Türk devletinin kuruluşunun üzerinden 100 yıl geçti. Bu yüzyıllık süreçte bünyesinde yaşayan azınlık halkalara, Kürt halkına karşı savaş ve soykırım politikalarından vazgeçmedi. Türk milliyetçiliği üzerine kurulan devlet, bu süreçte bünyesinde yaşayan farklı inançtaki halklara ve Kürt halkına yönelik asimilasyon ve imha politikalarını kesintisiz olarak sürdürdü. Türk devletinin ırkçı, tekçi ve soykırım politikalarıyla geçen 100 yılını Zürih Üniversite’sinden Tarihçi Araştırmacı-Yazar Dr. Toros Korkmaz ANF’ye değerlendirdi.
Osmanlı mirası üzerine kurulan Türk devletinin halklar ve inançlar açısından bir kırımın devamı olduğunu belirten Korkmaz, Osmanlı İmparatorluğu’nda İttihat Terakki’nin 1908 yılında iktidara geldiği döneme kadar tek tipleştirici, asimilasyoncu, Türk milliyetçiliğini aynı coğrafyada yaşayan tüm halklara dayatma siyasetini devreye koyduğunun altını çizdi. Osmanlı’dan başlayan bu milliyetçilik dalgasının yeni kurulan Cumhuriyet ile devam ettiğini aktaran Toros, “Osmanlı çok uluslu bir imparatorluk olduğunun farkındaydı. İmparatorluklar genel itibariyle belli bir etnik kimliği dayattıkları zaman bunun çözülmeyi getireceğini bilirler. Osmanlı imparatorluğunda asıl belirleyici olan millet sistemiydi. Bu sistemde halklar dini inançlarına göre sınıflandırılıyordu. Müslüman olanlar, tabii Sünni Müslüman olanlar diyelim. Birinci sınıf oluyor. Müslüman olmayan gayrimüslim halklar Müslümanlara oranla ikinci sınıf bir statüye tabi kılınıyorlardı.
Örneğin Hristiyanlar ata binemez, silah taşıyamaz, evleri Müslüman evlerinden daha yüksek olamaz, pazar günleri hariç Kilisenin çanları çalmazdı. Ama tüm bunlara rağmen Hristiyan milletler ki bunlar Ermeniler, Rumlar, Süryaniler, Keldaniler ve Yahudiler gibi kendi cemaat yaşamlarında belli bir özerkliğe sahipti. Evlenme, cenaze, cemaat mensuplarının kendi aralarındaki hukuki anlaşmazlıklar, o cemaatin kendisi tarafından halledilirdi. Osmanlı yönetimi cemaatlerin kendi içişlerine karışmazdı. Tabii anlaşmazlıklar Müslümanlar ile Müslüman olmayanlar arasında çıktığında Osmanlı hukuk sistemi Müslümanları kayırıcı bir biçimde yapılandırılmıştı. Örneğin mahkemelerde bir Müslümana karşı iki gayrimüslim şahitliği geçerliydi.
Osmanlıyı reddeden yine Cumhuriyet yönetiminin resmi ideolojisi tek tipleştirici, asimilasyoncu Türk milliyetçiliği oldu. Osmanlı yönetimindeki Müslümanlık üstünlüğü prensibini de aldılar. Ortaya ‘Türk- Suni-İslam Sentezi’ çıktı. Bu etnik olarak Türk, inançsal olarak Suni Müslümanları birinci sınıf yapan bir devlet politikasıydı. Son yüzyılda bu devlet politikası egemen oldu. Hala yürürlükte. Etnik olarak Türk ve aynı zamanda inançsal olarak Suni İslam olmayan halk kesimlerinin ikinci sınıf bir statüye sahip olması yeni Cumhuriyet yönetiminin bu bağlamda Osmanlı yönetiminden farkı Türk milliyetçiliğinin tüm halklarına dayatmaya çalışmasıdır” diye konuştu.
YÜZYIL AZINLIKLARA YÖNELİK KIYIMLARLA GEÇTİ
Türk devletinin kuruluşundan itibaren azınlık halklara yönelik ötekileştirici ve kıyımcı bir yaklaşımı benimsediğini aktaran Korkmaz, Türk devletinin ırkçı politikalarına tarihsel örnekler vererek, şöyle devam etti: “Bu ‘Türk İslam Sentezi’ kategorisine giremeyen halklara kıyımdan, baskıya her türden ayrımcılığı yaşattı. Hristiyan ve Yahudi azınlıklar özelinde yaşanan büyük haksızlıklar şunlardır; bu halk kesiminin yüz yıl boyunca üst düzey yönetici pozisyonunda devlet memuru atamamaları. Örneğin bir Ermeni Vali, Yahudi General hiç olmadı. Vatana bağlılıklarının sürekli sorgulanması, üst düzey devlet yetkilerinin ve ana akım medyanın bu azınlıklara karşı kullandığı ötekileştirici dil. Örneğin Ermeni bir vatandaş suç işlediğinde Ermeniliğinin vurgulanması ya da Azerbaycan-Ermenistan arasındaki gerilimlerde, ‘Ermeniler hainlik yaptı’ gibi başlıkların gazetelerde yer alması, daha özel olarak 1934 yılında Trakya Yahudi halkına uygulanan pogrom, 1942-43 yılında Varlık Vergisi ile Müslüman olmayan halklardan Müslümanlara nazaran 10 kat vergi alınması.
Bu vergiyi ödemeyenlerin Erzurum, Aşkale’de kurulan çalışma kampına zorla sevki ve angarya işlerde çalıştırılmaları, ki çetin kış koşullarında dolayı birçok kişinin hayatını kaybetmesi. 6-7 Eylül 1955 yılında Selanik’te Atatürk’ün evine bomba atıldı bahanesiyle İstanbul ve İzmir’de gayri Müslimlerin ev ve işyerlerinin yağmalanması, onlarca Hristiyan vatandaşın öldürülmesi, kadınların tecavüze uğraması, 1964 yılında Kıbrıs meselesi bahane edilerek, İstanbullu Rumların bir bölümünün ülkeyi terk etmek zorunda kalması, 1980’lerden itibaren Kürt sorunun Ermenilerce çıkarıldığı yalanın ortaya atılması ve en son 2007 yılında Türkiye’nin en önemli entelektüeli Hrant Dink’in katledilmesi.”
ŞU ANKİ REJİM ONLARCA SİVİLİN ÖLÜMÜNE NEDEN OLUYOR
Ret, inkar ve imha üzerine kuruluşunu tamamlayan Türk devletinin, Kürt halkına yönelik savaş ve kırım siyasetinin katlanarak devam etmesini ‘ideolojik’ ve ‘ekonomik’ nedenlerle açıklayan Toros, devamla şunları belirtti: “Tek tipleştirici, asimilasyoncu, şoven Türk milliyetçiliği devletin resmi ideolojisidir. Bu ideolojinin amacı öncelikli olarak Türkiye toprakları içinde yaşayan tüm halkları zorla Türk yapmak. Sonrasında şartlar el verdiği ölçüde Türkçülüğü Kafkaslar üzerinden Türkçe lehçelerinin konuşulduğu eski Sovyet Cumhuriyetleri olan Türki olarak tabir edilen coğrafyalara yaymaktır. MHP’nin iktidar ortağı olduğu bu rejimin Turan’ı bir uzak hedef olarak benimsediği gözden kaçmamalıdır.
Büyük Ermeni katliamı Rumların Pontus katliamı, Süryani ve Keldani katliamları, Rumların zorunlu göçünden sonra Türkiye coğrafyasının otokton yerli Türklerden de önce bu topraklarda yaşayan büyük bir nüfusa sahip Kürtler, Türk devleti bakımından Türk milliyetçiliğinin tam hakimiyet kurmasına engel oluyorlar. Kürtlerin direnişi kırılabildiği ölçüde, bu hakimiyet derinleşecek. Türkiye coğrafyasında çok büyük oranda etkin hale gelecek. Türkiye’nin diğer Müslüman ama Türk olmayan haklarının çoğunluğu hem nüfus olarak az, hem de bu coğrafyanın yerli değil de sonradan sığınan halkları olduğu için Türk devletine biraz da minnet borçları var. O yüzden Türklüğe asimilasyona çok daha yatkınlar. İşin ekonomik boyutuna gelince Türkiye’nin Kürt coğrafyasını GAP Projesinden sonra yer üstü kaynaklar bakımından oldukça zenginleşti. Yer altı kaynakları açısından ise petrol ve doğal gazı kastediyorum ve bu kaynakların Akdeniz coğrafyasına açılımı açısından Kürt coğrafyası çok avantajlı bir konumda. Türk devleti bu zenginliği Kürtler ile paylaşmayıp kendi egemen sınıfı arasında kalmasını istiyor. Kürtlerin kendi özerkliklerini gerçekleştirmeleri bu coğrafyada Türk kapitalist sınıfına kaynak aktarımını bir hayli zorlaştıracaktır.
Türk devletin Kürtler ile olumlu bir ilişki kurabilmesinin yolu ancak yeniden barış masasının kurulması, Kürt hareketinin onursal lideri Abdullah Öcalan ile ilişkiye geçilmesi, suçsuz yere hapislerde yatan, yurtdışında mülteci statüsünde gitmek zorunda kalan binlerce Kürt demokratik siyasetin temsilcilerinin yeniden Türkiye’de özgürce siyaset yapabilmelerinden, kayyum atanan belediyelerin gerçek sahiplerine verilmesinden geçer. Şu anki rejim ne yazık ki bu yönlü adımlar atmak yerine geçmişinde kanlı katliamlar yapan Hizbullah’ın siyasi temsilcisi HÜDA-PAR ile bölgede Kürtleri bölme peşinde planlar yapıyor. Rojava’yı bombalıyor. Onlarca sivilin ölümüne neden oluyor. ABD ve AB’nin Rusya-Ukrayna savaşını ve genel mülteci krizi dolayısıyla Türkiye’ye ihtiyaçları olması, Türk devletin pervasızlaşmasına yol açıyor. Uluslararası demokratik kamuoyu ve barış hareketi güçlenirse Türkiye üzerinde Kürt sorununun çözümü yönünde baskı artacaktır. Bu nedenle öncelikli olarak Ukrayna-Rusya savaşının bir an önce bitmesinin ve Avrupa’da solun politik olarak güçlenmesinin Kürtlerin işine geleceğini düşünüyorum.”
TÜRKİYE TEHLİKELİ BİR DEVLETE DÖNÜŞTÜ
Türk devletinin son 20 yılda insan hakları ve demokrasi açısından ciddi bir gerileme içinde olduğunu ve artık dünya ile komşuları açısından güvenilmeyecek bir devlete dönüştüğünün altını çizen Korkmaz, konuşmasını şu sözlerle sonlandırdı: “Düşünce, basın ve akademik özgürlükler yok edildi. Rejimi eleştirine her düşünce suç unsuru olarak değerlendiriliyor. Demokrasilerin olmazsa olmazı olan güçler ayrılığı prensibi; yani yasama, yargı ve yürütmenin birbirlerinden hem bağımsızlığı, hem de birbirlerini denetleme yetkisi ortadan kaldırıldı. Türkiye 2017 Nisan ayında yapılan referandumdan sonra adeta seçimli bir tek adam rejimine geçti. Demokratik Kürt siyaseti, sol-sosyalist parti ve kurumlar hariç ülkenin diğer muhalefeti sadece iktidarın çizdiği sınırlar içerisinde siyaset yapabiliyorlar. Bunun yanında İstanbul Sözleşmesinden çıkılarak, kadın erkek eşitliğini sağlamaya değil, yok etmeye yönelik bir siyasi ortam oluşturuldu.
Sünni-İslam hariç diğer tüm inançlara uygulanan baskılar artarak devam ediyor. Hıristiyan dünya açısından büyük sembolik önemi olan Ayasofya’nın müze statüsünün gereği yok iken camiye çevrilmesi Türkiye’nin sayıca az olsa da Hıristiyan azınlıklarını üzdü. Ayrıca biyoloji ders müfredatına Darwin Evrim teorisinin çıkarılması, sanat ürünlerinin dini kriterlere göre değerlendirilip, eleştirilmesi gibi politikalar laikliğin de tehlikede olduğunu gösteriyor. Türkiye içine girdiği derin ekonomik bunalımdan çıkmak için son bir yıldır tekrar batı dünyasına yanaşmaya çalışıyor. Ama batı dünyası Türkiye’yi sadece çıkarları için kullanışlı bir ülke olarak görüyor. Gerçekten güvene dayalı bir ilişki yok. Türkiye Azerbaycan hariç hiçbiri komşusu ile güvene dayalı ilişki kurabilmiş değil. AKP-MHP bloğu iktidarda kaldığı sürece gerek komşu ülkeler, gerek batı dünyası Türkiye’yi güvenilmez ama çıkarları nedeniyle iş yapılan bir ülke olarak görmeye devam edecekler. Türkiye ve Ortadoğu coğrafyasının halklarının birbirlerini ötekileştirmeden kardeşçe yaşayabilecekleri bir politik ikileme doğra gidişin ilk adımı sömürücü, inkarcı faşizan AKP-MHP bloğunun iktidardan düşürülmesinden geçer.”