngür hüngür ağlamaya başladı. Sordum, niye ağlıyorsun? Bana, benim yaşlarımda bir oğlunun olduğunu ve öldüğünü söyledi. Ondan hislenmiş, ağlıyordu. Ben kadına oğlunun nüfus kağıdını sordum. Var, dedi. Oğlu 14-15 yaşlarındaydı. Zaten ben de 17-18 başlarındaydım. On lira verdim kadına, nüfus kağıdını aldım. Okuma yazma bilmediğim için ismini, yaşını, her şeyini kadına sordum. Ezberledim. O kimlikle normal yollardan Suriye’ye gidecektim. Lice’den Erzurum’a giden ana yolun üstüne gittim. Bir kafile kervan geldi. Onlara yetiştim. Bertî aşiretinden olduğumu ve çoban olduğumu ve Erzurum’a koyunları getirip sattığımı söyledim.

Koçer olduğumuz için de evimizin Mardin’de olduğunu ve oraya gideceğimi söyledim. Onlarla Darahênê'ye geldim. Gece katırları yüklediler ve yola çıktık. Lice kırsalında firarlar yolumuzu kestiler. Cüzdanımdaki paramı ve iki saatimi aldılar. Gömleğimin altında 10 altınım saklıydı. Onları almak isteyince gerçek kimliğimi söyledim. Beni başları olan Mistê aşiretinden Zaza Halil’in yanına götürdüler. Ona Seyîdxan’ın grubundan olduğumu söyleyince beni serbest bıraktılar. Onlarla kalma tekliflerini kabul etmedim ve Suriye’ye gideceğimi söyledim. Yarama baktılar ve beni yola kadar uğurladılar. Onlardan uzaklaşınca, kimliğimi öğrenen kervan grubu, yolda bana pusu kurmuş. Beni kıskıvrak yakaladılar. Yalvardım yakardım, beni bırakmadılar. Dediler biz seni hükümete teslim edip başına konulan ödülü alacağız. Nehir kenarında abdest alacağım bahanesi ile oyalandım. Nehire atladım. Nehir derindi, yüzerek zor bela sudan kurtulabildim. Diyarbakır yoluna vardım. Bir kamyona 10 lira verdim; Diyarbakır’a, oradan da Mardin’e geçtim. Mardin’de feqî (medrese öğrencisi) olduğumu söyledim. Şeyh Baran’ın yanına eğitime gideceğimi söyledim. O şekilde kendimi Amûdê'ye attım.”

KARAKÖPRÜ OLAYI VE 103 SİVİLİN TOPLU KATLEDİLMESİ

Binxet’te yaşamaya başlayan Fesîhê Mihê Mîrze, yeni kurduğu 12 kişilik bir ekip ile tekrar Kurdistan’ın kuzeyine döner. Amaçları Dersim yöresine gitmektir. Ancak uğradıkları Amed- Karaköprü civarında gelişen olaylar, Türkiye ve Fransa arasında bir krize dönüşecek niteliğe bürünür. Karaköprü civarında yol kesip içlerinde savcı, yüzbaşı ve 300 kişiyi rehin alırlar. Devlet bu olayı bahane ederek, bazı resmi kayıtlara göre köylere girerek 103 sivili katleder. Birinci Umumi Müfettiş Abidin Özmen, olayı bir Kürt kalkışması olarak değerlendirip şüpheli sıfatı ile olayda hiçbir suçu olmayan 103 Kürt sivil insanı katleder. Köylere yapılan baskınlarda içlerinde çocukların da bulunduğu 103 sivil insan, Mêrdîn’e mahkemeye götürülecekler diye gözaltına alınır. Ancak yola çıkarılan insanlar gruplar halinde katledilerek, Amed'in Sûr ilçesine bağlı Kirmasirt köyü mevkisine gömülür. Karaköprü olayını ilk defa Türk islamcı yazar Necip Fazıl Kısakürek, 24 Şubat 1950’de Doğu Dergisi'nde yazar. Bu yazı yüzünden dergi için kapatma davası açılır ve yazar tutuklanır. 

Karaköprü olayını gerçekleştiren firar grubun başında Fesîhê Mihê Mîrze vardır. Anılarında Karaköprü olayı en detayı ile şu şekilde açıklıyor: “12 arkadaş ile Mayıs 1937 yılında sınırı geçtik. Gündüzleri saklanarak geceleri yürüyerek yol alıyorduk. Diyarbakır’ın batısından Dersim’e gitmek istiyorduk. Geceleyin sabaha kadar yürüdük. Geceler kısa olduğu için yetişmedik. Karaköprü denilen yerde bir kamışlığın içinde saklandık. Gelecek geceyi beklemeye başladık. Gündüz saat 12:00 gibi Şükürlü köyünün çobanı koyunlarını oraya getirdi. Köpeği bize havladı. Çoban da kamışlıkta ne var diye üst üste taş atmaya başladı. İkide bir it kamışlığa hücum ediyordu. Çobanın bir taşı arkadaşımızın kafasına değdi, kafası kırıldı. Mecburi kalktık çobanı tuttuk. O zaman köyden koyunları sağmaya gelen berivanları da tuttuk. Mecbur Diyarbakır-Mardin arasında gelen giden herkesi tuttuk.

Çünkü Diyarbakır 15 km uzaklıktaydı. Biri haber verse Diyarbakır Kolordusu, jandarma, polis dolu. Bizi yakalarlardı. Diyarbakır’dan Mardin’e giden bir yüzbaşı ve hanımının da içinde bulunduğu bir kamyonu durdurduk. Yüzbaşıyı indirip tabancısını aldım. Kim olduğunu ve nereye gittiğini sordum. Çavuş olduğunu söyleyince bir tokat indirdim yüzüne. Devletin sana verdiği görevi niye inkâr ediyorsun, dedim. O zaman yüzbaşının hanımı konuşmaya başladı ve dedi: ‘Beyefendi biz İstanbulluyuz, yeni evlendik. Bizim hayatımızı bağışlarsan bütün emanetlerimi size vereceğim.’ Ben hanımın konuşmalarını dinledim ve susmasını emrettim. O sırada titremekte olan yüzbaşıya döndüm ve; ‘Yüzbaşı, sizin zulmünüzden, hükümetin kahrından dağa çıktık. Eşkıya olduk. Siz bir eşkıyanın hanımını veya kızını, anasını yakaladığınızda hemen ırzına geçiyorsunuz. Niçin bu rezilliği yapıyorsunuz? Bu rezaletleri insanlık, din, komünistlik kabul eder mi? Cevap ver, diye bağırdım. Hırpaladım kendisini. Bana bu yapılanları ‘Vicdanım kabul etmiyor’ dedi. O zaman tekrar hırpaladım ve niçin yapıyorsunuz diye sordum. Titreyerek, ‘Biz yaptık, siz yapmayın. Merhamet edin’ dedi. O zaman kendisine dedim ki; mademki yaptığınızı kabul ettiniz. Şunu da bil, biz kimsenin namusuna el uzatmayız. Kimsenin anasını, kızını ve çocuğunu öldürmeyiz. Emanetleriniz de bize lazım değil. Onları da köprünün altına, diğer tutuklarımızın yanına koyduk. O sıra bir kişi dalgınlığımızdan yararlandı ve kaçmaya çalıştı. Biz mecburi takip edip öldürdük. İkindi vakti gelen bir kamyonun içinde iki jandarma vardı. Jandarmanın biri kaçarken mecbur onu da vurduk.

Akşama kadar yakaladığımız adamların sayısı 300’ü bulmuştu. 10 kamyon ve 1 tane de taksi esaretimize girmişti. Taksinin içinde keşiften dönen savcı ve doktor da teslim olmayı boyun bükerek kabul ettiler. Esirler içinde Bingöllü bir adamı tanıdım. Kendisinden memleket hakkında bilgi aldık. Onun dediğine göre Dersim isyanı başlamıştı. Askerler her tarafı tutmuş. Bu olaydan sonra onun verdiği bilgiler ışığında tekrar Suriye’ye kaçmaya karar verdik. Akşam bütün esirleri karşıma geçirdim. Onlarla konuştum. Esirlerin atları içinde 12 tane sağlam at ayarladık ve Suriye’ye tekrar döndük. Savur dağlarında bir mağarada dinlendik. Sağ salim Suriye’ye döndük.”

FRANSIZLARLA SAVAŞ VE TÜRKİYE’YE TESLİM EDİLİŞLERİ

Suriye’de Fransızlar tarafından yakalanıp Şam’a gönderilirler. 45 günlük hapis hayatının ardından tekrar serbest kalırlar. O zaman Suriye’de Fransızlara karşı ayaklanmaların yaşandığı, Müslüman ve Hristiyanlar arasında çetin çatışmaların yaşandığı bir dönemdir. Fesih ve arkadaşlarının bu çatışmalara dahil olmasını şu şekilde not düşmüş: “Memleket iki gruba ayrılmıştı. Biz firarlar da bil mecburi Kürt kardeşlerimiz ve Müslüman Araplara yardım etmek durumunda kaldık. Ağustos 1937 yılında Amûdê kasabasında Müslüman-Hristiyan kavgasında muharebeye girdik. Amûdê kasabasında 5 bin kişi yaşıyordu. İlk günler dövüş normal gidiyordu. Hristiyanların beklediği yardım daha gelmemişti. Birkaç gün sonra 5 tane Fransız uçağı bombalarla kasabaya girdi. Her tarafı yakıp yıktılar. Her taraf harabeye dönüşmüştü. Sığınacağımız bir yer kalmamıştı.

Ermenilerin de mahalleleri bilinmeyerek bombalanmıştı. Onlar da kiliseye sığınmışlardı. O tarafta biz vardık. Biz de oraya saldırdık. Bizden vurulanlar oldu. Biz de vurduk. Ölü sayısı 100-150’yi geçmişti. Amûdê sokaklarında kanlar akıyordu. Acıklı ve dehşet veriyordu insana. Dövüşte kaybedeceğimizi biliyorduk. Ancak halkı oradan çıkarmak için dövüşüyorduk. Çünkü tüm halka ateş açılıyordu. Halkın çoğu Türkiye’ye kaçtı. Bir tane Fransız uçağını vurduk. Halk çıkınca biz de Ruhi köyüne kaçtık. Tek mermimiz kalmamıştı. Sabahın erken saatlerinde etrafımız Fransız tanklarıyla çevrildi. Cephanemiz yoktu. Mecburen teslim olduk. Bizi öldürmeye teşebbüs ettiler ancak oradaki bir komutan, 'biz bu esirleri öldüremeyiz. Medeni kanunlarımız var. Onları Türkiye’ye teslim edeceğiz. Türk hükümeti onları öldürür' dedi.”

Fransızlar tarafından yakalanan firarlar elleri, ayakları ve boyunları zincirlerle bağlanmış bir şekilde Nisêbîn'de Türk devletine teslim edilir. Gerisini şöyle yazmış anılarına: “Cezaevi heyeti geldi. Jandarma, gardiyan her kim bizi gördüyse ana avrat ve dinimize küfrediyordu. Bizi öldüreceklerini söylüyorlardı. Akşam üzeri Nusaybin Kaymakamı geldi. Bir tek ben Türkçe biliyordum. Birkaç soru sordu. Ben onlara Fransızlara karşı savaştığımızı ve 2 binden fazla sivil Müslüman'ın hayatını kurtardığımızı söyledim. Sanki kaymakam sağırdı. Ölüm korkusu bizi derinden tedirgin ediyordu. Muşlu bir komiser varmış, beni merak edip gelip gördü. Ancak kimse bizi dinlemiyordu. Sabah saat 8'de bizi kapalı bir vasıtaya bindirdiler.

Bir binbaşı kapıyı açtı. Hınıslı bir Kürt binbaşıydı. Bize hitaben, ‘Oğlum cesur olun. Bazıları ölmemek için yalvarıyorlar. Ceza nedir demeyin. Kimseye yalvarmayın. Kendinizi küçük düşürmeyin. Yaşadığınız gibi ölün. Kaderde yazılı olan neyse o olur. Meraklanmayın.’ Bu yürekli adam bize cesaret verdi. Bizi sınır karakoluna getirdiler. Bayağı beklettiler. İçimize ölüm korkusu girmişti. Sırtımızı otobüse, yüzümüzü güneşe verdiler. Hepimizin içine ölüm korkusu bürünmüştü. Hayat çok tatlıdır. Susuzluktan boğazlarımız kurumuştu. Su istedik. Ana avrat sövdüler.

6 FİRARİ KURŞUNA DİZİLDİ

Sonra M. Ali denilen çavuş geldi. Elinde bir pusula, isimleri okudu. Mala Çelke Tahir ve Sadık kardeşler, amca çocukları M. Ali ile akrabaları Hatip ve Hasan ismini unuttuğum bir akrabalarını çağırdılar. Benim ve birkaç arkadaşın cürümleri siyasiydi. Esasen Çelke oğullarının siyesi bir cürümleri yoktu. Yalnız Sadık ve Tahir bir adamı vurmuşlardı. Her birisi 10 yıl ceza almıştı. Hapishaneden kaçıp Suriye’ye gelmişlerdi. Bu ikisi dışında diğerlerinin hiçbir suçu yoktu. Çoğu fakirlik yüzünden Suriye’deki akrabalarının yanına gelmişlerdi. Çelke oğullarının düşmanları zengin olduğu için Mardin Valisi’ni görüp yüzlerce altın vermişti.  Onları kurşuna dizmeye razı etmişti. Aşağımızda bulunan Kurtu deresinde her 6’sını da makineli tüfekle kurşuna dizdiler. Silah sesleri kulağımızı çınlatıyor. Yürekleri parça parça ediyordu.

17 Ağustos 1937 tarihinde bizi sıkı tedbir alarak Mardin’e kadar götürdüler. Mardin’e vardığımızda Mardin adeta bir bayram yerini andırıyordu. Sıkı güvenlik alınmıştı. Bütün halk Suriye’deki firarlar getirilmiş diye toplanmıştı. Çok heyecanlıydım. Zira bir ölüm kalım meselesi vardı. Her an biz de diğer 6 arkadaşımızın akıbetine uğrayabilirdik. İndiğimde bir etrafıma baktım. Halkın toplanışı adeta bir mahşeri andırıyordu. O an kendi kendime dedim ki, Cumhuru Reis olsaydık bu kadar halk bizi karşılamaya gelmezdi. Ölsem de gam yemezdim. Mağrur bir şekilde başımı kaldırdım. Hükümsüz bir şekilde yürümeye başladım. Arkadaşlarıma baktım, toz içinde içinde kalmışlar. Başlarını eğmişler. Onlara dedim ki, şahsiyetlerinizi küçük düşürmeyin. İzzetinizi muhafaza edin. Zaten bizi öldürecekler. Ne yapsak da fayda etmez. Hiç olmazsa bu halkın teveccühünü kazanın. Öldükten sonra hiç olmazsa bize tükürmesinler.

KÜRT DİRENİŞÇİSİ VALİNİN ÖLDÜRME TEHDİTLERİNE REST ÇEKİYOR

Ellerimiz kollarımız bağlı olarak bizi valinin huzuruna çıkardılar. Vali bize, ‘Ermeni de oldunuz, elimizden kurtulamadınız. Kendiniz için böyle bir akıbeti hiç düşünmediniz mi? Ben 6 arkadaşınızı öldürdüm. Hak ettiğiniz cezayı size de vereceğim.’ Ben kendisine dedim ki, ne anam var, ne babam ne de karım var. Jandarmalar tecavüz etsin. Bir ruhumuz var, o da tamam olduğu gün alınacaktık. Elinden geleni esirgeme. Bize bağırıp çağırıp küfürler savurdu. Bizi öldüreceği kesindi. Onu anladık. Bizi nezarete götürdüler. En alt kata aldılar. Pislik içinde ıslak ve küçük bir yerdi. Ayaklarımız sular içindeydi. Oturacak bir yer bile yoktu. Perişandık. Sorgu için çağırdılar. Bana Kürt siyaseti ile ilgili çokça sorular sordular. Oradaki siyasetçiler hakkında. Hakaret, küfür ve aşağılanmalarına karşı boyun eğmedik. Bizi öldüreceklerdi. Nezarete geldim. Ellerimizi ıslatarak, zincirlerden kurtulmaya çalıştık. İdama giderken biz de birini götürecektik! Ölümden ötesi yoktu bizim için.

Sonrası; Ankara’dan gelen ve orada bulunan Ağır Cezaevi Müfettişi nezarete, bizi ziyarete geldi. Çok müteessir oldu. Bizi o pislik içinden çıkarmalarını söyledi. Sonra İsmet İnönü’ye telgraf çekmiş. Bizim Fransızlara karşı yaptığımız savaş sonucunda binlerce insanı kurtardığımızı ve halkın bizi sahiplendiğini anlatmış. İsmet İnönü idam edilmememiz yönünde telgraf çekmişti.”

Diyarbakır Cezaevinde uzun süre kalan Fesîhê Mihê Mîrze, Mûş’ta Seyîdxan hakkında açılan davanın duruşmaları için Muş Cezaevine sevk edildi. Verem tanısı ile Muş Hastanesine yatırılan Fesîh, 1942 yılında hastaneden kaçarak tekrar Binxet’e geçti. Demokrat Parti’nin çıkardığı af kapsamında 1955 yılında memleketi Milazgir'e döndü. 1990 yılında Milazgir'in Nazê köyünde yaşamını yitirdi.