Filistin’de öncülerin niteliği değişti

12 Eylül darbesinden sonra Lübnan’daki Filistin kampında da bulunan Ronahî Serxwebûn, bugün artık Filistin mücadelesinde öncülerin niteliğinin değiştiğini, Türk devletinden etkilendiklerini söyledi.

Bir gazeteci ve devrimci olarak uzun yıllardır Kürt halkının ve kadınların özgürlük mücadelesine hizmet eden Ronahî Serxwebûn, ANF’nin sorularını yanıtladı. 

Kürt Özgürlük Hareketi ile tanışmanız ne zaman oldu, o zamanki koşullar nasıldı?

Kürt Özgürlük Hareketi ile 1977 yazında okul tatilinde gittiğim köyümde çocukluk arkadaşımın Kurdistan Devrimcileri'nden Haki Karer ve onun şehadetinden söz etmesiyle tanıştım. Köyde Haki Karer'in afişleri vardı ve gençler eğitim çalışmaları yapıyordu. Ben de bu eğitimleri dinledim. Zaten Deniz Gezmişlerin mücadelesine sempati duyan ve okuduğum lisede faşistlerle mücadelede devrimci saflarda yer alan biri olarak Kürt ve Kurdistan gerçeğini sahiplenen bir hareketten haberdar olunca yolumu çizmem zor olmadı. O tarihten itibaren Kurdistan Devrimcileri'nin bir sempatizanı olarak ülke gerçeğimi ve Kurdistan Devrimcileri'nin düşüncelerini anlamaya ve bu mücadeleyi desteklemeye çaba gösterdim.

O günün koşullarında Kürt ve Kurdistan gerçekliği, üstü kapatılmış, unutturulma sürecinde olan ve yüksek sesle dillendirme olanağının olmadığı bir gerçeklikti. Bu gerçeklikle buluşmak ve savunmak büyük riskleri göze almak demekti. Öte yandan 1970'lerdeki devrimci gençlik hareketi, o mücadelenin öncülerinin kahramanca direnişi ve şehadetleri, gençlik arasında büyük bir etkilenmeye yol açmış, devrimci düşüncelere ve hareketlere ilgiyi büyütmüştü. Faşist hareketin örgütlenip özellikle okullarda ve yoksul semtlerde ilerici-devrimci kesimlere saldırılar düzenlemesi, devrimci gençlik hareketinin de karşı mücadelesinin gelişmesini birlikte getiriyordu. Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya gibi öncü devrimcilerin izinde birçok devrimci hareket ortaya çıkmıştı. Onların mücadelesinden ve sosyalizmden etkilenen üniversiteli bir grup Kurdistanlı genç de Vietnam halkının özgürlük mücadelesini örnek alarak Kürt halkının özgürlüğünü kazanmak amacıyla örgütlenmeye başladı ve bu mücadele adım adım gelişerek Kurdistan'a yayıldı.

Kurdistan Devrimcileri, savundukları düşüncelerin gençlik arasında yayılarak onları temsil edebilecek kavrayışta bir kadro yapısının ortaya çıkabilmesi için son derece gizli koşullarda, bire bir ilişkilenerek başlangıçta okullarda örgütlendi, daha sonra diğer kesimlere açılmaya başladı. Faşistlere karşı mücadele giderek Kurdistanlı iş birlikçi aşiret yapılarına karşı mücadeleyle birleşti ve Kürt halkının yoksul, köylü kesimlerini mücadele saflarına çekti.

Filistin'e gitme kararı nasıl alındı, hangi tartışmalar yürütüldü, Kurdistanlı devrimcilerin o dönem Filistin sorununa yaklaşımı nasıldı?

Filistin'e gitme kararının alınışı ve o süreçte yapılan tartışmalara kişi olarak ben tanık değilim. Bir sempatizandım o dönemde. Parti Önderliği'nin konuşmaları ve Parti yayınlarında dile getirildiğine göre, Elazığ'da yapılan tutuklamalarda Şahin Dönmez'in ihanet edip Önderliğin yerini polise söylemesi ile güvenliği tehlikeye giren Parti Önderliği, Türkiye'de askeri bir darbenin gelmekte olduğunu da görerek güvenlik açısından ve örgüte yeni bir nefes borusu açmak düşüncesiyle Lübnan-Filistin sahasına geçmeyi bir-iki merkez üyesiyle konuşuyor ve Temmuz 1979’da Suruç üzerinden Kobanê'ye geçiyor. Bir süre sonra oradan Lübnan'ın başkenti Beyrut'a ve ardından Suriye'nin başkenti Şam'a geçiyor. Oralarda çeşitli çevreler ve örgütlerle ilişkilenerek örgüt kadroları için eğitim olanakları yaratmaya çalışıyor. Filistinli örgütlerle ilişkiler de o dönemde kurulmaya başlanıyor.

O yıllarda gerilla mücadelesine bir ön hazırlık olarak geliştirilen Siverek direnişinde kadro kaybının artması ve mücadelenin köylü savaşı yöntemlerinden çıkıp gerilla savaşına doğru evrilememesi nedeniyle 1979'da Lübnan-Filistin sahasına bir grup kadroyu çeken Önderlik, Filistin örgütlerinin kamplarında eğitim gören bu kadroları gerilla mücadelesini geliştirmek üzere ülkeye gönderiyor. Aralarında Kemal Pir, Delil Doğan ve Mahsum Korkmaz'ın da olduğu bu kadroların bir kısmının erkenden yakalanması veya şehit düşmesi, 12 Eylül 1980 Askeri Faşist Darbesi'nin gerçekleştirilmesi üzerine, kadro ve aktif sempatizanların yurt dışına çekilmesi hız kazanıyor. Önderliğin darbeden önce uygulamaya koymak istediği bu çekilme Merkez Komitesi üyelerince yeterince anlaşılmadığı ve güncel mücadele ihtiyaçları ön plana alındığı için gecikmeli uygulanıyor; cunta öncesi ve sonrası operasyonlarda önemli bir kadro kaybı yaşanıyor.

Darbenin ardından tek tek veya gruplar halinde kadro ve aktif sempatizanlardan bir kısmı, Suriye ve Lübnan'a çekilerek orada siyasi ve askeri eğitimlerden geçirildiler ve gelecekteki mücadelenin öncüleri olarak hazırlandılar.

O dönemde Lübnan-Filistin sahası dünyanın birçok ülkesinden devrimcilerin çekim alanı durumundaydı. Sovyetler Birliği'nin desteğini alan Filistinli örgütlerin bazılarının kampları değişik uluslardan devrimcilerin gelerek hem gerilla savaşına hazırlandığı hem de Filistin halkının mücadelesine enternasyonalist destek sunduğu yerlerdi. Türkiye devrimci hareketinin öncülerinden Deniz Gezmiş ve arkadaşları da Filistin'de askeri eğitim görmüş ve Türkiye'de bir halk savaşıyla devrim yapma mücadelesine girişmişti. Bu açıdan Lübnan ve Filistin'deki kamplar, silahlı mücadele öngören örgütler için bir çekim merkezi ve eğitim alanıydı. Kürt Özgürlük Hareketi de bu dönemin çekim merkezi olan Filistin kamplarını geri çekilme sürecinde daha güçlü bir mücadeleye hazırlanma alanları olarak seçti.

Kurdistan Özgürlük Hareketi ve Önderliği o zaman da bugün de Filistin halkının kendi topraklarında özgürce yaşama hakkını savundu, savunmaktadır. Kürt sorunu ve Filistin sorunu çözülmedikçe Ortadoğu kanlı savaşların yatağı olmaktan kurtulamayacaktır. 

Filistin sorunu ve de mücadelesi dile getirildiğinde Türkiyeli devrimcilerin konuyu dile getirmeleri veya sahiplenmeleri daha görünürken Kürt devrimcilerin görünür olmayışının temel nedenleri nelerdir?

Darbenin ardından Türkiyeli devrimci örgütlerin önemli bir kısmı yönünü Avrupa'ya çevirirken Kürt Özgürlük Hareketi mücadeleyi sürdürmenin yolunun Ortadoğu'da kalıp silahlı mücadeleye hazırlanmaktan geçtiğine inandı ve Türkiyeli devrimci hareketleri de buraya çekmeye çalıştı. Bunda belli sonuçlar da aldı. Kürt Özgürlük Hareketi'nin bu alanda kendine yer bulamaması, ilişkiler kuramaması için kimi Türk ve Kürt örgütleri büyük çaba sarfetti. Tüm engellemelere rağmen Önderlik kimi örgütler ve çevrelerle ilişki kurmayı ve kadroların askeri-siyasi eğitimleri için alan açmayı başardı. Lübnan ve Filistin'deki kamplarda başlangıçta Filistinli eğitmenlerden askeri eğitim alan ve kendi siyasi eğitimlerini yapan Özgürlük Hareketi militanları giderek kendi askeri eğitimlerini de kendileri yapacak düzeye geldi. 1982'de İsrail'in Lübnan'ı işgal saldırısı dönemi de dahil, o zamana kadar Özgürlük Hareketi militanları Filistinlilerle aynı kamplarda kalıyor, Güney Lübnan'daki kamplarda İsrail saldırılarına karşı birlikte direniyordu. Yani Filistinli savaşçılarla yakın ilişkiler içinde bulunuyorlardı. Abdulkadir Çubukçu isimli bir arkadaş, Mayıs 1981’de İsrail saldırısında şehit düştü. 1982'deki İsrail işgal harekatına karşı mücadelede ise 10 arkadaş direnerek şehit düştü, bazıları da esir alındı. Bu şehadetler ve Özgürlük Hareketi militanlarının direnişçilikleri Filistinlileri derinden etkiledi. Filistin Demokratik Halk Cephesi'ne ait ve Filistinlilerin yanı sıra Kürt Özgürlük Hareketi savaşçılarının da eğitim gördüğü Hılve Kampı bu direnişlerden dolayı 1982'de Kürt Özgürlük Hareketi'ne bırakıldı ve 1986'da Mahsum Korkmaz Akademisi adını aldı. Yani, Filistin direnişine Kürtlerin önemli katkıları olduğu gibi, Kürt Özgürlük Hareketi'ne çok kritik ve zorlu bir dönemde kamplarını açan, onlara askeri eğitim ve destek veren Filistinlilerin de Kürtlerin mücadelesine büyük katkıları olmuştur. Birlikte savaşmış, birlikte can vermiş ve kanları birbirine karışmıştır. Bu gerçekler eğer görünür kılınmıyorsa yeterince dile getirilmedikleri içindir. Tarihi gerçekler sürekli işlendikleri ve yeni nesillere aktarıldıkları zaman görünürlük kazanır. Kürt Özgürlük Hareketi'ne dair gerçekler, sürekli çarpıtılmaya ve unutturulmaya çalışıldığı bir dünyada bu gerçekleri görünür kılmak en çok da Kürtlerin kendi çabalarıyla olmak zorundadır.

Sizinle birlikte kaç arkadaşınız Filistin'e gitti, gittiğinizde Filistin'den kim veya hangi örgütlerle temasa geçtiniz, o dönemi ve dönem tartışmalarını aktarmanız mümkün mü?

Benim de içinde yer aldığım 18 kişilik bir grup olarak 1980’nin sonunda önce Kobanê'ye, oradan da Şam'a geçtik. Daha sonra Lübnan'daki bir Filistin kampında bulundum. Bulunduğum kampta Filistinliler de vardı ama coğrafik olarak Filistin'de bulunmadım. Lübnan ve Filistin'deki kamplarda cuntadan sonraki ilk yıllarda eğitim görenlerin sayısı tahminen 200 civarında olabilir ama daha sonra Lübnan'daki Hılve Kampı'nda (Mahsum Korkmaz Akademisi) binlerce kişi eğitim gördü.

Parti Önderliği değişik Filistinli örgütlerle ilişkiler kurmuştu. Biz Şam'a gittiğimizde Naif Havatmeh liderliğindeki Filistin Demokratik Halk Cephesi bürosuna gittik. Önderliğe sınırdan çıkışında eşlik etmiş olan ve daha sonra şehit düşen Ethem Akcan arkadaş gelip beni bir örgüt evine götürdü. Diğer arkadaşlar da farklı yerlere götürüldü. O yıllarda Filistin Demokratik Halk Cephesi'nin yanı sıra George Habbaş liderliğindeki Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, Yaser Arafat liderliğindeki El Fetih ile Cephe Nidal gibi Filistinli örgütlerle ilişkiler kurulmuştu. Değişik örgütlerin kamplarında eğitimler görülüyordu.

Özgürlük Hareketi'nin o dönem tartışmalarının odağında geçmiş mücadele döneminin gözden geçirilmesi, kazanımların yanı sıra eksiklik ve yetmezliklerin tespit edilmesi, gelecekteki mücadele perspektiflerinin ortaya konulması, kadroların eksiklik ve yetmezliklerinin bilincine vararak kendilerini askeri ve siyasi açıdan mücadeleye öncülük edebilecek düzeye getirmesi vardı. 12 Eylül faşizminin ağır saldırılarına, başta Diyarbakır zindanı olmak üzere zindanlardaki vahşete öfke büyüktü ve özgürlük mücadelesini yeniden nasıl yürütmek gerektiği üzerinde yoğunlaşmalar oluyordu. Partinin ideolojik-politik hattının geliştirilmesi, strateji ve taktiklerinin belirlenip kadrolara kavratılması en önemli çalışmalar arasındaydı. Aynı zamanda Kurdistan Özgürlük Hareketi'nin taktik ve stratejik ilişkilerinin geliştirilmesi için çalışmalar yürütülüyordu.

Filistin'in o dönem öncüleri sosyalistler iken, ne oldu da bugün Filistin sorunu bir dinsel soruna dönüştü? 

Filistin'deki mücadelenin öncülüğünü yapan Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) birçok Filistinli örgütü bir araya getiren bir çatı örgütüydü. Bu çatının altında ortak amaçları Filistin'in İsrail işgalinden kurtarılması ve Filistin devletinin kurulması olan ama ideolojik, stratejik ve taktik farklılıklar içeren değişik örgütler yer alıyordu. Kendi aralarında zaman zaman keskinleşen çekişmeleri olan bu örgütler, Filistin davası için FKÖ ilkeleri temelinde ortak bir çatı altında mücadele veriyordu. FKÖ içindeki en büyük ve etkin örgüt Yaser Arafat liderliğindeki El Fetih örgütüydü ve sosyalist bir çizgiye sahip değildi. Sistem sınırları içinde Filistin sorununa çözüm arıyordu. Başta George Habbaş liderliğindeki Filistin Halk Kurtuluş Cephesi olmak üzere, Sovyetler Birliği ile yakın ilişkileri bulunan sosyalist bazı hareketler de vardı. FKÖ, farklı ideolojilere sahip örgütlerden oluşuyordu ve hakim eğilim sosyalizm değildi. Sovyetler Birliği'nin Filistin davasına ve örgütlerine maddi-siyasi destek vermesi; silah, cephane, lojistik açısından beslemesi, eğitim olanakları sunması, uluslararası arenada Filistin davasını savunması sosyalistlere sempatiyi geliştirse de etkin çizgi sosyalizm değildi. Arap devletlerinin desteğine muhtaç olan ve iç işlerinde bu devletlerin müdahalesine daima maruz kalan Filistin Hareketi, çizgisini bu devletleri ve Avrupa devletlerini de hesaba katarak oluşturuyordu. SSCB'nin desteği ve sosyalist çizgideki bazı Filistinli örgütlerin varlığı Filistin kamplarının devrimciler ve sistem karşıtı kesimlere açılmasını da sağlıyordu. Suriye'nin o dönemdeki liderliğinin Sovyetler Birliği ile iyi ilişkileri de bu açıdan bir avantaj oluşturuyordu.

İsrail'in Haziran 1982 başında Filistinlilere ve Lübnan'a karşı başlattığı saldırı, FKÖ için büyük bir darbe oldu. Lübnan'ın da işgal edilmesi Filistinli örgütlerin kamplarını kaybetmesine, Filistin ve Lübnan'dan sürülmesine yol açtı. Bundan sonra FKÖ içinde büyük yıkımlar ve tartışmalar yaşandı. Filistin direnişinin kendini toparlaması zaman aldı. 1990'ların başında Sovyetler Birliği'nin ve Doğu Avrupa'daki rejimlerin çökmesi de Filistin Hareketi'nin karakterinin değişmesinde önemli rol oynadı. Ortadoğu'da zaten zemini güçlü olan dinsel ideoloji kendine daha fazla örgütlenme olanağı buldu. Dinsel ideolojilerin en çok da kaderciliğin, umutsuzluğun yaygın olduğu büyük yıkımlar ve kayıplar ardından halk kitlelerinde taban bulduğu bir gerçektir. Sosyalizmin, reel sosyalist ülkeler ve hareketler nezdinde yaşadığı yenilgi dinsel eğilimler için daha elverişli bir zemin doğurmuştur. Emperyalizm ve bölge gerici devletlerinin de işine gelen bu durum, bilinçli bir şekilde beslenerek Ortadoğu'da radikal dinci eğilimler örgütlenmiştir. Filistin Hareketi içinde de bu durum yaşanmıştır. Bu tabii ki bir anlamda bu hareketi sistem içinde tutarak kontrol etme ve tasfiye etme amacını da içermektedir. HAMAS’ın, Filistin yönetimini zayıflatıp bir Filistin devletinin kurulmasını önlemek için İsrail Başbakanı Netanyahu tarafından başından beri desteklendiği iddiaları vardır ve bu düşündürücüdür.

Bugün Kurdistan'da da işgalci Türk devletinin eliyle Hizbulkontra artıklarından bir yapı yerleştirilmeye çalışılıyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türk devleti, halk kitlelerini kontrol altında tutmak ve sistemini korumak için dini her zaman bir araç olarak kullanmıştır. Özellikle 12 Eylül 1980 darbesinden sonra bu eğilim daha da güç kazanmıştır. Kurdistan'da ise sömürgeciliğin en güçlü dayanağı denilebilir ki halkın dini duygularının daima suistimal edilmesi olmuştur. Kurdistan Özgürlük Hareketi'ne desteği engellemek için din daima en güçlü araçlardan biri olarak kullanılmıştır. Dinciliği körükleyerek halkı kendi kontrolüne almaya çalışmanın ötesinde Türk devleti, örneğin Hüda-Par gibi yapılanmaları bizzat örgütleyip destekleyerek Kurdistan Özgürlük Hareketi'ni destekleyenlere karşı kanlı cinayetler işlemiştir. Bir dönem Kurdistan'da terör estiren Hizbullah'ın (Hizbulkontra) bizzat devlet eliyle örgütlendiği, desteklendiği görülmüştür. Bugün de Hüda-Par adıyla örgütlendirilip Türkiye Parlamentosu'na sokulacak kadar desteklenen yapıya, Kurdistan Özgürlük Mücadelesi'nin tasfiyesinde önemli rol yüklenmektedir. Bunun dışında da Kurdistan'da örgütlendirilip desteklenen birçok tarikat bu amaca hizmet etmektedir.

Kürt devrimcilerin Filistin davasına yaklaşımını aslında sizlerin orada bulunuşuyla anlamak mümkünken bugün Kürtlerin mücadelesine Filistinlilerin pek de yanaşmadığını görüyoruz. Sizce bunun temel nedeni nedir?

Lübnan ve Filistin'de bulundukları süreçte Kurdistanlı devrimcilerin siyasi duruşları, bilinçleri, disiplinleri, cesaretleri Filistinli savaşçıları ve halktan insanları çok etkiliyor; büyük bir saygı ve sevgi yaratıyordu. Bunu hatırlatmak ve iki halkın gönül bağını kurmak öncülerin görevidir. Filistin mücadelesinde öncülerin niteliği değişmiş; ilişkili oldukları Türk devleti gibi devlet yönetimlerinin siyasi tercihleri onların da tutumlarını etkiler olmuştur. Bu da halk kitlelerine yansımaktadır.

Bir Kürt devrimci olarak, ezilenlerin şiddetinin sınırı hakkında ne söylemek istersiniz?

Tarihte daima şiddeti başlatan ve en çok uygulayanlar egemenler olmuştur. Şiddeti; insanları, toprakları, zenginlikleri kontrol altına alma, kendi hizmetlerine sokma, sömürme amacıyla kullanmışlar ve kullanıyorlar. Şiddet, karşı şiddeti doğurur. Egemenlerin şiddetine karşı ezilenler de kendilerini savunmanın, kendilerine ait olanı korumanın veya maruz kaldıkları şiddetin rövanşını almanın yolu olarak şiddete başvurmuştur. Bu iki şiddeti aynı görmek mümkün değildir. Egemenlerin şiddeti ne kadar gayrimeşru ise ezilenlerin şiddeti de o kadar meşrudur. Ancak buradan ezilenlerin şiddetinin her türlü yol ve yöntemi meşru kıldığı; sınırlarının ve bir ahlakının olmadığı sonucu çıkmamalıdır. Aksine, egemenler şiddette ne kadar sınır tanımaz ve fütursuzlarsa, ezilenler yöntemlerinde ve hedeflerinde o kadar özenli olmak zorundadır. Zira ezilenler, ezenleriyle aynı yol ve yöntemlere başvurduklarında onlarla benzeşmiş olur ve meşruiyetlerine gölge düşürür. Egemenlerin eğitimlerinden geçen, onlar tarafından kişilikleri şekillendirilen ezilenlerin bu handikapı çokça yaşadıkları bir gerçektir. Biriken öfke ve nefretlerinin onları kontrolsüz bir şiddete sürüklediği ve vahim sonuçların ortaya çıktığı örnekler, tarihte ve günümüzde bolca görülmektedir.

Belli bir ideolojisi, stratejisi ve taktiği olan örgütlenmeler için kullandıkları şiddet araç ve yöntemlerinin, ideoloji, strateji ve taktikleri ile uyumlu olduğunu belirtmek gerekir. Zaten örgütlerin niteliğini belirleyen, onları başka örgütlerden ayırt eden de budur. Bu özelliklerinden yola çıkılarak bir örgüte olumlu veya olumsuz sıfatlar bahşedilir. Her örgüt, kadro ve savaşçılarını kendi ideolojisi temelinde eğitip şekillendirir ve eylemlerinin ruhunu da bu eğitimler belirler. Bu nedenle ezilenlerin şiddeti, o şiddete yön veren ideolojinin karakterini de taşır.

Şiddete en çok devletler başvurdukları ve devlet terörizmi en yaygın terörizm olduğu halde sistem bu şiddeti meşru görme ve gösterme eğilimindedir. Bu bakış açısı birçok ezilenin beynine de empoze edilmiştir. Buna karşılık, özellikle devletlerin şiddetine karşı şiddetle cevap verildiğinde terörizmle, istikrarı bozmakla suçlanmak kaçınılmaz ve genelde kabul gören bir tutumdur. Türkiye-Kurdistan gerçekliğinde bu durum tüm çıplaklığıyla gözler önündedir. Devletlerin kitlesel kıyıma varan, taş taş üstünde bırakmayan, her türlü yasaklı-yasaksız silahın bolca kullanıldığı saldırıları meşru görülüp adeta alkışlanırken ezilenlerin eylem ve saldırıları toplu bir koro eşliğinde mahkum edilip kınanır, terörizmle suçlanır. Bu nedenledir ki, ezilenler mücadelelerini geliştirirken egemenlerine benzememek, hedeflerini çok daha özenle ve incelikle seçmek; kör bir öfke ve intikam hırsıyla değil, akılcı bir yaklaşımla ve uzun vadeli hedeflerine zarar vermeyecek şekilde davranmak zorundadır. Hedeflerini ve yöntemlerini savunabilmelidirler.