Erdoğan ve Muaviye’nin kısa bir karşılaştırılması
Bu yazımıza bizler çok fazla şey katmayacağız. Sadece İhsan Eliaçık isimli ilahiyatçı yazarın "Adalet Devleti" adlı kitabında Muaviye'ye ilişkin yazdığının bir bölümünü buraya alacağız...
Bu yazımıza bizler çok fazla şey katmayacağız. Sadece İhsan Eliaçık isimli ilahiyatçı yazarın "Adalet Devleti" adlı kitabında Muaviye'ye ilişkin yazdığının bir bölümünü buraya alacağız...
"Adalet Devleti" çalışmasında Muaviye'ye ilişkin dönemin birçok farklı bireyinin değerlendirmesi gibi sonraları Muaviye’yi incelemiş olanların da değerlendirmelerini içeren bu yazı bugün ile karşılaştırıldığında çok ilginç benzerlikler vardır. Muaviye’nin bugünkü halinin daha iyi görülmesi açısından bir görüş sunması bakımdan yararlı olacaktır.
Belirtildiği gibi yazıyı olduğu gibi verirken kimi yerde çok kısa tümcelerle Erdoğan ile olan ortak yönleri, kıyaslama ya da hatırlatmalarda bulunacağız.
Muaviye bin Ebu Süfyan, (Mu'āviyye ibn Ebu-Sufyān) doğumu 602 ölüm ise 6 Mayıs 680.
"Tarihte Emeviler veya Ümeyyeoğulları olarak ismini duyuran aile, daha çok İslam sonrası dönemde yani Muaviye ile bu ismi almıştır. Diğer bir deyimle, hanedanın kurucusu durumunda olan Muaviye bin Ebi Süfyan, bizzat Ümeyyeoğullarına mensup olması sebebiyle bu sülaleye Emeviler adı verilmiştir.
Muaviye, İslam’dan önce Mekke’de önemli bir konumu bulunan Ebu Süfyan’nın oğlu olarak dünyaya geldi. Mekke’nin ticaretinden sorumlu olan babasının, Bedir Savaşındaki yenilgiden sonra Ebu Cehil’in yerine Mekke’nin liderliğine yükseldiğini görüyoruz. Muaviye, babasının yanında adeta bir prens gibi geleceğin Mekke lideri gibi yetişmiş, iyi bir eğitim almıştır.
Mekke’nin fethinden sonra iktidardan düşen Ümeyye ailesi, çareyi Müslüman olmakta bulmuş, Mekke’deki eski konumlarını kaybetmenin hırsıyla İslami dönemde iktidarı tekrar ele geçirmek için her fırsatı değerlendirmeye çalışmışlardır. Ebu Süf-yan’ın, oğlu Muaviye’nin, Hz. Peygamber’in katipleri arasına girmesini ve daha sonraları Hz. Ömer tarafından Suriye’nin fethi için görevlendirilen ordunun başına kardeşi Yezid ile birlikte atanmasını sevinçle karşılaması boşuna değildir. Bu açıdan Ümeyye ailesinin, kendilerini Mekke’nin "derin" devleti olarak gördüklerini, İslam’dan önce de sonra da bu hakkın başka bir aileye geçmesini bir türlü kabullenemediklerini, Mekke’de mülkün asıl sahibi olma duygusunu hiçbir zaman yitirmediklerini söylemek mümkündür.
Muaviye’nin yükselişinin, Mekke’nin fethiyle Müslüman olduktan sonra, ilk olarak Riddet Savaşlarından sonra Suriye’ye gönderilen fetih ordusunun hazırlık aşamasında başladığını görüyoruz. Hz. Ömer’in kavmiyet taassubuna sahip olduğu gerekçesiyle Halid b. Said el-Asi’nin komutan olmasına karşı çıkmasından sonra, onun yerine Ebu Süfyan’ın iki oğlu Yezid ile Muaviye’yi ordunun başına getirmesi Ümeyye ailesinde sevinçle karşılanmış ve kaçırılmaması gereken bir fırsat olarak değerlendirilmiştir.
Muaviye’nin Suriye bölgesindeki fetihlerde başarılı olması, 18/639 yılında meydana gelen ve etkisini bir süre devam ettiren Taun vakasının, kardeşi de dahil belli başlı komutanların vefatına sebep olması, kendisine Şam valiliğinin kapısını aralamıştır. Muaviye’nin Şam’daki fevkalade yöneticiliği, kara ve denizdeki başarılı fetihleri giderek Suriye fatihi olarak şöhret bulmasına neden olmuş görünüyor. Öyle ki Muaviye, Suriye’den bir daha sökülemez hale gelmiş, fethettiği toprakları Ümeyyeoğullarının şahsi mülkü gibi kullanmaya başlamıştır. Muaviye’nin Suriye bölgesindeki yükselişi kısa sürede dikkatleri çekmeye başlamış, Hz. Ömer’in ikazları bile fayda vermez olmuştur."
Burada kitapta çok ilginç bir bölüm vardır. Bugün ile daha doğrusu Erdoğan’ın sarayıyla benzerlikler arz etmesi açıktır. Şöyle: "Bir keresinde Şam’a gelen Hz. Ömer’in, yaptırdığı şaşaalı saray sebebiyle "Arab’ın kisrası olmuşsun" şeklinde eleştirisi karşısında Muaviye’nin verdiği cevap, devlet imkanlarını kullanarak şahsi servet sahibi olmanın, iktidar hırsının ve lüks içinde yaşama arzusunun "klasik" gerekçesini ele vermektedir; "Efendim, düşmana (Bizans) karşı heybetli ve güçlü görünmek zorundayız..."
Erdoğan sarayı yapma gerekçesinin tüm dünyaya neme nem bir devlet olduğunu göstermek olduğunu söylemişti. Yine bir yüzükle yola çıkan Erdoğan’ın şimdi 28 milyar dolarlık servetinden söz edilmesi, doğrusu ilginç değil midir?
Devam edelim: "Hz. Ömer’in 23/644 senesi sonlarına doğru şehid edilmesinden sonra 24/645 senesi başlarında, geçici şura tarafından Hz. Osman halife seçildi. Hz. Osman’ın hilafete geçmesiyle birlikte geniş çaplı bir Emevi kadrolaşması başlatıldı. Muaviye bu dönemde Şam ve bütün civarını yani Filistin, Cezire, Hımış ve Kınnesrin’in genel valisi oldu. Hz. Ebübekr döneminden başlayıp, Hz. Ömer döneminde de devam eden fetihler, yeni halife Hz. Osman tarafından da devam ettirildi. Suriye bölgesine çeşitli Arap kabileleri yerleştirilmeye başlandı. Muaviye, Bizans üzerine yaz ve kış seferleri başlatarak her defasında büyük ganimet ve esirlerle döndü. Suriye, İslam ülkesinin Bizans’a karşı kuzey sınırlarını koruyan serhat bölgesi gibiydi. Muaviye buradan Bizans’a çoğu zaman öldürücü darbeler ve durmaksızın devam eden akınlar düzenliyordu. En büyük amacı Bizans’ın başşehri İstanbul’u fethederek tarihe geçmekti. Fakat birkaç kez düzenlenen fetih hareketleri sonuç vermedi. Muaviye, bir ara Kapodokya’ya kadar gelerek Kayseri’yi bile ele geçirdi. Keza Bizans denizden de kuşatılıyordu. Kıbrıs ve Rodos adası onun zamanında fethedilerek vergiye bağlandı."
Buraya da dikkat edelim:
"Hz. Osman döneminin ikinci yansından itibaren, devletin giderek bir Arap/Kureyş/Emevi asabiyetine dönüşmesi, aşırı zenginleşme, lüks ve debdebe içinde süren hayat tarzları muhalefetin de giderek sesini yükseltmesine neden oldu. Bu noktada Şam’da öne çıkan isim Ebu Zer-i Ğifari idi. Keza Ammar bin Yasir, Talha, Zübeyr, Hz. Aişe, Abdullah İbni Mes’ud gibi sahabiler muhalif kanadın önde gelen simaları olmaya başladılar. Bütün muhalefetin başkent Medine’de, halife nezdindeki sözcüsü ise Hz. Ali idi. Giderek Hz. Ali ülkenin her yanındaki muhalif seslerin doğal lideri haline geldi.
Hz. Osman-Muaviye İkilisi tam bir devlet mantığı içinde hareket ediyorlardı. Hatta çoğu konularda Hz. Osman, Muaviye’nin denetimi altına girmişti. Bu huzursuzlukların neden çıktığı yerine, ses yükselten herkese devlet mantığı çerçevesinde "tehdit" değerlendirmesi yaparak yaklaşıyorlardı. Onlara göre tek sorun, halkı devlete karşı kışkırtan aykırı tiplerin susturulması ve etkisiz hale getirilmesi sorunuydu. Bu sağlanırsa her şey yoluna girerdi. Bu noktada Ebu Zer’in Rebeze’ye sürülmesi, Iraklı muhaliflerin Şam’da denetim altında tutulması, kafa kaldıranların üzerine her defasında asker yollanması sorunları çözmek için yeterli görülüyor, kendilerini eleştirmeye hiç yanaşmıyorlardı."
Bu söylenenlerin bugüne benzerliği tartışmasızdır. En ufak muhalefet, ezilme gerekçesi haline getirilmiştir.
Evet; "Hz. Osman dönemi boyunca siyasi merkeze karşı giderek etkisini hissettirmeye başlayan çevre güçleri, sisteme barışçıl yollardan katılmanın yollarını aradılar. Fakat bu yollar tümüyle tıkalıydı. Hz. Ömer’in şura kurumu geliştirilememiş, kabile ve ganimet mantığının engeline takılmıştı. Hz. Osman tüm istifa çağrılarını reddediyor, işbaşına getirdiği Emevi kadrolarını ölümüne savunuyordu. "Allah’ın giydirdiği gömleği, üç beş çapulcu istiyor diye çıkartmam" diyordu. Bu durumda geriye ihtilal dışında bir yol kalmıyordu. Bu ise iktidarın şiddet yoluyla yerinden sökülüp atılması ve önüne geçilemeyecek olayların patlak vermesi anlamına geliyordu. Nitekim öyle de oldu. Muhalefet barışçıl yollardan sisteme katılma yolları bulamayınca, ihtilale başvurdu.
Osman, başkentin 50 gün süren muhasarasından sonra öldürüldü. Karışıklık içinde Hz. Ali halife seçildi."
Şimdi aşağıda yazılanları dikkatle okuyalım:
"Muaviye’nin böylesi bir durumu saltanata giden yolda bir aşama olarak iyi değerlendirdiğini görüyoruz. "Hz. Osman’ın kanı" sloganı kendini bir anda haklı duruma getiriyordu. Halbuki Muaviye’nin asıl niyeti Hz. Osman’ın kanını dava etmek değil, kendi iktidarına giden yolda onu bir araç olarak kullanmaktı. Nitekim rivayetlerden Hz. Osman’ın katline bilinçli bir şekilde göz yumduğunu anlıyoruz."
Yukarıda dile gelenlerin sözde 15 Temmuz darbesiyle benzerliği çok tuhaf değil midir? Tanrının lütfu olarak değerlendirilen bu olayla Erdoğan tek tek muhaliflerini OHAL’lerle KHK’lerle bir bir hizaya getirmesi için bir fırsat olarak değerlendirdiği açık değil midir?
“Muaviye, Hz. Osman’ın katlinden sonra, yine ince hesaplar yaparak en etkili rakibi Hz. Ali’yi nasıl bertaraf edeceğini düşündü. "Osman’ın kanı" sloganını ortaya atarak, Hz. Ali etrafında toplanan muhalefeti ikiyi böldü, onlar Cemel’de karşı karşıya gelirken Muaviye Şam’da kahvesini yudumluyordu. Muaviye’nin aynı kahveyi Sıffin’de de yudumladığım görüyoruz. Taktik yine aynıydı; Kuvvet yoluyla Hz. Ali’nin ordusunu yenemeyeceğini, hatta savaş alanından kaçmayı bile düşündüğü bir anda, askerlerine mızraklarının ucuna Kur’an sayfalarını takmalarını istedi. Bu kez de "Kur’an hakem olsun" sloganını ortaya attı. Böylece mücadeleyi savaş alanından çok mahir olduğu masa başına çekti. Bu slogan Muaviye’nin beklediği etkiyi anında uyandırdı. Hz. Ali tarafındaki çoğunluğu Iraklı Kur’an hafızîarından oluşan askerler buna inanarak, silahlarını Muaviye’den Hz. Ali’ye çevirdiler. Hz. Ali, Harura ve Nehrevan’da bu Harici grupla uğraşırken Muaviye yine kahvesini yudumluyordu."
Hilenin inceliği muhteşemdir. Hem de Yeni Kapı Ruhu hilesi kadar ince!!!
"Sonuçta Hz. Ali kendi taraftan olan bu grup tarafından öldürüldü. Muaviye, Harici sorununu, saltanatı döneminde bu kez Ali taraftarlarınca çözdü. Tüm Harici isyanlarının bastırılmasında Ali taraftarlarını öne sürdü. Harici sorunu halledilene kadar Ali taraftarlarına pek ses çıkarmadı. Onlar birbirleriyle çarpışırken Muaviye Şam’daki sarayında yine kahvesini yudumluyordu..."
Fetullah Gülen ile bir olan, onun dizlerinde oturarak büyüyen bir Erdoğan'ın, Fetullah Gülen’i tasfiyesi gerçekten de taktire şayandır. Yine benzer şekilde birlikte yol aldıklarıyla işi bittiğinde nasıl tasfiye ettiği de tek sözle, taktire şayandır. Belki bu kurnazlığı ile dünyada hilenin, riyakarlığın şampiyonudur da.
Devam edelim: "Hariciler fitnenin başı olarak gördükleri üç kişiyi ortadan kaldırmaya karar vermişlerdi; Hz. Ali, Muaviye ve Amr ibnu’l-As. Hz. Ali öldürüldü, Muaviye suikasttan yara alarak kurtuldu, Amr İbnu’l-As da namaza başkasını gönderdiği için son anda sıyırdı. Hz. Ali’nin ölümünden sonra meydan tamamen Muaviye ye kaldı, fakat bu sefer de Hz. Hasan sorunu ile karşılaştı. Muaviye’nin bu sorunu da bildik yöntemlerle hallettiğini görüyoruz; Hasan taraftarlarının arasına fitne soktu, taraftarlarım Hasan’dan soğuttu, para karşılığı adam satın aldı, Hz. Hasan’a can ve mal güvenliği sözü ile kendisinden sonra veliaht tayin etmeyeceğine ve işin şura ile olacağına dair "söz" verdi...
Muaviye, Hz. Hasan engelini de aştıktan sonra, Hz. Ali’nin başkent yaptığı Kufe’ye ihtişamla girdi. Mülkün ve saltanatın tek sahibi haline geldi. Artık Arap/Kureyş/Emevi asabiyetine dayalı bir kabile ve ganimet devleti tarih sahnesine çıkmış, temellerini Hz. Peygamberin Medine’de attığı, Hz. Ömer’in inşa ettiği, Hz. Ali’nin de tekrar diriltmeye çalıştığı adalet devletinin izleri tümüyle silinmişti. Medine Devleti’nin üzerinde yükseldiği adalet, ehliyet, meşveret ve maslahat değerleri azgın iktidar boğasının ayaklan altında çiğnenmiş, toprağa gömülmüştü..."
Bu söylenenleri bugün Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin içine girdiği ya da getirildiği durumla karşılaştırılması gerçekten ilginçlikler içermektedir. Ve şimdi aşağıda dile getirilenleri daha büyük bir dikkatle okuyalım:
"İslam siyasi tarihinde "Muaviye" fenomeni, üzerinde iyi düşünülmesi ve ibretler çıkarılması gereken bir kişiliktir. Tarihte Arab’ın dört dahisinden birisi olarak ün salan Muaviye’yi bu özelliğe sahip kılan unsurlar nelerdir? Her şeyden önce Muaviye, Mekke’nin "derin" iktidarı olarak tanımladığımız Ümeyye ailesine mensuptu. Bir nevi "Beyaz Araplar" diyebileceğimiz yönetici aile geleneğinden geliyordu. Okuma yazma oranının az olduğu Mekke’de aile fertleriyle birlikte nadir okuma yazması olanlardandı. Belki de bunun için pek ifa etmese de Hz. Peygambere katip olmuştu. Yetiştiği çevre onu dini inanç dışında hayata tam olarak hazırlamıştı. Gençlik yıllarını Kureyş’in liderliğine yükselen babası Ebu Süfyan’ın yanında tıpkı bir prens gibi yetişerek geçirmişti. Siyaseti ve yöneticiliği meslek haline getirmiş bir çevreden geliyordu. Hitabet gücünün yüksekliği, karşısındakini etkileyebilmesi, işleri hile yoluyla halletme beceresi, siyasetteki kurnazlığı, insanlara anladıkları dilden konuşması onun yükselişini sağlayan en önemli etkenlerdir. Özellikle ilk iki halife döneminde Suriye’de elde ettiği başarılar onu yükselmesinde bir ön hazırlık dönemi olmuştur..."
Evet, Muaviye ve Erdoğan giderek bir oluyor, aynı oluyor. Takip ettikleri yol, yöntemler de bir oluyor. Muaviye’ye göre akıl esaslı bir ölçektir. Aklın üçte biri meselelere nüfuz edebilme kabiliyeti, üçte ikisi ise bazen hataları görmemezlikten gelmektir. Akıllı olmanın ölçüsü sonunda çıkmak istenen hiçbir işe girmemek, yani "Nereden bulaştım şu işe" diyecek işler yapmamaktır. Ona göre insanların en sabırlısı "aklı duygularına galip gelen" kimsedir. Muaviye, Arab’ın dahileri olarak kabul edilen Muğire b. Şube, Amr ibnu’l-As ve Ziyad’ı yakın çalışma arkadaşları olarak seçmişti. Her birinin değişik alanlardaki yeteneklerinden yararlanmaya çalışmıştı. Arab tarihçileri bize bu dört dahiden Muaviye’yi işleri enine boyuna düşünüp yapan, Amr ibnu’l-As’ı düşünmeden cevap verme yeteneğine sahip, Muğire b. Şube’yi problemleri politik yoldan çözüme kavuşturan, Ziyad’ı da bütün büyük ve küçük meseleleri biraz da şiddet yoluyla halleden kimseler olarak takdim ederler."
Muaviye’nin ağzından, izlediği taktikler: "İnsanlarla ilişkilerine son derece önem veren ve onu sağlam temeller üzerine oturtmaya çaba gösteren Muaviye, bu konudaki prensibini şu şekilde açıklar; "İnsanlarla kendi aramda ebediyyen koparmadığım bir dostluk ipi vardır. Onlar ipe asıldıklarında ben onu gevşetirim, onlar ipi gevşetirlerse ben ona asılırım." Muaviye’nin kırk yıllık siyasi hayatını üzerine bina ettiği en önemli prensiplerinden birisi de parasının iş gördüğü yerde kırbacına, kırbacının iş gördüğü yerde kılıcına gerek duymayışıdır. Bütün bunların yetersiz kaldığı yerde ise şiddete başvurmaktan çekinmemiştir."
Evet, Muaviyeleşen bir Erdoğan ile karşı karşıyayız. Aziz Nesin’in Zübük kitap çalışmasını biliyoruz. Şimdide Muaviyi’nin Zübüklüğüne göz atarak, Erdoğan’ın zübüklüğü ile karşılaştıralım:
"Harb meydanlarında pek anlı-şanlı kahramanlığı olmamasına rağmen Muaviye, nadir yetişen bir diplomat, çevresini iyi tanıyan ve uzağı gören bir idareci ve masa başı mücadelelerinden hep başarı ile ayrılmış bir politikacıdır. Kendisi Hz. Ali karşısındaki avantajlarını şöyle anlatmaktadır;
"Ben ona karşı dört hususta daha avantajlıydım. Ben sırrımı saklıyordum, o açığa vuruyordu. Benim düzgün ve itaatkar bir ordum vardı, onun bozuk ve isyankar bir ordusu vardı. Ben onu Cemel ashabı ile baş başa bıraktım ve kendi kendime dedim ki, eğer Cemel ashabı ona galip gelirse onlar bana Ali’den daha ehvendir. Eğer Ali onlara galip gelirse bende onları dininde şüpheye düşürürüm. Ben Kureyş’e Ali’den daha sevimli geliyordum. Ondan kaçıp ta bana gelenlere ne mutlu?"
Evet; "Muaviye, hilafetin sadece din yoluyla elde edilemeyeceğini onu ele geçirmek için kuvvete, para dağıtmaya ve insanların kalplerinin kazanılmasına gerek olduğunu belirtirken Kureyş’i de hilafete en layık kesim olarak görüyordu. Muaviye’nin cömertliği toplumda darb-ı mesel haline gelmişti. Cömertçe dağıttığı paralarla düşmanlarını bile tesirsiz hale getiriyordu. Muaviye dağıttığı paraların çokluğu karşısında hayret edenlere "Bir savaş, dağıttığımdan çok daha fazlasına mal olur" diyordu."
Erdoğan’ın makarnaları, kömürleri şimdi daha yerine oturuyor. Yine birçok çevreye ekonomik, mevki imkanları dağıtarak, nasıl o çevreleri etkilemeye çalıştığı gibi...
Ya, aşağıda dile genleri nasıl ele almak gerekiyor? "Muaviye, Emevi saltanatım dini temellere dayandırarak artık bir Arap/Kureyş/Emevi devleti haline gelen siyasi merkezin resmi ideolojisini de üretmiştir. İcraatlarını "Allah adına" işlediğini söyleyerek, "Allah’ın takdiri böyleymiş" görüşünü resmi doktrin haline getirmiştir. Bu "kaderimiz böyleymiş" görüşünü ilk ortaya atanın bizzat Muaviye olduğunda kaynaklar ittifak halindedir. Sonraki Emevi sülalesi bu görüşü iktidarlarının dini temeli olarak hep savunmuşlardır."
Söze gerek var mıdır?
"Arap-Emevi Devletinin ortayı çıkışı ve dayandığı sınıfsal, iktisadi ve ideolojik temelleri titiz bir analizle ortaya koyan Cabiri, bu ortaya çıkışı üç kavramsal çerçevede inceler; kabile, ganimet ve akide. Yani devletin dayandığı toplumsal sınıf "Ümeyye", bu sınıfın amacı da "ganimeti" bölüşmedir. İktidarlarını dayandırdıkları resmi ideoloji ise "kader" doktrinidir. Muaviye’nin, Hz. Ali’yi tasfiye ettikten sonra Medine’ye gelerek 41/661 yılını "cemaat yılı" ilan etmesi ve orada ileri gelen sahabeleri toplayarak yaptığı şu konuşma Emevi devletinin resmi ideolojisini de ele vermektedir.
"Muaviye, birlik yılında Medine’ye gelince, Kureyş ileri gelenleri kendisini karşıladı. Şöyle dediler, "Seni zafere ulaştıran Allah’a hamdolsun." Onlara hiçbir şey söylemeden mimbere çıktı. Allah’a hamd ettikten sonra şöyle dedi; "Sizin başınıza geçmem, sevginizi kazanarak değil şu kılıcımla olmuştur. Gönlüm size karşı Ebubekir ve Ömer gibi davranmamı istiyor. Ama bundan hiç hoşlanmıyorum. Osman gibi yürümek istiyorum, ama gönlüm bunu kabul etmiyor. Hem bana hem size yarar sağlayacak bir yol izleyeceğim; Güzelce yeme güzelce içme... Beni en iyiniz görmeseniz bile ben sizi en iyi yönetecek kişiyim."
"Muaviye Siffin Savaşında da askerlerine şöyle bir konuşma yapmıştı; "Allah’ın takdiri sonucu kader bizi yeryüzünün bu bölümüne sürükledi. Bizi Iraklılarla karşı karşıya getirdi. Biz Allah’ın kaderine razıyız.."
"Kufe halkına da şunları söylemişti; "Ey Kufe halkı! Sizinle namaz, zekat ve hac uğruna savaştığımı mı sanırsınız? Sizin namaz kıldığınızı, hac yaptığınızı ve zekat ödediğinizi biliyorum. Ben sizinle sizi yola getirmek için savaştım. Allah bunu bana siz istemediğiniz halde verdi..."
"Oğlu Yezid’e biat alırken de şöyle diyordu Muaviye; "Yezid işi gaza ve kaderdir, kulların bu konuda başka seçeneği yoktur." Bu rivayetlerden anlaşılıyor ki Muaviye’nin bu sözleri Emevi iktidarının resmi ideolojisi haline gelmiş ve sonraki tüm Emevi sultanları bu politikayı takip etmişlerdir. Gerçekten de Muaviye’nin söylediklerine bakıldığında devletin resmi ideolojisi anlamına gelen meşruiyet dayanaklarının şöyle oluşturulduğu görülüyor;
"Mülkün (ülke/toprak/devlet) sahibi Arap/Kureyş/Emeviler grubudur. Araplar içinde Kureyşları bu işte hak sahibidir. Hele Mevali’nin (Arap olmayanların) bu işte hiçbir hakları olamaz. Bu halkın rızası alınarak değil kılıçla başarılmıştır. Zaten Emevi soyu Mekke’nin eski güçlü/yönetici kabilesi’olduğu için bu onların doğal olarak da hakkıdır...
Madem kılıçla elde edilmiştir halkın geri kalan kısmı akıllı olmalı, ranttan payını almaya, güzelce yemeye ve içmeye bakmalıdır...
Emevi soyunun dini meşruiyetini sorgulamak yersizdir. Çünkü bu iktidar onlara Allah tarafından verilmiştir. Allah ezeli ilminde bunu kader olarak yazmış ki şu an biz başa geçmiş bulunuyoruz...
Eline kılıç almayana dokunulmayacak, sadece dil ile muhalefete göz yumulacaktır..."
Sözü uzatmadan, Erdoğan tümden bir Muaviye haline gelmiştir. Bir farkla, Muaviye sadece dil ile yapılan muhalefete göz yumarken Erdoğan kılıçla, askerle, polisle, faşist paramiliter yapılarla saldırmaktadır. Bunları ise sonuç bölümü olarak irdeleyelim:
"Muaviye ile başlayan süreç Medine’de Hz. Peygamber tarafından tüm dünyaya ilan edilen adalet devletinin evrensel değerlerinin adım adım boğulması ve can çekişerek tarihe gömülmesi sürecidir. Muaviye başlıca dört noktada adalet devletini, saltanat devletine veya oligarşik bir dini diktatörlüğe dönüştürmüştür. Her şeyden önce "adalet" kaybolmuştur. Oysa Medine Sözleşmesi ile temeli atılan devletin temel siyasi belgesinde en çok geçen kelime adalettir. Medine Devleti adalet kavramı üzerine bina edilmişti. Bu zedelenmiş, insanlar adaletsizliğin pençesi altında ezilmiştir. Hz. Osman’ın, muhaliflerin sert tedbirlerle üzerine gidilmesi talebi karşısında Hz. Ali’nin "Onlar senin katletmenden ziyade adaletine muhtaçlar..." sözü işin özünü anlatmaya yeterlidir.
İkinci olarak "ehliyet" ilkesi zedelenmiştir. İş başına getirilenlerde aranması gereken bu temel değer hiçe sayılmış, sırf kendi kabilesinden olanlara öncelik verilerek partizanlık yapılmış, devlet Ümeyye kadrolarıyla doldurulmuştur.
Üçüncü olarak "meşveret" ilkesi ayaklar altına alınmıştır. Muaviye, oğlu Yezid’i veliahd tayin ederek Araplar arasında bile görülmemiş bir uygulama getirmiş, Suriye’de devraldığı Bizans geleneğini sürdürmüştür. Tüm İslam tarihi boyunca bu Bizantist gelenek hüküm sürmüştür. Hz. Ömer’in meşveret girişimi Bizans ve Sasani etkisiyle inkişaf edememiştir.
Dördüncü olarak "maslahat", yani iyilik için çalışma kötülüklerle mücadele ilkesi terkedilmiş, devletin manevi temeli ganimetçiliğe kaydırılmıştır..."
Buyurun size Emevileşen bir Erdoğan, AKP ve Türkiye...