Keskin Bayındır: Abdullah Öcalan’ın esaretiyle Kürt düşmanlığı güncellendi

Keskin Bayındır, AKP-MHP'nin inkâr ve imha politikalarının Kürt halkı üzerinde yeniden şekillendiğini belirterek, “Sayın Abdullah Öcalan’ın esaretiyle güncellenen Kürt düşmanlığı, ‘Çöktürme Planı’ ve sürecinin inkârıyla pekişmiştir” dedi.

İMRALI TECRİDİ

AKP iktidarı, Kürt sorununa yönelik politikalarını son yıllarda önemli değişikliklerle sürdürüyor. 2000’lerin ortalarında başlatılan açılım politikaları, çözüm sürecinin sona ermesiyle topyekûn savaş politikalarına dönüştü. Bu savaş konsepti, Kürdistan’da çatışmaların yeniden artmasına ve askeri operasyonların yoğunlaşmasına neden olurken, Kürt kentlerini de hedef almaya başladı. Kürdistan’ın, Türkiye dışında kalan diğer parçaları da bu politikaların hedefi oldu. İçeride ise Kürt siyasi partilerine ve kültürel kurumlarına yönelik operasyonlar ve belediyelere kayyım atanması gibi uygulamalarla siyasi alan daraltıldı ve bu baskılarla Kürt kimliğinin kamusal alandaki etkisinin yok edilmesi amaçlandı.

Son aşamada, Kürt diline yönelik baskılar arttı; dilin kullanım alanları tehdit altına alındı ve halay gibi kültürel pratiklerin cezalandırılması gibi uygulamalar devreye konuldu. Son 20 yılda AKP iktidarının, MHP ortaklığıyla Kürt halkına yönelik aşama aşama uyguladığı imha siyasetini DBP Genel Başkanı ve DEM Parti Batman Milletvekili Keskin Bayındır ile konuştuk.

Çözüm sürecinin sona ermesinden sonra Türkiye’nin Kürt politikasında ne gibi değişiklikler yaşandı ve bu değişikliklerin sebepleri nelerdi?

Çözüm süreci sonrası Kürt politikalarını değerlendirmek için Cumhuriyet’in ilk yüzyılındaki Kürt politikalarına mercek tutmamız lazım. Cumhuriyet rejimiyle birlikte, hatta öncesine uzanan dönemden günümüze, bu coğrafyada Kürt gerçekliği siyasi tüm konjonktürlerin merkezinde yer aldı. Bu gerçekliğin ayaklarından biri Kürt halkının inkârı olurken, diğeri ise bu inkâr karşısında bir halkın var oluş mücadelesidir. Kürt inkarını kısaca açacak olursak, karşımıza topyekûn bir savaş konsepti ve derinlikli bir strateji çıkıyor. Bu dönemde Kürdistan, devletlerarası bir sömürge alanına dönüştürüldü. Emperyalizmin “böl-parçala-yönet” stratejisinin merkezine Kürt halkı konuldu. Osmanlı’nın son dönemlerinde gerçekleşen Kürt serhildanlarını ihanetin de dahil olduğu kirli plan ve yöntemlerle bir bir bastıran ulus-devletler, önce Osmanlı’yı “Cumhuriyet” rejimi ile kendi planlarına göre dizayn ettiler, ardından coğrafyanın kadim halkı olan Kürt halkına yöneldiler. İngiltere ve Fransa’nın emperyalist sistemini Ortadoğu’ya taşıyan Sykes-Picot Anlaşması ile önce Kürdistan, Türkiye, Irak ve İran arasında bölüştürüldü. Sürecin devamında da Lozan Anlaşması’yla “parçala-böl-yönet” stratejisini Kürt halkı üzerinde daha da pekiştirdiler. 1923 Lozan Antlaşması’yla Kürt halkı için sonu gelmeyen bir baskı ve soykırım süreci başladı. Özellikle Cumhuriyet rejiminin ilk dönemlerinde, Kürt halkına yaklaşım, Kürt gerçekliğiyle birlikte devlet gerçekliğini de açığa çıkardı. Kürt halkına uygulanan devlet politikası, tarihsel süreç içerisinde sitematik bir şekilde güncellendi. 1982 Evren Anayasası ile bu güncellemelerden biri yaşandı. 12 Eylül Darbe mekaniği ile Kürt Özgürlük Hareketi öncülüğünde Kürt halkının dirilişi hedef alındı.  Cumhuriyet’in ilk yüzyılında Kürt politikalarındaki en büyük ve sonuç almaya dönük güncelleme ise Uluslararası Komplo ile gerçekleşti.

Sayın Öcalan, çözüm kararlılığı ve direniş iradesiyle komplonun siyasi, askeri ve hukuki ayaklarını boşa çıkarınca, komployu sürdürmek için tecrit sistemi devreye girdi. Tabii, tecrit sistemiyle birlikte Türk devletinin de Kürt halkına yönelik politikaları yeniden şekillendi. İlk yıllarında “Demokratik açılımlar” adı altında bir takım sahte girişimlerde bulunan AKP iktidarı, daha sonra cemaat, derin devlet ve ırkçı kesimlerle geliştirdiği ittifaklar doğrultusunda bir kez daha Kürt halkını inkâr yolunu seçti. Böylelikle, Kürt halkı için zaten süregelen inkâr ve imha politikaları yeniden güncellenerek AKP ve ittifak kurduğu kesimlerle devam etti. Sayın Öcalan’ın esaretiyle güncellen Kürt düşmanlığı, son olarak “Çöktürme Planı ve Çözüm Süreci’nin inkârı” ile bir kez daha güncellendi. Çözüm Süreci’nin inkarıyla başlayan süreç, Kürt halkına yönelik topyekûn savaş süreciydi. 2014 MGK toplantısında alınan ve daha sonra deşifre olan “Çöktürme Planı” kapsamında Kürt halkının statüsünü hiçbir şekilde tanımama, buna itiraz eden Kürt’ü yok etme ve iradesi teslim alınmış Kürt kişiliği yaratma konsepti devreye sokuldu. Bu süreç, aynı zamanda Kürt siyasi hareketini tasfiye etme ve savaşı daha da derinleştirme sürecidir. Yani şunu diyebiliriz; çözüm sürecinin sonlanması sonrası başlayan süreçte, “Çöktürme Planı” kapsamında darbe mekanizması, devlet-iktidar bloku tarafından yeniden devreye sokuldu. Tabii bu süreçle beraber Erdoğan-Bahçeli iktidarı “böl-parçala-yönet” stratejisinde başarısız olduğu için yeni konseptler devreye koydu. Rojava devrimi sürecinde Kürtleri parçalamak istedi ama bunu beceremedi. Güney Kürdistan üzerinden KDP’nin ihanet çizgisiyle yeni bir bölme girişimi içine girdi, ancak bunu sadece kendi çıkarlarını ön planda tutan bölgesel bir aile ile sınırlı tutabildi. Kürt halkının siyasi ve toplumsal iradesini yönetmeyi amaçladı, ancak bunu da beceremedi. Tüm bu girişimlerden başarısızlıkla çıkınca da, devletin karanlık ve derin odaklarıyla “Çöktürme Planını” ısrarla günümüze kadar sürdürdü. Bu konseptle birlikte Kürt halkının dili, kültürü, tarihsel belleği, doğası, kimliği yani bir bütünen Kürt halkının varlığı her yönüyle hedef haline getirildi. Bir yandan askeri operasyonlar ile Kurdistan’daki işgal alanları genişletilmek istenirken, diğer yandan siyasi operasyonlar ve özel savaş politikalarıyla Kürt halkının iradesi ve kazanımları hedef alındı. Kayyım politikaları da bu sürecin önemli bir parçası oldu.

Topyekûn savaş konsepti çerçevesinde Kürt illerine yönelik güvenlik uygulamaları adı altında uygulanan politikalar Kürdistan’ın diğer parçalarına nasıl yansıdı?  Bu politikaların Kürt toplumu üzerindeki sosyo-politik etkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

İlk sorunuza yanıt olarak dile getirdiğimiz sürecin tek bir amacı vardı: Kürt düşmanlığı üzerinden kendini var etme çabasıydı. Erdoğan-Bahçeli iktidarı, bugün çöküşün eşiğine gelmiş durumda. Bu çöküşün önüne geçebilmek için denenmedik yol bırakmadı, ancak hiçbiri işe yaramadı. Her defasında Kürt halkının direniş iradesi karşısında, Ankara’ya eli boş döndü. İttifaklar değiştirdi, ortaklıklar kurdu, yeni konseptler hayata geçirdi. Ancak tek bir şeyde değişikliğe gitmeden ısrarını sürdürdü: Kürt düşmanlığındaki tutumunu hep baki tuttu. Kürt düşmanlığını ajandasında sürekli tuttu. Siyasi ömrünü uzatmak için Kürt düşmanlığı üzerinden savaş politikalarına daha çok sarıldı. Bir yandan tecrit sistemini derinleştirdi, diğer yandan savaşı Kürdistan’ın tüm bölgelerine taşıdı. Suriye iç savaşı ile başlayan süreçle birlikte bu gerçekliğe açık bir şekilde tanıklık ettik. Rojava’da Kürt kazanımlarını boğmak, Kürtlerin özgürlük mücadelesini tasfiye etmek amacıyla ulus-devletler ve çeteler eliyle tüm yollara başvurdu. Efrîn ve Serêkanîyê gibi merkezleri işgal ederken, çeteler eliyle Kürdistan’ın demografik yapısını değiştirme arayışlarına da girdi. Tabii bu süreçte, savaş ve insanlık suçlarını işlemekten de geri durmadı.  Aynı konsept bugün Güney Kürdistan’da devam ediyor. Doğu-Batı bloğunun desteğine rağmen, dış politikada her defasında hezeyana uğrayan AKP-MHP iktidarı, bugün ABD-NATO ve Rusya üçgeninde Kürt düşmanlığı üzerinden hesaplar yapıyor. Güney'de devam eden savaş hali ve oradaki işgal sahasını genişletme girişimleri de bunun bir parçası. Kürt sorununun çözümsüzlüğü üzerine kurulan bu denklem ve savaş siyasetinin sosyo-politik etkileri de, derin oluyor. Sözde “güvenlik eksenli” savaş politikalarında ısrar, artık sadece Kürdistan’ın değil, Türkiye ve Ortadoğu’nun da sosyo-politik yapısını tahribata uğratıyor. Hatta mevcut durum, tahribatın da ötesine geçerek bir yıkım, kıyım hali almış durumda. Bugün, savaş politikalarının Ortadoğu ve dünyaya yansımalarını hep beraber görüyoruz. Mülteci sorunu en büyük sorunlardan biri olarak dünyanın gündeminde. Yıkım, yoksulluk ve insanlık trajedileri de göz önünde. Tabii benzer durum, Kürt toplumu için de geçerli. Özellikle de Suriye iç savaşı süreciyle birlikte, Kürt toplumunun sosyo-politik yapısı savaş politikalarından önemli ölçüde etkilendi. Aslında bu durum sadece Kürtler için geçerli değil; aynı sonuçları Kürtler dışındaki diğer tüm halklar da yaşadı ve hala yaşıyor. Ulus-Devlet merkezli savaş siyaseti, bu anlamda halkalara sadece yıkım getirdi. Bu yıkım sadece mekansal yıkımla sınırlı değil, zihinsel dünya ve geleceğin yıkımı da söz konusu. Gelişen ekonomik yıkım ve derinleşen yoksulluk, büyük bir sorun olarak görülse de sosyolojik yıkımın etkileri daha kalıcı olup, geleceğin her alanına sirayet edebiliyor. Bugün sosyo-politik alanda böyle bir durumla karşı karşıyayız. Efrîn’de yaşananlar bu anlamda önemli bir örnektir. Orda işgal altında önce katliamlar gerçekleşti. Katliamdan kurtulanlar göç yollarına düştü, yoksulluğa, açlığa, ölüme terkedildiler. Geride kalanlar ise her türlü saldırılara maruz bırakıldı; bölgenin doğası kıyımdan geçirildi ve tüm bunlar yetmiyormuş gibi çeteler eliyle bölgenin demografik yapısının değişimi için politikalar devreye sokuldu. Efrin’de ortaya çıkan tabloyu, savaş politikalarının Kürd toplomundaki sosyo-politik etkilerinin özeti olarak ele alabiliriz. Bu durum, her ne kadar bire bir aynı ölçüde olmasa da benzer yol ve yöntemlerle bugün Kürdistan’ın diğer bölgelerinde uygulanıyor. Güney Kürdistan’da savaşın ve paralelinde demografik yapının değişimi amaçlanırken, Bakur’da da özel savaş politikaları ile toplumun sosyo-politik yapısı hedef alınıyor. Savaş politikaları adı altında Kürt halkına açlık, yoksulluk, göç ve en önemlisi de iradesinden yoksun bırakılma dayatılıyor.

Türkiye’nin Rojava ve Başur’da Kürt kazanımlarına yönelik saldırı ve tehditleri, Kürt sorunu üzerinden iç politikada hangi sonuçları doğurdu ve uluslararası boyutu ile Türkiye’nin Kürt politikasını nasıl şekillendirdi?

2011 yılından bu yana devam eden Suriye iç savaşı, Ortadoğu halklarına sadece kıyım, yoksulluk ve trajedi getirdi. Diyebiliriz ki, Suriye ve Rojava toprakları o tarihten bu yana Ulus-devletlerin vekâlet savaşları için belirledikleri alan oldu. Tabi bu savaşın taşeronu olarak Erdoğan’ı belirlediler. Doğu ile batı arasında Suriye'de sürdürülen bu vekâlet savaşlarının merkezinde yer alan güç ise Rojava topraklarıyla Kürt Halkı oldu. Bu savaşta, Kürtler üzerinde kurulacak hâkimiyet ve Rojava’yı ele geçirmek sonuç için belirleyici olacaktı.  Bu nedenle, savaşın merkezine Rojava ve Kürtler konuldu. Ancak her iki tarafın yaptığı tüm hesaplar Rojava devrimi ile boşa çıkarıldı. Dolayısıyla, Erdoğan rejimi Suriye politikalarında adeta bir çöküşü yaşadı. Erdoğan, paramiliter çeteleri kendisine pranga ettiği gibi savaştan dolayı ekonomik krizi daha da derinleştirdi. Şimdi Rojava üzerinden kartları yeniden dağıtıyor.

Diğer yandan Başûr’da da uzun bir süredir devam eden savaş hali, Nisan 2022 tarihiyle yeni bir aşamaya taşındı. Türk devleti, o tarihten bu yana saldırılarını yoğunlaştırdı ve bu saldırılarda her yönteme başvurdu. Özellikle de kimyasal silahlarla savaş suçları işledi. Tabii bu saldırıların iki amacı var; birincisi, Erdoğan-Bahçeli iktidarı iç politikada yaşadığı çöküşün önüne geçmeyi amaçlıyor. Bunun için Kürt halkına daha fazla yönelimi, savaşı bir çözüm olarak görüyor. Yani Kürt’e vurdukça daha çok ayakta kalacağını planlıyor. Bu nedenle de Başûr’daki savaşını yeni bir boyuta taşıdı. İkinci amaç ise; Türk devleti, tıpkı Efrin’de olduğu gibi Başûr’da da bir demografik yapı değiştirme arayışında. Bu nedenle, Başûr’da bir insansızlaştırma politikası söz konusu. Bu amaçla, sivil halkı hedef alıyor, köyleri boşaltıyor. Halka göçü dayatıyor. Boşalttığı yerlere de DAİŞ ve türevi olan çeteleri yerleştirmeyi planlıyor. Nitekim, son zamanlarda yüzlerce çete Başûr topraklarına kaydırıldı. Tabi tüm bunlar yaşanırken, KDP yönetimi de bu sürecin bir parçası oldu. 1990’lardan bu yana Başûr’da Türk devleti ile kurulan ilişkiler nedeniyle zaten onlarca köy boşaltılmıştı. KDP’nin şu ana kadar sergilediği tutum hep bu amaca hizmet etti. Bugün Başûr’da bir işgal ve ilhak hali varsa, bunda KDP’nin rolü büyüktür. Tabii bu sürecin asıl dinamiklerini de unutmamak gerekir.  Şunu iyi biliyoruz: Ne ABD ne Rusya statüsünü elde etmiş güçlü bir Kürt dinamiği istemiyor. Diğer yandan, Kürtlerden vazgeçmeyi de göze alamıyorlar, çünkü Ortadoğu denkleminde Kürtlerin belirleyici olduğunu biliyorlar. Rojava modelinin, yani Demokratik Ulus çizgisinde inşa edilen modelin kendileri için bir tehdit olduğunun farkındalar. Bu nedenle, temel amaçları statüsüz, iradesi kırılmış ve kendi planları çerçevesinde şekillendirecekleri bir Rojava ve Başûr sistemi istiyorlar.  Ancak, öyle görünüyor ki onlar için evdeki hesap bir kez daha çarşıya uymayacak. Çünkü Rojava devrim süreci, Kürt halkına büyük bir deneyim kazandırdı ve bu deneyimle Kürt halkı kendi kazanımlarını artık daha doğru temelde tahlil edip, savunacak. Kürt halkının direniş ruhu, onların hesaplarını boşa çıkaracak. Tüm pratik ve yaklaşımlar şunu gösteriyor: Kürt sorunu oldukça geniş kapsamlı ve bir o kadar da derinlikli bir sorundur. Tam da bu noktada, bir koalisyon ön plana çıkıyor. ABD, Avrupa, NATO, Rusya ve Türkiye’nin de içinde yer aldığı Kürt karşıtı koalisyon! Bu koalisyon, Kürt sorununun çözülmesini hiçbir şekilde istemiyor. Ortadoğu’daki Kürt faktörünü etkisiz hale getirmek isteyen hegomon güçler, Erdoğan-Bahçeli iktidarını Kürde karşı bir sopa olarak kullanıyor. Buna karşılık olarak da, Erdoğan-Bahçeli iktidarı, içeride Kürt halkına yönelik her türlü inkar ve imha politikalarına başvuruyor. Yani anlayacağınız, çözümsüz bırakılan Kürt sorunu, bir yandan Erdoğan-Bahçeli iktidarı için iktidarda kalma aracı olarak kullanılırken, diğer yandan ulus devletlerin Ortadoğu politikalarının önünü açıyor. Bu nedenle, “Kürt sorunu mutlak şekilde demokratik yollarla çözülmelidir” diyoruz. Kürt sorununun çözümü, ulus-devletlerin Ortadoğu hegamonyasını yıkıma uğratacağı gibi, içeride de Erdoğan-Bahçeli saltanatına hem son verecek hem de demokratik-özgür bir yaşamın önünü açacak. Bu sorunun çözümünde, tüm dinamikleri görmek ve üzerlerine düşeni yapmalarını istiyoruz. Bu nedenle bizler, Kürt sorununun çözümüne tarihsel bir ivme kazandıracak olan iki faktöre dikkat çektik: Birincisi, Türkiye ve Kürdistan halklarının özgürlük mücadelesinde ortak zeminde büyütme kararlılığı, ikicisi ise, Kürt Demokratik Birliği’nin gerçekleşmesi. Amacımız savaşa, işgal ve sömürüye hizmet etmek değil, Kürt halkının statüsüne ve halkların özgürlüklerine hizmet olmalıdır, diyoruz.  Her iki faktörün ortaya koyacağı irade ve kararlılık, Sayın Öcalan’ın özgürlüğüne ve Kürt sorununun demokratik yollarla çözümüne de kapı aralayacaktır.

Demokratik Kürt Siyaseti’ne yönelik baskılar, operasyonlar, Kürt siyasetinin hareket alanını nasıl etkiledi ve bu baskıların siyasi sonuçlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Öncelikle şunu vurgulamakta fayda var; demokratik siyasete yönelik tüm saldırı ve baskıların temel amacı Kürt siyasi hareketini tasfiye etmek. Çünkü bugün, Türkiye siyasetinde demokratik siyaset mücadelesi veren tek güç, Kürt siyasi hareketi ve onunla hareket eden devrimci hareketler ve demokrasi güçleridir. Türkiye siyasi tarihinin dünü ve bugünü bu gerçekliği gözler önüne seriyor. Geçmişten günümüze, Kürt siyasi hareketi sistematik bir şekilde hedef alındı. Özellikle 90’lı yıllardan bu yana, Kürtlerin demokratik siyaset mücadelesi bir devlet politikası olarak siyasi operasyonlarla ya felç edilmek istendi ya da parti kapatmalarıyla bir bütünen tasfiye edilmek istendi. Kürt siyasi hareketini hedef alan tüm bu yönelimler, birer darbe olarak siyasi tarihe kara bir leke olarak düştü. Özellikle de Kürt halkının iradesini temsil eden siyasi partilerin kapatılması. Ancak, tüm siyasi darbelere ve tasfiye etme girişimlerine rağmen Kürt siyasi hareketi, her seferinde güçlenerek yoluna devam etti. Nitekim gelinen aşamada, Türkiye siyasetinde kilit noktaya ulaşması, seçimlerin kaderini belirleyen bir pozisyonda yer alması ve yerel yönetimler alanında da elde ettiği kazanımlar, Kürt halkının demokratik siyaset anlayışının gücü ve öneminin sonucudur. Tabii Kürt siyaseti olarak bizler bunu, Sayın Öcalan’ın “kadın özgürlükçü, ekolojik ve demokratik toplum” paradigmasına dayanan demokratik siyaset anlayışına borçluyuz. Bu program, demokratik siyasete yön veriyor. Bu nedenle, Kürt siyasi hareketi, sistemsel bir baskı ve tasfiye kıskacında tutuluyor. Bu, demokratik siyasetimizin etkisini de açığa çıkarıyor. İktidarın darbe siyaseti ve muhalefet partilerinin devletin sınırları içinde kalan siyaset anlayışı, Türkiye siyasetinde büyük bir boşluk yarattığı gibi, bu boşluk beraberinde bir tıkanma da getiriyor.  Sorunlar karşısında çözüm üretememe ve de Kürt sorunun çözümü için siyasi irade boşluğu, yıllar yılı Türkiye siyasetinde gündemdedir.

Ancak, Sayın Öcalan’ın “Üçüncü Yol” çizgisi üzerine gelişen demokratik siyaset anlayışımız, yaşanan siyasi krizlere karşı çözüm modeli oluyor. Tabii bu etki, demokratik siyaset mücadelemize yönelimleri de farklı boyutlara taşıdı. Yakın tarihte gerçekleşen KCK operasyonları, 4 Kasım siyasi darbesi ve Kobanê kumpas davaları, hakeza kayyım politikalarıyla belediyelerimizin gasp edilmesi, demokratik siyasetimizi doğrudan hedef alındı. Parti ve belediye eş başkanları, milletvekillerinin de aralarında olduğu binlerce arkadaşımız siyasi darbeler sonucu yargılandı ve cezaevlerine konuldu. Kürt siyasetine bu denli yönelim, bugün yaşanan krizlerin çözümünü ağır hale getirdi; demokratik çözüm arayışlarına da pranga vurdu. Bu durumun yarattığı sonuçlar ise, yaşanan krizlerin çözümünün ertelenmesi veya çözümsüzlük girdabında bırakılması oluyor. Özellikle baskıların yol açtığı sorunların başında, Kürt sorunun çözümsüzlüğü geliyor. Kürt sorununda çözümsüzlük de, savaş politikalarının derinleşmesi, demokratik değerlerin aşınması, düşünce ve ifade özgürlüğünün hapsedilmesi ve toplumsal sorunların büyümesi anlamına geliyor.  

Kürt kimliğine yönelik dil ve kültür üzerindeki baskılara karşı, Kürt siyaseti pratikte nasıl bir politika geliştirmeli ve bu politikaların toplumsal dayanışma, direniş ve halkın kolektif hafızası üzerinde ne gibi etkileri olabilir?

Belirttiğimiz gibi, AKP-MHP iktidarı şu an tarihi bir çöküş yaşıyor. Yerel seçimlerde aldığı darbeler ise bu çöküşe yeni bir boyut kazandırdı. Bu da Erdoğan rejimini bir paniğe sürükledi. Erdoğan hem içeride hem de dışarıda yaşadığı çöküşü ve sonuçlarını artık daha iyi okuyabiliyor. Bu nedenle de yaşanan çöküşün önüne geçmek, şu an temel gündemleri haline gelmiş durumda. Bu doğrultuda panik olan iktidar, öyle görünüyor ki tüm tuşlara aynı anda basmış durumda. Bir yandan Güney ve Rojava merkezli savaş politikaları devam ederken, diğer yandan özel savaş politikalarına sarıldı. Özel savaş politikaları kapsamında da Kemalist rejimin kodlarına geri dönüş yaptı. Nedir bu kodlar? Kürt halkının kimliği, kültürü, sanatı, dili ve tüm değerleri ile inkâr ve imha kodlarıdır. Bugün Kürt diline, doğasına, kültürüne, halayına ve değerlerine yönelik saldırıları bu temelde okumak ve ele almak gerekiyor. Son günlerde yaşanan gelişmeler, bu anlamda basit ele alınmamalıdır. Kürt halkına yönelik topyekûn bir inkâr ve imha politikası söz konusudur. Kürt halkının hafızasını silmek, kendi Kürtlerini yaratmak istiyorlar. Özel savaş politikaları tam da bunun için devrede. Ama şunun da altını çizmek gerek; eğer bu rejim halaylarımızdan, şarkılarımızdan ve elbiselerimizden korkup alarm durumuna gelmişse, çöküş onlar için kaçınılmazdır. 

Kürt kimliğinin toplumsal alandaki varlığını tehdit eden dil ve kültür üzerindeki baskıların özeti, kültürel soykırımdır. Cumhuriyet döneminden bu yana devletin Kürt halkına karşı tutumu değişmemişse; bunun odağında kültürel soykırım vardır. Kürt toplumunun varlığını ve gerçekliğini, kültürü üzerinden ele alabiliriz. Kürt kültürüne yönelim, Kürt halkına yönelimin ölçütüdür. Aynı şekilde, Kürt kültürünün direniş hikayesi, Kürt halkının direniş kararlılığıdır. Kürt dili ve kültürü üzerindeki baskılara karşı sonuç alıcı yol, demokratik ulusal bilinç düzeyinde kültürel değerlerimize sahip çıkmakla mümkün olur. Kürdistan’ın bir parçasında Kürt dili ve kültürü baskı altında tutuluyorsa, bu sadece o bölgenin sorunu olmamalıdır. Bu ulusal bir sorun olarak ele alınmalı ve bu doğrultuda bir tepki geliştirilmelidir. Çünkü, Kürt halkının coğrafyasına egemenler eliyle sınırlar çizilmiş olsa da, parçalayıp-yönetmek isteseler de, kültürel ve tarihsel değerlerimiz bir ve ortaktır. Reflekslerimiz de, mücadelemiz de, tepkimiz ve sahiplenişimiz de bu bilinçle gelişmelidir. Tabii bu yaklaşımın sadece Kürt halkıyla sınırlı kalmaması gerektiğinin altını çizmek istiyoruz.