Kriz, Erdoğan rejimi için bir fırsat demektir

Kriz-fırsat ikileminde Erdoğan’ın kendi siyasal hedeflerine bir adım daha yaklaşmaya çalıştığını ifade eden HDK Eş Genel Sözcüsü Cengiz Çiçek, yeni anayasa tartışmasını da içine sıkıştırıldığımız tabuta son çivi çakma olarak tanımlıyor.

Anayasa Mahkemesi ile Yargıtay arasında Can Atalay kararı sonrası yaşanan ‘yargı krizi’ AKP ve MHP açısından ‘yeni anayasa’ tartışmalarını gündeme getirmek için önemli bir fırsat oldu. Hatta öyle ki Hrant Dink’in katili Ogün Samast’ın ‘iyi halden’ salıverilmesini yorumlayan AKP’li Numan Kurtulmuş da infazda değişiklik yapılması gerekli yorumunda ‘yeni anayasa’ tartışmalarına gönderme yaptı. Oysaki infaz kanununda henüz 2021 yılında bazı değişlikleri yine AKP ve MHP tarafından zaten yapmıştı.

Peki, şimdiki tartışmalar nasıl yeni anayasa tartışmalarına geldi, mecliste yeter sayı için hangi parti kilit rol oynayacak ve bugünkü Türkiye koşullarında yeni bir anayasa yapmak mümkün mü? HEDEP İstanbul milletvekili ve HDK Eş Genel Sözcüsü Cengiz Çiçek ANF’nin sorularını yanıtladı.

AYM'nin Can Atalay hakkında verdiği karar sonrasında Yargıtay tarafından bu üyelere suç duyurusunda bulunuldu. Elbette ilk etapta bir yargı krizi yaşandığı görünüyordu. Hükümetin farklı kesimlerden farklı yorumlar yapıldı. Nihayetinde ise Erdoğan'ın yeni anayasaya işaret ettiğini gördük. Elbette yeni anayasa tartışmaları yeni değil ama bu olayın akabinde bunun da gerekçe gösterilmesini nasıl yorumluyorsunuz?

AKP’ye has oyunların, yönetim tekniğinin bir benzeriyle karşı karşıyayız. Kriz adı altında servis edilen, iktidarın kendi rejimini tahkim etmesinin bir aracıdır. Kriz, Erdoğan rejimi için bir fırsat demektir. Nerede darbe, vesayet, milli irade gibi sözler havada uçuşuyorsa orada Siyasal İslamcılığın kendi rejimini inşa etme hevesi söz konusudur. Dolayısıyla Yargıtay kararının gerekçesi, bir “kriz” çıkarmak için yazıldı. Yargıtay’ın kararına dayanak yaptığı gerekçeleri okuduğunuzda bunu anlamak güç değil. Öyle ki bir akademik tez yazımı gibi sık sık yüksek lisans ya da doktora tezlerine atıfta bulunuyor ve neredeyse her “teorik çıkarımların” sonunda Anayasa Mahkemesini “vesayet makamı” olarak ve “yargısal aktivizm” yapmakla tanımlıyor. İşte kendisi gibi düşünmeyenlere yönelik olarak bu rejimin bilenen taktiklerinden birisiyle yine karşı karşıyayız. Tam “nerelerde?” diye sorarken gecikmiyor; sahneye “hakem” adı altında Erdoğan çağrılıyor.

Erdoğan’ın, krizi fırsata çevirmek amaçlı anayasayı gündeme getirmesi de gayet anlaşılır. İstismar etmedikleri hiçbir değer kalmadı çünkü. Şimdi sıra anayasaya geldi. Anlaşılan o ki bir süre de yeni anayasa tartışmalarıyla gündemi işgal edecekler. Düşünsenize yaptıkları, yapmadıklarıyla 12 Eylül Anayasasının bile gerisine düşen bu iktidar, 20 yıl sonra kafasına elma düşmüş gibi yeni anayasa tartışmalarını açıyor. Peki kime karşı? Tabii ki “vesayetçilere” karşı. İcat ettikleri son “vesayet” kurumu da Anayasa Mahkemesi oldu. Dolayısıyla kriz-fırsat ikileminde Erdoğan, kendi siyasal hedeflerine bir adım daha yaklaşmaya çalışıyor. Mevcut Anayasa Mahkemesi “krizi” ve buna bağlı olarak yeni anayasaya dair dolaşıma sokulan sürümler, içine sıkıştırılmaya çalıştığımız tabuta Erdoğan’ın Siyasal İslamcı iktidarının çaktığı son çivilerden birisi olarak görülmeli.  

Bu kriz yaşandığında Erdoğan ben hakemim dedi, hatta siz de belirttiniz. Öte yandan İYİP Genel Başkanı Meral Akşener'in de Erdoğan'a hakem olması gibi bir çağrısı oldu. Partili ve AYM'yi zaten kendisi hedef alan bir Cumhurbaşkanının “hakem” olması ne kadar tarafsız olabilir ki?

Hakemlik çağrısını yapan Akşener de Erdoğan’dan tarafsız davranması beklentisinde değildir. Bu konuda Erdoğan’ı en yakından tanıyan resmi siyaset erbaplarından birisi de Akşener’dir. Akşener’in kaygısı müesses nizamın devamıdır. Devletin içinde bulunduğu kriz nasıl çözülürse çözülsün, önemli olan devletçi düzenin sürmesidir. Düzenin karakteri, demokratik olup olmadığı vs. önemli değildir. Aynı Akşener değil miydi ki seçimler öncesi altılı masadan kalkan ve sonra tekrar oturan? Oradaki refleksi de son derece devletçiydi ve temel kaygısı, devletin verdiği rolün, tanıdığı sınırların dışına çıkmayan Kılıçdaroğlu’nun kendisine rağmen taşıdığı Alevi ve Kürt kimliği ola ki toplum lehine, devlet aleyhine başka gelişmelerin önünü açmasın yönündeydi. O nedenle Akşener’in rejimin otoriter karakteri ve faşist ideolojisiyle hiçbir sorunu yok. Hatta faşist-ırkçı mahalledeki iktidar kavgası bir şekilde nihayete kavuştuğunda mevcut rejimin en ateşli ittifak güçlerinden birisi olması hiç de uzak bir ihtimal değil. Dolayısıyla Erdoğan’a yönelik hakem olma çağrısını garipsememek gerek.

Halihazırda Erdoğan’ın tarafsız görünme gibi bir derdi de yok. Çünkü kendisi zaten devletin zor aygıtlarına dayanarak ayakta durabiliyor. Toplumsal rıza üretme ve meşruiyet sağlama gibi çabaları olsa da başarısızlık durumunda bunu kendisi için bir dert olmaktan rahatlıkla çıkarabiliyor. Uzunca süredir neredeyse tek dayanağı zor aygıtları ve elindeki kara propaganda makinesi olan yandaş basın. O nedenle Erdoğan’dan hakemlik beklemek veya tarafsız olmasını dilemek büyük bir yanılgıdır. Ki Akşener de bunun gayet iyi farkındadır. AKP’nin ortağı Bahçeli’nin bile “hakemlik” çağrısı yapmadığı bir krizde, Akşener’in böyle bir çağrı yapması manidardır. Bu da az önce bahsettiğimiz Akşener ve partisinin iktidar ile bir ittifak potansiyeline sahip olması ve kritik süreçler öncesi kendisini bir seçenek olarak iktidara sunma gündemiyle ilgilidir.

Öte yandan bir de yeni anayasa için yeter sayı lazım mecliste. Erdoğan meclis açıldığı günden itibaren tüm partilere gideceğiz dedi bunun için. Ayrıca bazı tartışmaların da yaşanması bakımından İYİP sizce burada nasıl bir rol oynar?

Erdoğan, 14 Mayıs seçimlerini kâğıt üstünde kazanmış olsa bile bunca devlet gücü, medya borazanlığı, sermaye desteği, özel savaş konseptiyle oluşturulmuş eşitsiz şartlar eliyle seçimlerin gasp edildiğini en çok da kendisi biliyor. Her ne kadar çoğunlukla böyle bir derdi kalmasa da bitmiş hikayelerine yeni hikayeler eklemek için meşruiyet üretme sorunu olduğunun da gayet farkında. Bunu kâh yeni anayasa adı altında sözde kucaklayıcı, kapsayıcı bir görüntü çizerek kâh Filistin meselesini iç siyaset malzemesi olarak kullanarak yapıyor. Hatta Sivas katliamı davasının zamanaşımıyla düşürüldüğü bir ortamda katliam hükümlüsünün “hastalık gerekçesiyle” affedilmesi; Can Atalay’ın bin bir türlü hukuk cambazlığıyla hapishanede tutulduğu günlerde Hrant Dink’in katili Ogün Samast’ın “iyi halden” tahliye edilmesi ve bu tahliyenin Seyit Rıza ve arkadaşlarının idam edilişlerinin yıldönümüne denk gelmesi, iktidarın kendine has meşruiyet üretim yöntemleri olarak görülebilir. Bu meşruiyet üretimini iki hattan yapıyor. Birincisi, ne kadar kavgalı görünse ve yer yer efelense de uluslararası güçler ve ilişkiler nezdinde kabul görme; ikincisi gözden çıkardığı Kürtler, Aleviler gibi toplumsal kesimler dışında kalan devletçi toplumu tam da sistemin ötekisi olan bu kimliklerin karşıtlığında konsolide etme. Yeni anayasa bağlamında “tüm partilere gideceğiz” söylemi ve bunun etrafında ördüğü şey de seçim öncesi ihtiyaç duyduğu meşruiyet üretimine dair bir hikâye oluşturmaya yönelik geliştirdiği akılla ilgili. Bunda başarısız olursa son seçim sürecinde yaptığı gibi düşmanlaştırıcı, kutuplaştırıcı, ayrımcı ve nefret dilini, politikalarını öne çıkararak yine kendi tabanını konsolide etmeye çalışacak.

İyi Parti’nin söz konusu iki taktiğe de uyum sağlamakta zorlanmayacağını ifade edebiliriz. Az önce de açmaya çalıştık; İyi Parti’nin derdi yeni bir anayasadan öte sistemin içinde kabul gören kartel parti konumuna gelmek. Türkiye siyasi tarihinde sıkça görüldüğü üzere halkla bağı kalmayan, kurucu fikre sahip olmayan birçok parti, rejimin rant-çıkar ağlarının içerisine girerek var olmaya çalıştı. İyi Parti’nin şu anki pozisyonu da Türkçülük, İslamcılık, Erkeklik ve Sermaye yanlısı ekseni yeniden ve daha güçlü üretmek üzere taktik hamleler yapmaktır.

Bugün Türkiye'de yeni bir anayasaya şüphesiz ki ihtiyaç var fakat yeni bir anayasa için koşullar ne kadar uygun?

Türkiye anayasa tarihi, 1921 Anayasasından sonra karşı darbelerin tarihidir. Helen yürürlükte olan 1982 Anayasasıyla cuntanın ve cuntacı zihniyetin toplumun iliklerine kadar işlediği bir süreç devreye kondu. Darbe anayasasının ve darbe rejiminin yarattığı nimetlerden beslenen ve bugüne gelen bir Erdoğan ve AKP gerçekliğiyle karşı karşıyayız. Günün sonunda Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’yle birlikte sistem totalitarizme, rejim faşizme kaydı. 1924 Anayasasından beri yapılan tüm anayasa ve anayasa değişikliklerinin temel motivasyonu, homojen bir ulus bir başka tabirle devlet ulusu yaratmaktı. Resmi paradigmanın bu konudaki ısrarı günümüzde de devam ediyor. Devlet ulusu yaratımındaki katılık devam ettiği sürece yeni olarak sunulan, eskinin başka adlarla devamından başka bir şey değildir ve olmayacaktır da. Yeni bir anayasa, milliyetçilik zihniyetinden beslenen ulus devletçiliğin terkedilmesi, ‘dayanışma ve özgürlük zihniyetli’ demokratik ulusta karar kılınmasıyla mümkündür. Bunun için de başta Kürt sorunu olmak üzere bütün sorunları, Demokratik Cumhuriyet perspektifiyle ele alan; emek, kadın, ekoloji, eşit yurttaşlık ekseninde çözen bir siyasi iradenin geliştirilmesi ve bunun toplumsal ikliminin yaratılması ön koşuldur.

Yeni bir anayasa ancak böyle demokratik bir anayasa olabilir. Yoksa adına yeni denilerek ne yeni ne de demokratik olabilir. Siyaset kurumu da kendi egemenlik çıkarları üzerinden değil toplumun adalet, eşitlik, barış ve özgürlük değerlerini kollayan bir uzlaşma ve diyalog zeminini inşa ederek rolünü oynayabilir. Bu da ancak ve ancak Sayın Öcalan’ın 2019 yılındaki mektubunda bahsettiği “demokratik uzlaşı, özgür siyaset ve evrensel hukuk üçlü sacayağına dayanarak” mümkün olabilir. Mevcut tablo itibariyle bugün yeni bir anayasanın yapılması için gerekli siyasal-toplumsal zemin ve hukuki güvenlik ortamı yoktur. Bunun için “Demokratik bir Anayasa için Yol Temizliği” önerisinde bulunuyoruz. Bu yol temizliğinin başlıkları da toplumsal özneleri ve halkı tartışma ve karar alma sürecine dahil ederek gayet sağlıklı bir şekilde belirlenebilir.

AKP'ye yakın isimler yerel seçimlerde (Orhan Miroğlu) AKP seçilmezse kayyım tehdidinde bulundu. Yerel seçimlere anayasa tartışmaları ışığında gidilecek görünüyor. Bugün Kürtlerin iradesine kayyım tehdidinde bulunulan bir ortamda yapılacak anayasa tartışmaları ne kadar sağlıklı olacaktır?

Bahsettiğiniz meczuplar, devlet dersinde öğrendiklerini Kürt halkına yönelik bir tehdit söylemine dönüştürüyor. Nereye ait olduklarını, sırtını kimlere dayadıklarını ve nereden beslendiklerini açıkça ortaya koyuyorlar. Bu kişiler, dönüp ihanet ettikleri halkın tarihine baksalar, er ya da geç sonuç alamayacaklarını da görecekler. Bu kadar hile, gasp, kumpas, halk iradesine düşmanlık üzerine kurulu düzenlerinin ilelebet süreceklerini düşünüyorlarsa da büyük yanılıyorlar. Bunu anlamak için de kendileri gibi sistemlerini kan, zulüm ve rant sütunları üzerinden inşa etmiş olanların dramatik sonlarına bakmaları yeterlidir.  Çok net söylüyoruz; kayyıma karşı mücadele, bir halkın kendini yönetme ve özgürlük iradesini savunmaktır. Yani tıpkı canlılar dünyasındaki gibi varlığını savunmaktır, öz savunmadır. Toplum olmakta ve kalabilmekte ısrardır. Öyle belediye veya meclis üyelikleriyle ölçülemeyecek kadar önemli politik ve toplumsal bir meseledir. Ahlaki ve politik toplumun hukuk ve bürokrasinin saldırısı karşısındaki direniş inadıdır. Dolayısıyla dün olduğu gibi önümüzdeki yerel seçimde de Kürt halkı ve Kürdistan yurtseverliği bu tehdit, şantaj ve toplum-kırım siyasetine en güçlü tokadı vuracaktır. Buna inancımız tamdır.

Demokratik bir anayasa da ancak Kürt halkının ve Türkiye demokrasi güçlerinin özgürlük mücadelesinin başarısıyla mümkün olacaktır. Sistemin Türklük, Sünnilik ve Erkeklik resmi kimlik kartını topluma dayatan iktidar ve bununla barışık olan resmi muhalefet, halkın vicdanında ve bilincinde mahkûm edildikçe yeni bir sayfa açacağız. Kürt halkının özgürlük mücadelesinin tasfiyesi için kayyım siyasetini devrede tutan iktidar ile AKP-MHP bloku karşısında yaşadığı açmazı “kayyımlara karşıyız” diyerek geçiştirmeye çalışan CHP arasında tercih yapmak zorunda değiliz. Dolayısıyla ne ölüme ne de sıtmaya razıyız. Bize ölümü ve sıtmayı dayatanların kavgası devleti ele geçirme kavgası, devlete sahip olma kavgasıdır. Erdoğan’ın iktidarı boyunca temel hedefi, devleti Kemalistlerin devleti olmaktan çıkarıp siyasal İslamcıların devleti haline getirmekti. O nedenle devletin kurucu kodu olan Türkçülüğü de bayraklaştırarak yoluna devam ediyor. Başta CHP olmak üzere ulusalcı tayfanın feveranın nedeni de kurucusu oldukları devletin avuçlarının içinden kayıp gitmesidir.

Son Anayasa Mahkemesi “kriziyle” bir nevi ulusalcıların elindeki devletin tabutuna da ikinci yüzyılın başlarında son çiviler çakılıyor. Özgür Özel de bunun farkında olsa gerek ki sokak çağrısı yapıyor, “bu bir darbedir” diyor. Malum tayfa, Özel’in CHP’si için “acaba bu kez olacak mı?” diye sorarak kafalarının üstünde bulut oluştura dursun; o bulutlar İmralı kayalıklarına çarpıyor ve yerle bir oluyor. Yani Erdoğan karşısında “darbe karşıtı” kesilen Özgür Özel, Erdoğan rejiminin İmralı’da uygulamaya soktuğu darbe mekaniğinin destekçisi oluyor. O nedenle darbeci bu iki geleneğin kavgası demokrasi, özgürlükler kavgası değil, iktidar kavgasıdır. Bu kapsamda iki yanlıştan bir doğru çıkmayacağının bilinciyle mevcut durumu Türkiye ve Kürdistan halklarının özgürlük yolu olan üçüncü yola kanalize etmenin pratik, politik hattını daha güçlü somutlama gibi bir görevimiz var. Bu görevin üstesinden başarıyla geleceğiz; Özgür Kürdistan ve Demokratik Türkiye’yi hep birlikte inşa edeceğiz.