PKK Merkez Komitesi Üyesi Hêlîn Ümit, Medya Haber Televizyonu’nda yayınlanan özel bir programda Önder Apo’nun Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı’nı, PKK'nin ateşkes ilanını, mevcut süreçte atılması gereken adımları ve konu ile bağlantılı diğer gelişmeleri değerlendirdi.
Değerlendirmelerin tamamı şöyle:
Ben öncelikle, tüm PKK ve PAJK militanları adına Önder Apo’ya olan sevgimizi, özlemimizi, saygımızı ifade etmek istiyorum. Önder Apo’nun demokratik toplum ve barış çağrısıyla aslında yeni bir döneme girilmiş oldu. PKK açıklamasında, Önder Apo’nun bu çağrısı karşısındaki tutumumuzun oldukça net ortaya konuldu. Biz Önder Apo’nun çağrısını “çağın manifestosu” olarak değerlendirdik; yani bir manifesto olarak ele aldık. Şimdi şöyle tartışmalar var: Sanki bu, birdenbire dile gelmiş bir çağrıymış gibi ya da son bir yılın, sözde Önder Apo ile İmralı’da yapılan, devlet heyetinin ya da devlet yetkililerinin görüşmeler sonucunda “kıvama getirilmiş” bir süreçmiş gibi yansıtanlar var.
Fakat ben öncelikle şunu söylemek istiyorum. Bu, kesinlikle gerçeği çarpıtmaya dayalı bir yaklaşımdır. Biz şunu çok iyi biliyoruz ki, Önder Apo’nun bir paradigması var ve yıllardır üzerinde çalıştığı, geliştirmek istediği bir süreç var. O anlamıyla “çağın manifestosu” dediğimiz şey, aslında Önder Apo’nun özellikle Uluslararası Komplodan sonra ortaya koyduğu “demokratik toplum” paradigmasının en rafine olmuş hâlidir. Ben her şeyden önce bunun görülmesini önemli buluyorum. Evet, oldukça kısaydı, bir sayfayı kaplıyordu ama bazı değerlendirmecilerin de ifade ettiği gibi, oldukça “kristalize” edilmiş, rafine olmuş düşüncelerin bir özetini ifade ediyordu.
BİZ BU PARADİGMAYLA YENİ TANIŞMIYORUZ
Şimdi şöyle bir şey var. Biz bu çağrıya cevap verirken hangi yaklaşımla cevap verdik, diye merak edenler de var. Biz 20 yıldır bu paradigma üzerine eğitim görüyoruz, yoğunlaşıyoruz, tartışıyoruz. Aslında böyle bir “background”umuz, arka zeminimiz var. O anlamıyla ilgililere şunu söylemek istiyorum. Merak edenler, “5. Savunma” diye ifade ettiğimiz, “Kürt Sorunun Demokratik Çözümü” isimli savunmayı incelesinler. Aslında Önder Apo’nun son çağrıda ifade ettiği tüm hususların hem tarihsel-toplumsal çözümlemesi, felsefi boyutu, bilimsel temeli ve içinde bulunduğumuz coğrafyadaki gerçeklik ve bağı, o savunmalarda oldukça detaylı, ayrıntılı, tüm yönleriyle çözümlenmiş durumdadır. Zaten biz bu savunmayı, -yani 5. Savunma dediğimiz “Kürt Sorunun Çözümü” savunmasını- PKK’nin 11. Kongresi’nde, 2013 yılında, manifesto olarak zaten kabul ettik, programlaştırdık.
O anlamıyla herkes için çok yeni gelebilir. Yani bu çıkış, siyasal süreç anlamıyla yeni, çarpıcı bir gelişme. Gerçekten hem Kürdistan’da hem Türkiye’de hem de bölgedeki gelişmelere yön veren bir çağrı niteliği taşıyor. Ama program olarak bakarsak da bizim programımızda vardır. Biz bu paradigma ile yeni tanışmıyoruz, bu çağrıyla birlikte yüz yüze kalmıyoruz. İlk belirtmek istediğim şey bu. Yani bunun anlaşılması ve görülmesi gerektiğini belirtebilirim.
Bu çağrı neden bu dönemde, bu şekilde gündeme geldi? Elbette ki yine paradigma çerçevesinde buna anlam vermek mümkün. Yani şöyle değil. Türk özel savaş medyasının ısrarla pompalamaya çalıştığı gibi, “çok sıkıştılar, daraldılar, artık çıkış bulamıyorlar da bu temelde böyle bir adım atmaya çalışıyorlar” şeklindeki yorumların hepsi, aslında gerçekliği, hakikati karartmaya dayalı çabalar oluyor.
Gerçek olan ise, bizim 20 yıllık bir paradigmamız var ve daha da geçmişi var. Yani 90’lara dayanan bir geçmişi var mücadelenin. Şimdi bunu çeşitli çevreler, Önderliğin gündeme getirmesiyle birlikte tartışıyorlar. Özellikle Mehmet Ali Birand’ın Önderliği ziyaret etmesi, onunla yaptığı röportajlar, bu röportajlar çerçevesinde Özal’ın yaptığı girişimler, Özal’ın bu konudaki çok değerli çabaları…
PKK, KÜRT SORUNUNU GÖRÜNÜR KILDI, MÜCADELE EDER HALE GETİRDİ
Özal’a Kürt varlık ve özgürlük savaşını sadece silahla geçerli kılabileceğini düşünen bir harekete siyasi çözümü öneren bir Türkiye lideri olarak tanımlayan Önderlik, ona öyle anlam veriyor ve öyle değer biçiyor. Ondan itibaren aslında Kürt Özgürlük Hareketi’nin, PKK’nin, Önderliğimizin gündeminde bu hep vardı. 2000’lerden sonra da bu “paradigma değişimi” olarak da aslında gündemimize geldi. Yani bunun çok iyi görülüp kavranması lazım. Bizim bu çağrıya verdiğimiz cevap, bu çerçevede anlaşılmalı. Yani biz aslında paradigmamızla uyumlu olmak istiyoruz.
PKK, 50 yıllık mücadelesiyle Kürt sorununu, varlık ve özgürlük sorunu yaşayan bir halk gerçekliğini ortaya çıkardı, görünür kıldı, mücadele eder hâle getirdi. Bunun, artık silah dışında diğer araçlarla da kendini ifade etme zemini oldu. Bundan sonraki sürecin de elbette ki buna ağırlık verilerek geliştirilmesi gerekirdi.
Diyeceksiniz ki, peki şimdiye kadar neden bu kadar uzadı? Bu konuda, bizim “değişim ve dönüşüm” sorunlarımız olmakla birlikte, özellikle dışarıdan dayatılan baskı, saldırı ve sabotaj girişimleri, tahrik zemini, şimdiye kadar böyle bir “değişim ve dönüşüm”ü gerçekleştirmeyi engelledi. O anlamıyla Önder Apo, hem bölgedeki gelişmeleri takip etti, değerlendirdi hem de Türkiye’de Devlet Bahçeli’nin çağrısıyla bir gündemin oluştuğunu, bir kapı aralandığını gördü. Bu fırsatı Önder Apo değerlendirdi. Biz de her zaman olduğu gibi, Önderlik gerçekliğimizin ortaya koyduğu bu çerçevede hareket etmeyi doğru bulduk. PKK olarak yaklaşımımız bu çerçevededir.
Somutlaştıracak olursak; bizim kendimizi dönüştürme sorunlarımız var, ki biz buna iknayız. Bu, bize söylenen ve dayatılanların dışında gerçeklik olarak var. Yani biz eğer Kürt halkının özgürlük ve varlık mücadelesini kalıcı bir çözüme taşımak istiyorsak, yine sosyalizm mücadelesinde halklara yeni bir seçenek sunmak istiyorsak, böyle bir değişimi kendimiz bir ihtiyaç olarak görüyoruz. Birinci öncelik bu.
Tehdit, baskı vs., iktidar cephesinin çok sıkı yaptığı ve aslında işi sulandırdığı, aba altından sopa göstererek bizi içine koyacağı bir gerçeklik değil. İşin özü, bizim inandığımız değerler sistemidir. O anlamıyla çağrıya verdiğimiz cevabı böyle bir gerçeklik oluşturdu, böyle bir temel oluşturdu.
Bunun diğer ayağı da; evet, bu çağrı PKK’ye yapılmış bir çağrıdır. O yüzden de şimdi bazı çevreler de diyor ki, “Önceden böyle bir çağrı yaptı, PKK Lideri böyle bir çağrı yaptı ama Türkiye’nin sorunlarına, mevcut iktidarın diktatör yönelimine, tek tipçi yönelimine, antidemokratik uygulamalarına, gündemdeki kayyumlara, tutuklamalara, baskılara dönük hiçbir şey yok. Neden böyle bir şey olmadı?” Çünkü bu çağrı PKK’ye dönüktü. Bunu böyle anlamak lazım. Bizim yaklaşımımız da budur.
ÖNDER APO’YLA İLETİŞİM HALİNDE OLMAMIZ LAZIM
İkinci olarak; biz bu çağrıya nasıl yaklaşıyoruz? Adı üzerinde; çağrı… Şimdi mesela şöyle bir hava estiriliyor. Önder Apo’nun Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı sonrası, sanki çağrıyla her şey bir “oldu bitti”ye getirilmek isteniyor. Fakat bu, demokratik toplum ve barış için bir çağrıdır. Öncelikle bu çağrıyı kabul etmek ve bu çağrıya göre çalışacağını, mücadele edeceğini, bu doğrultuda kendini şekillendireceğini ortaya koymak lazım. Bu anlamda, biz PKK olarak bu iradeyi ortaya koyduk.
Yani biz, Önderliğimizin Demokratik Toplum ve Barış Çağrısı temelinde kendimizi dönüştüreceğiz. Bu temelde gerekli kararları alacağız; böyle bir kararlılık içinde olacağız, dedik. Yalnız şöyle bir durumla karşı karşıyayız. Bizim Önderliğimiz 26 yıldır İmralı soykırım sistemi içerisindedir.
Çok kesintili bazı dönemlerde Önder Apo ile iletişim hâlinde olabildik biz. Bu da öyle doğrudan iletişim değil. Bildiğiniz gibi savunmalarını Önder Apo ulaştırdı, tüm topluma, bize, insanlığa. Oradan faydalandık. Dönem dönem bazı heyet görüşmeleri oldu, ilk başlarda avukat görüşmeleri oluyordu. Onunla yürüyen bir süreç vardı. Bunlar tabii ki şöyle bir şeye yol açtı. Herkesin bunu çok doğru anlaması lazım.
Önderliğimizin önümüze koyduğu değişim-dönüşüm sürecini anlamamız için, Önder Apo ile iletişim hâlinde olmamız lazım. Yani böyle gaipten, Önder Apo ne diyor, diye düşünerek bir sonuca varamayız. Evet, biz bir Önderlik hareketiyiz. Bunu tüm arkadaşlarımız ifade etti. En son Heval Karasu, yaptığı programda çok güzel ifade etti. “Biz Önderliğimize bağlıyız ve her zaman ona güvendik. Önderliğimizin ortaya koyduğu doğrultu bizi hiçbir zaman yanıltmadı. Buna inanıyoruz; biz böyle yaşıyoruz. Sadece biz değil, aslında halkımız da böyle bakıyor.
Dikkat edin; yapılan bu sokak röportajlarında herkeste bir kaygı var. Aslında bu mevcut devlet gerçekliğine güvenmeyen bir durum var. Fakat niye geriye çekilen bir tutum içine girmiyor Kürt halkı? Çünkü Önderliğine, halkına, Hareketine güveniyor. Bizim de gerçekliğimiz şöyle. Evet, biz Önder Apo’yu anlamaya çalışıyoruz, Önderliğimizi çok iyi tanıyoruz. Bazen derler ya, Önderliğimizin bakışından da anlıyoruz. Biz öyle bir hareket olarak şekillenmişiz. Bu bir hakikat. Fakat Önderliğimizin Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı’nı yeterince anlamak için, onunla iletişime mutlaka ihtiyacımız vardır. Bunun bilinmesi lazım.
Bunu böyle şart şurt gibi değerlendirenler gerçekten işin ciddiyetini kavramayanlardır, sorumluluk sahibi olmayanlardır. Yani Kürt sorunu denilen gerçekliği kavramayanlardır. Günübirlik çıkarlarla ve genellikle rant hesabıyla hareket edenlerdir.
SÜRECİN HUKUKİ VE SİYASİ AYAKLARININ OLUŞMASI ŞART
1 Mart tarihli açıklamamızda çok net bir çerçeve var. Ortada bunu görmek istemeyenler, tartışmak istemeyenler var. Dikkat edin; çağrı gündeme geldikten sonra, işi magazinel boyutlara boğmak isteyen bir özel savaş medyası sürekli var. Videolu mu olacak, videosuz mu olacak, şöyle mi olacak, böyle mi olacak?... Yani işin özünü perdeleme girişimi çok fazla. Önder Apo ile yapılan Ömer Öcalan görüşmesinden itibaren şekillenmiş bir çerçeve olarak var.
Biz bunu gördük. Önder Apo, Ömer Öcalan’la, yani yeğeniyle yaptığı görüşmede ne dedi? “Benin çatışmalı süreci siyasi ve hukuki zemine çekecek gücüm var” dedi. “Benim gücüm buna kadirdir” dedi.
Bu sürecin ilerlemesi için Önder Apo, verdiği sözü tuttu, iradesini ortaya koydu. Tecrit koşullarına rağmen tek başına devreye girdi. Fakat bir de yapılması gerekenler var. Bunlardan bir tanesi, az önce ifade ettiğim gibi, sürecin hukuki ve siyasi zeminini hazırlamak. Şöyle olamaz. Bir siyasi lider çıktı, çağrı yaptı, sonra birileri devreye girdi, bazı görüşmeler oldu, süreç böyle yürüyor. Bunun bir garantisi yoktur. Yarın geri dönüp dönmeyeceğinin garantisi yoktur. Bir bireyin iki dudağından çıkan söze bağlanan süreç yürümez. Bunu herkesin bilmesi lazım. O anlamıyla, gerçekten siyasi ve hukuki ayakların oluşturulması şart. Bu çok önemli bir boyut.
Mesela tartışmalarda, sanki böyle bir gündem yokmuş gibi bir hava var. Bahçeli’nin 9 Mart açıklamasında da şöyle ifade ediliyor. Oysa ki ben şunu söyleyebilirim, herkes herhalde şunu görüyor. Bu gelişmeleri açığa çıkaran olgulardan bir tanesi, Bahçeli’nin yaptığı çağrıydı. Herkesi şaşırtan, şaşkınlığa düşüren bir çağrı yaptı. Dedi ki, “Öcalan gelsin Meclis’te, DEM grubunda konuşsun, çağrısını yapsın, PKK feshedilsin. Umut hakkından yararlansın, siyaset yapsın,” dedi. Aslında o anlama geliyor. “Gelsin burada siyaset yapsın.” DEM sıralarına çağırmak ne demekti? “Burada gelsin konuşsun, siyaset yapsın” demektir. Şimdi ne diyorlar? “Top onlardadır.” Onların kavramlarıyla söylüyorum; çünkü “top çevirme” kavramı kullanılmış bu açıklamada. Ama asıl topu çeviren bunlar oluyor.
Şunu söylemek istiyorum. Biz Devlet Bahçeli’nin açıklamalarını ciddiye aldık. Çünkü Türkiye’deki en uç kanattı. Soykırımcı çizgiyi uzun süre sürdürdü, Kürt inkârını hem teorik düzlemde hem pratikte savundu. PKK’ye karşı 50 yıldır savaşan bir yapıydı. Bunu her alanda, polis teşkilatı içerisinde temsil ettiler, ordu içinde bir kanat olarak temsil ettiler, siyasi alanda temsil ettiler. O cenahtan, “onlar adına” böyle bir açıklama gelmesini biz ciddiye aldık.
Fakat mevcut durum, Devlet Bahçeli’nin biraz da sınavı gibidir. Gerçekten dediğini yapabilecek mi? Şimdiye kadar böyle bir şey olmadı. Mesela “gelsin mecliste konuşsun” dedi, olmadı. “Görüntülü konuşsun,” o da olmadı. Bunların hiçbirini Önder Apo sorun yapmadı. “Biçimdir,” dedi. “Önemli olan Türkiye’de tarihi Kürt-Türk barışını geliştirmek, ittifakı geliştirmek, halkları yeniden buluşturmak.” En uç cepheden gelen bu çağrıya bir cevap verebilmek. O anlamıyla bunu “yeni Türkiye’nin, Türkiye demokrasisinin, Türkiye’deki demokratikleşme sürecinin bir parçası hâline çevirebilmek olarak gördü, çok değerliydi, anlamlıydı. Bir fedakârlığı da ifade ediyordu tabii.
ÖNDERLİĞİN İMRALI’DAN ÇIKMASINI İSTİYORUZ
Fakat bundan sonra bunun gerçekleşmesi lazım. Yani Önder Apo’nun özgür çalışır hâle gelmesi lazım. Madem yeri geldi, şunu da ifade etmek istiyorum. Önderlik İmralı’da; İmralı üzerindeki tartışmaları da kapatmaya çalışıyorlar. Fakat biz İmralı sistemini kabul edemeyiz. Yani şu anda Önderliğimiz çağrı yaptı, PKK buna olumlu cevap verdi. Hemen oradaki koşulların değişmesi lazımdı zaten; hemen değişmesi gerekiyordu. Fakat bakın, hâlâ Adalet Bakanlığı izin verecek, kim gidecek, kim kalacak… Böyle bir çalışma koşulu yok. Böyle olamaz. O yüzden biz İmralı sisteminin lağvedilmesini istiyoruz. İmralı’nın yıkılmasını istiyoruz. Daha da ileri söylemek istiyorum; Önderliğin İmralı’dan çıkmasını istiyoruz.
“Türkiye koşulları”, “şartları”, bazı durumlar dikkate alınarak “Önderliğin güvenliği” falan diyorlar. Koskoca Türkiye devleti isteyecek de Önderliğin güvenliğini başka bir yerde sağlayamayacak mı? Böyle bir şey olabilir mi? İmralı Adası’nın nasıl bir ada olduğunu, neyle meşhur olduğunu bilmiyor muyuz? İmralı Adası’nın insan sağlığı için ne kadar zararlı olduğunu bilmiyor muyuz? O anlamıyla, İmralı güzellemeleri yapmaya da gerek yoktur. Evet, Önderliğimiz bu kadar ağır bedel verilmiş, fedakârlık yapılmış, acısı çekilmiş bir sorunun çözümü için kendi durumunu ortaya koymuyor; buna tenezzül etmiyor. Bu bir gerçek yani. “Benim durumum ne olacak?” demiyor, demez. Ama Kürt halkının önderi, dört parça Kürdistan’da etkisi olan bir önderlik, ulusal önderlik, Kürt demokratik ulus önderliği böyle ele alınamaz, böyle yaklaşılamaz. Yani o yüzden sürecin ilerlemesi isteniyorsa buradan başlamak lazım.
Az önce de ifade etmeye çalıştım; bizim önderlikle de iletişim koşullarımızın olması lazım. Yoksa evet, biz bir bağlılıkla yürüyoruz ama Önderliği anlamamız, kavramamız, ikna olmamız için Önderlikle iletişim kurabilme koşullarımızın mutlaka oluşması gerekiyor. Başka türlü, evet, PKK kongresini toplar, başka kararlar alır, yan yana gelir ama anlamazsa nasıl tartışacak? Bunun için kesinlikle böyle bir şeye gerek var.
Bir de tabii güvenlik meselesini de daha önce ifade etmiştik. Biz ateşkesi tek taraflı ilan ettik. Yani bu, Türkiye’deki muhalefet cephesinin kaşıdığı gibi, “Altta bir şey var mı, yok mu, anlaştılar mı?” şeklinde bir durum değil. Önderliğimizin ortaya koyduğu çağrıya anlamlı bir cevap verebilmek için biz ateşkes ilan ettik. Bu çağrının gerekleri yerine daha rahat gelebilsin diye ateşkesi ilan ettik.
Ağır savaş koşullarının tahrik ettiği bir Türkiye gündemi, konuyu sağlıklı tartışamaz. Düşünün; her gün gerilla cenazesi Kürdistan’a gidecek, her gün asker cenazesi Türkiye’ye gidecek. Böyle bir ortamda toplum bunu nasıl algılayacak? Sağlıklı tartışamaz. Çünkü ağır bir sorun. Meselenin kendisi çok ağır.
Bunu da yine özel savaş medyası sağa sola çekiyor, sanki tam ihtiyaçları var, falan. Nasıl söyleyeyim; biz bir savaş örgütü olarak şekillendik, PKK 50 yıldır böyle ayakta. Zaten açıklamamızda da vardı, “Biz savaş önderliği olarak PKK’yi yönetebiliyoruz ama barış sürecinde Önderliğin yönetmesi lazım” dedik. Bu, böyle bir gerçekliğe dayanıyor.
O anlamıyla da adına ateşkes deyin, çatışmasızlık deyin, silahların susması deyin; fakat öngörülen sürecin, yani PKK’nin feshi ve silah bırakma durumunun yaşanması için böyle bir düzeyin de oluşması gerekiyor ki adım atılabilsin. Başka türlü her şey lafta kalır.
ÇAĞRI, PKK’NİN NASIL GÜÇLÜ BİR POZİSYONDA OLDUĞUNU GÖSTERİYOR
Çağrının yankısı çok büyük oldu. Bu, aslında Önderlik gerçekliğimizin etki alanını gösteren bir durumdur. Dünyanın çeşitli ülkelerinden açıklamalar oldu. Devletler açıklama yaptı. Çin bile açıklama yaptı. Aydınlardan, yazarlardan, entelektüellerden, sol-sosyalist-demokratik camiadan çok önemli, çok olumlu bir tepki aldı. Yine PKK’nin yaptığı 1 Mart açıklaması da benzer şekilde karşılandı. Bu da PKK’nin etki gücünü gösteriyor. Yani bu çağrıya verilen cevap ya da çağrının etkilediği alanı iyi görmek lazım. PKK’yi anlamak için, Önderlik gerçekliğini anlamak için, PKK’nin ulaştığı düzeyi anlamak için ortaya koyulan çağrı ve bu çağrı sonrası açığa çıkan atmosferin iyi analiz edilmesi lazım.
Ben ilgililere öncelikle bunu söylemek istiyorum. Hiç kimse kendini kandırmasın. Yani hiç kimse sanmasın ki, Önderlik ve PKK zayıf bir dönemden geçtiği için bu tarz adımlar atıyor. Tam tersine çağrının oluşturduğu yankı ve etki, onun ne kadar güçlü bir pozisyonda olduğunu, halkları, toplumları, dünyayı, bölgeyi etkilediğini gösteriyor.
SORUMLULUK GÖSTERMESİ GEREKEN ERDOĞAN’DIR
Mevcut durumda, mevcut gelişmelerde, “Cumhur İttifakı”nı bir bütün şeklinde ele aldığımı belirtmek istiyorum. Bazı nüans farklılıkları, algılama farklılıkları var, fakat esasta bu sürece birlikte karar verdikleri anlaşılıyor. Böyle Bahçeli ayrı, Erdoğan ayrı şeklinde değil fakat bir rol paylaşımı var. Devlet Bahçeli’nin, özellikle milliyetçi tabanı ikna etme ve baskılama konusunda, belki de bazı provokasyonların önüne geçme anlamında bir rol üstlendiği anlaşılıyor. Böyle bir gerçeklik var.
Fakat asıl tabii ki sorumluluk göstermesi gereken Erdoğan. Cumhurbaşkanı sıfatıyla, Türkiye’nin en ağır sorunu gündemdeyken, iktidar partisinin başkanı olarak bu gelişmelere, bu sürece dair tutumunu ortaya koymak durumunda. Dikkat edilirse, bu konuda sorumluluk almaktan kaçınan bir durum var.
Şöyle bir ayrım da yapabilirim Cumhur İttifakı açısından. Bahçeli, Türkiye’deki beka sorununu görerek daha sorumlu bir tutum sergilerken, Erdoğan ve AKP cenahı, mevcut süreçten kendisine pay çıkarma, daha fazla parti ve kişisel çıkar temelinde hareket etme gibi bir çizgi izliyor. Bu da hem Kürt toplumu hem bizde kaygı yaratıyor. Yani mevcut AKP iktidarının yaklaşımları oldukça kaygı uyandırıcıdır. Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı’na dayalı olarak, Türkiye’de Kürt-Türk ittifakının gelişmesi, iç barışın gelişmesi, onların deyimiyle “iç cephe”nin güçlenmesi meselesinde sorumsuz bir tutum vardır. Yani sorumsuzluk vardır.
KÜRT SORUNU TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİKLEŞME SORUNLARININ ÖNDE GELENİDİR
Fakat ek olarak şunu da belirtmek istiyorum. AKP bir bütünlük içinde değildir. Yani AKP’nin kendi bünyesinde bu konuda farklı fikirleri olduğu yansıyor. İnsan “Aynı parti, acaba danışıklı dövüş mü var, öyle bir yönlendirme mi var?” diye düşünebilir ama ben öyle olduğunu düşünmüyorum. Gerçekten AKP içinde bir kesim de, bunca yıllık savaş ardından -çünkü AKP bize karşı her şeyiyle savaşan bir parti oldu; hem özel savaş yöntemleriyle hem de askeri anlamda da, uluslararası aldığı desteğin tümünü PKK’yi bitirmeye hasretti- başarısız oldu. Bu konuda “Başka bir yol” diyen, “Bu sorun böyle çözülmez” diyen bir kesim olduğunu düşünüyorum. Aslında Kürt sorununun Cumhuriyet’in temel bir sorunu olduğunu, PKK’nin bu sorunun bir sonucu olarak ortaya çıktığını, Kürt halkının temel dayanak noktası olduğunu, belli bir ilişki ve görüşmeyle çözülmesi gerektiğini düşünen bir kesim bu. Fakat AKP’nin başındaki lider Erdoğan, bu konuda şimdiye kadar gerekli tutumu göstermedi. Son dönemde, “Bu süreç herkese kazandıracak” diye birkaç açıklaması oldu ama onlar da çok zayıf, çok cılız. Esasta “Bitti, bitirdik, yok ettik, terör, terörist” kavramları etrafında gezinen ve Türkiye toplumunu yanıltan bir tutum içerisinde olduğunu söyleyebilirim.
Niye bunu söylüyorum? Çünkü Kürt sorunu dediğimiz gerçeklik, Türkiye’nin temel demokratikleşme sorunlarından biridir, önde gelenidir. Bu sorun çözülmeden Türkiye’de hiçbir gelişme kalıcı olamaz, Türkiye gelişemez. Türkiye toplumu gittikçe çöken, çözülen bir hâl alır. Zaten mevcut durumda da bu gerçekliğe yakındır. Yani hem siyasi anlamda çözülme var hem ekonomik anlamda çözülme… Mesela askeri olarak ulaştıkları düzeyi büyük bir başarı olarak görüyorlar ama hiçbir toplum, sadece askeri gelişmeyle ayakta kalamaz. Ki nitekim bugün bu sorunu tartışıyorsak, bu PKK’nin ortaya koyduğu direnişin yenilmezliği ile ilgilidir. Evet, PKK beklenen 80’lerde, 90’larda hayal ettiği zaferi getirememiştir ama yenilmemiştir. Böyle bir gerçeklik, bugünkü Türkiye siyasetini belirleyen temel hakikat oluyor.
BAZI KESİMLER SÜREÇ GELİŞSİN İSTEMİYOR
Türk Genelkurmay’ı açıklama yaptı, “ateşkesi tanımıyoruz” bağlamında. Ateşkesi biz Önder Apo’nun çağrısını desteklemek ve atılacak adımlara zemin olması için ilan ettik. İşte yine Bahçeli’nin 9 Mart açıklamasında da “Ateşkes denkler arasında olur; PKK kendi dengi değildir” gibi şeyler var.
Gerçekten ateşkes kararı aldığımız günden beri HPG bilançoları açıklıyor. Her gün saldırılar devam ediyor. Böyle bir ortamda biz neyi tartışıyoruz? İnsan zorlanıyor. Şu anda tartıştığımız şey, koşullar oluştuğunda silah bırakma, silahlı mücadeleye son verme. Demek ki bunu istemeyen bir kesim var. Eğer ateşkes, silahların susması, en azından bazı gelişmeler ortaya çıkana kadar birbirimize meramımızı anlatma süreci istenmiyorsa, bu bir provokasyon sürecinin tasarlandığını gösterir. Süreçten rahatsız olan kesimlerin yürüttüğü bir tartışma bu. Bir de demek ki gelişme olsun da istenmiyor.
Buna ilişkin şunu da söyleyebilirim. Dostumuz bildiğimiz, bize yakın olan bazı kesimlerin değerlendirmelerini takip ediyorum. Sanki “Devlet bir şey koydu ortaya, biz hemen inandık, kendimizi kandırdık, silahlarımızı bıraktık” gibi bir anlatı var. Daha düne kadar aynı kesimler, “Niye silahlı mücadele veriyorsunuz” diyorlardı. Bir de ömür boyu tehlikenin yanından geçmemiş, tehlike gördüğünde sıvışıp gitmiş kişiler var, onlar da konuşuyor. Bunları da tabii doğru değerlendirmemiz lazım.
Ateşkesi istememek ya da çatışmasızlığı, silahların susmasını istememek demek, bu sürecin yürümesini istememek demektir. Tartışma olmasın, gelişme olmasın, PKK silah bırakmasın, mevcut statüko devam etsin demektir. Şunu çok iyi görmek lazım: Evet, PKK bir değişim ve dönüşüm sürecini yaşamak istiyor. Bunu gönüllü olarak istiyor. Ben bir PKK militanı olarak söylüyorum bunu. Önderliği yıllarca okuyan bir insan olarak söylüyorum. Biz zamanında daha güçlü değişimler yapsaydık, belki daha erken değişim ve dönüşüm de olurdu, mücadelemiz daha büyük ivme kazanırdı, yeni kanallar açılırdı. Fakat bizden daha çok Türkiye’yi değişim bekliyor. PKK öyle bir güç ki, o kadar mucizevi bir güç ki, kendisini dönüştürebilirse Türkiye’yi de dönüştürecek.
SÜREÇ BAŞARIYA ULAŞIRSA TÜRKİYE’DE CİDDİ BİR DEĞİŞİM SÜRECİ BAŞLAYACAK
Türkiye’de o kadar kötü, çirkin bir kesim oluşmuş ki, savaş üzerine, Kürt karşıtlığı üzerine bir rantçı kesim oluşmuş ki Türkiye halkının sırtına kene gibi yapışmışlar, Türkiye halkının kanını emiyorlar. Kürt halkından da bahsetmiyorum, Türk halkının kanını emiyorlar. Türk halkı, -ben yurtsever olarak, Türkiye halkının bir evladı olarak söylüyorum-, neredeyse yiyecek ekmeğe muhtaç ama hakkını savunamıyor. İşçi, emekçi, ezilen, her gün kadın katliamları, bebek katliamları, doğa katliamı, talan… Niye kimse bir şey yapmıyor? Çünkü savaş var.
Şimdi gerçekten PKK olarak bu süreci başarıyla tamamlayabilirsek, akamete uğramazsa ve ilgililer bu tarihsel sorumluluğu gösterirse, Türkiye’de ciddi bir değişim ve dönüşüm süreci yaşanacak.
Bir rantçı tabaka kesimi var. Bunun bir kısmını televizyonda görüyoruz ama göremediğimiz bürokrasi içerisinde de var. Her gün “neden olmaz”ın formülünü üreten, “nasıl olur”u değil de “neden olmaz, nasıl olmaz, niçin olmamalı, ne gerek var” gibi argümanlar üreten sözde akademisyen, sözde bilim insanı, sözde profesör, sözde gazeteci… Bunlar gerçekten PKK’nin silah bırakmasını da istemiyor. Herkesi onunla vurmaya yarayan bu argümandan da vazgeçmek istemiyorlar.
Türkiye’nin “kurucu partisi” CHP’yi bile PKK’yle iltisaklı mı, değil mi diyerek neredeyse baskı altına aldılar. Yani böyle bir Türkiye gerçekliği var, bundan nemalanıyorlar. Fakat ben hem Türkiye halkına, hem Türkiye’nin gerçek yurtseverlerine, yurtsever siyasetçilerine, demokratlarına şunu söylemek istiyorum bu kapsamda. Bu süreci biz başarıyla yürütebilir, geliştirebilirsek, Türkiye demokratikleşecek. Türkiye bölgede tüm halklara “model” olabilecek bir gelişim yaşayacak. Sadece ekonomik anlamda söylemiyorum, felsefi anlamda söylüyorum. Özgürlükler ülkesine dönüştürebiliriz Türkiye’yi. Bunun anahtarı gerçekten Önderliktedir. Bunun anahtarı gerçekten Kürt sorunun çözümündedir.
Kürt halkının varlık ve özgürlük sorununa bulunacak bir çözüm, bütün topluma da model olacaktır. O zaman herkes bu coğrafyayı da, kendisini yöneten yönetimi de sahiplenecek. Dolayısıyla bu önemli. Bunu sulandırmaya da gerek yoktur, sahte kardeşlik söylemlerine de gerek yoktur.
Kardeşlik ilişkisi eşitliği gerektirir, birbirinin varlığını ve kimliğini tanımayı gerektirir, eşit haklardan yararlanmayı gerektirir. Birinin her şey, diğerinin hiçbir şey olduğu bir dünya, kardeşlik değildir. Kardeşlik hukuku böyle tanımlanamaz. Bunu en iyi anneler bilir. Yani anlamayanlar, kardeşliğin ne olduğunu gitsin analara sorsun. Bir anne için evlatlar nedir, aralarındaki ilişki nedir, nasıl olmalıdır? Çok basit bir şey söyleyeyim. Çok sosyolojik bir şey söylüyorum. Madem “cennet anaların ayağı altındadır”, gelip bize sormasınlar, gidip analara sorsunlar. Analar için evlatları nedir, onların arasındaki ilişki nasıl olmalıdır? Şimdi böyle inceltilmiş bir inkârcılık ve soykırımı kimse bize dayatmamalı. Bu süreç öyle yürümez.
O yüzden önemli olan, Türkiye’nin demokratikleşmesi çerçevesinde, Kürt’ün de, Türk’ün de, Laz’ın da, Çerkez’in de, Alevi’nin de, Ermeni’nin de ve diğer inanç gruplarının da kendi renkleriyle yaşayabileceği bir Türkiye inşa etmektir. Bizim çabamız, yoğunlaşmamız, çalışmamız buna dönüktür. O yüzden kimse korkmasın, korkmamalıdır. Bölünme sendromları, parçalanma sendromları; bunlar artık gerçekten bayatladı, inandırıcılığını yitirdi.
Tekrar ediyorum; PKK, 2000 yılından beri bu paradigmasını adım adım inşa ederek, devletçi paradigmadan uzaklaşıyor, devletçi çözümlerden uzaklaşıyor. Bugün işte Önderliğimizin çağrısında da olduğu gibi, her türlü devletçi, yani milliyetçi eğilimlerden kaynaklanan ve devletçilikle beslenen her türlü modele tutum koydu. O yüzden kendi modelini inşa etti.
Yani “kişi kendinden bilir işi” diye bir söz var, Türkiye’de çok kullanılır. Herkes, aslında karşısındakini kendi zihniyet yapısıyla değerlendirir. Şimdi Önderliği ve PKK’yi anlamada yaşanan zorluk biraz buradan kaynaklanıyor. Herkes sanıyor ki, PKK de, Önderlik de bizler de böyle bir gizli ajandaya göre çalışıyoruz. Çünkü mevcut iktidar, devlet öyle çalışıyor: Hep bir gizli ajandası var, her zaman bir plan yapıyor, hep bir grubun çıkarını gözetiyor. O yüzden bizim de öyle olduğumuzu düşünüyorlar. Fakat tırnak içinde biz başka bir dünyaya aidiz. Biz kapitalist modernitenin, erkek egemenlikli, devletçi uygarlığın çocukları olmayı reddettik. Yeni bir şey yarattık, yeni bir toplumsallık yarattık. Demokratik bir dünya yaratmak istiyoruz. Amacımız bu. Bunun için de dağda olur, ovada olur, şehirde olur, başka her yerde olur; önemli olan bu felsefeyi özümsemek, bunun için mücadele etmektir diyoruz ve bu temelde yaklaşım gösteriyoruz.
CHP’NİN SAĞLIKLI TUTUM ALMASINI ENGELLEYEN BİR KESİM VAR
CHP 10 Mart’ta da açıklama yaptı, heyetle görüştükten sonra. Tuncer Bakırhan ve Tülay Hatimoğulları’nın ziyaretlerinden sonra. Hem onu hem de belirttiğiniz grup toplantısındaki konuşmaları açısından şunu söyleyeyim. Aslında sürecin başından itibaren Cumhuriyet Halk Partisi’nin tutumunu ben olumlu görüyorum. Sürece destek vereceklerini ve demokratikleşme çerçevesinde, Meclis çatısı altında çözüme hazır olduklarını hep vurguladılar. Bu önemli. Neden önemli? Gerçekten CHP, Türkiye’nin kurucu partisi olması itibarıyla da, ben bu tutumunu biraz öz eleştiri olarak da görüyorum. Gerçekten partiler üstü bir sorundan bahsediyoruz. Kürt sorunu denilen şey, AKP ve MHP’nin tekeline bırakılamayacak kadar genel ve tüm Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihini, tüm coğrafyasını, bütün imkânlarını etkileyen bir sorun.
Bu anlamıyla CHP’nin geliştireceği tutum gerçekten önemlidir. Bu anlamıyla Özgür Özel’in ve ekibinin de bu konuda bir çabası olduğu gözlemleniyor. Ben bu konuda esas olarak şunu söylemek istiyorum. Yani CHP cenahı ve ona bağlı bazı medya güçleri, ağırlıkla şöyle tartışıyor.: “Ya bu kadar kolay olamaz. Öcalan hemen çağrı yaptı, PKK hemen ‘evet’ dedi, muhakkak altında bir anlaşma var, bir al-ver var, işte anayasada, cumhurbaşkanlığı seçiminde anlaştılar” gibi söylemlerle o cenahta da süreci kaşıyan, tahrik eden, CHP’nin sağlıklı tutum almasını engelleyen bir kesim var. Bunu defalarca söyledik, heyetin kendisi de söyledi. Yani önderlikle görüşmeye giden heyet; Sırrı Süreyya Önder, Pervin Buldan ve diğerleri defalarca “Böyle bir al-ver süreci, bir anlaşma süreci yok” dediler.
CHP şunu bilmeli. Kürt sorununu çözen, yanında Kürtleri bulur ve büyür, güçlenir. Yani Kürt halkı, Kürt sosyolojisi diyeyim, Zizek bir kere şöyle bir şey söylemişti, “Kürt halkı çok iyi niyetli,” diye. Kürt toplumu, sosyolojik olarak çözülmemiş, “iyi niyetli bir halk” demişti. Yani ben yıllarca bu mücadelenin içinde bulunan biri olarak söylüyorum; Kürt toplumu çok vefalıdır. Kendisine yapılan özellikle iyilikleri unutmaz. Kötülükleri biraz çabuk unutabiliyor. Fakat Kürt toplumu, kendisine yapılan iyilikleri unutmaz. Böyle bir gerçekliği vardır yani.
CHP içinde ulusalcılar, milliyetçiler var; onlar çözümü istemiyorlar. O kesim de milliyetçi bir tutum alıyor. Fakat yeni CHP yönetiminin, aslında CHP’yi yenileme çabaları var. Böyle bir arayış içerisinde oldukları görülüyor. Bunun gerçekten bir demokrasi zeminine oturması, Türkiye’nin demokratikleşmesi çerçevesinde Kürt sorununa çözüm arayışları, bunu somutlaştırma girişimleri; mesela yasal değişiklikler, bugünkü açıklamalarda da vardı; “Yasal değişiklikler yapılırsa gündemimize gelir” dedi Özgür Özel, “Biz destek veririz; bu sorunun çözülmesini istiyoruz” dedi. Gerçekten bu çok önemliydi.
KİM OLUMLU ROL OYNARSA KÜRT HALKI ONU BÜYÜTÜR, GÜÇLENDİRİR
Tekrar söyleyeyim; kim Kürt sorununun çözümünde olumlu rol oynarsa, Kürt halkı onunla hareket eder, onu büyütür, güçlendirir. Şimdi böyle bir süreç var. Hiç kimse şöyle görmemeli; acaba DEM Parti şahsında söyleniyor, ki ben bunu yanlış buluyorum. “DEM Parti bir Türkiye partisidir, Kürt partisi değildir” diyorum. İşte “Kürtlerin oyları Cumhur İttifakı’na gidecek” gibi bir durum yok. O anlamıyla yeni Türkiye şekillenirken, Kürt halkı da kendi iradesini örgütlü biçimde siyasal zemine yansıtmayı sürdürecek. Ama bunu elbette ki demokrasiyi geliştiren, eşit yurttaşlığı geliştiren, Türkiye’de demokratik hukuku ortaya koyan kesimlerle yapacak. Eğer CHP bu temelde rolünü oynarsa, bu anlamıyla da Türkiye tarihinde “İkinci Cumhuriyet dönemi” diyelim biz buna, onda da rol oynamış bir siyasal parti hâline dönüşecek.
Bir dönem şöyle bir şey oldu. Çok fazla iç sorunlarına gömüldü, kendi cumhurbaşkanı adayını tartışan bir konumda kaldı. Bu, Türkiye gündeminin dışında kalmaydı. Buna son vermek gerekiyordu. Sanırım bu konuda da bazı gelişmeler yaşadılar kendi içlerinde, parti olarak. Ama en fazla bu sürecin gelişmesi için çabalaması gereken, rol oynaması gereken parti, Cumhuriyet Halk Partisi oluyor. Dikkat edilirse, iktidar güçleri -AKP ve MHP- CHP’nin bu konuda söz kurmaması için elinden geleni yapıyor. Yani bunun bir plan olduğunu görmeli CHP. O anlamıyla çok daha fazla bu sürece sahip çıkan ve rolünü oynayan bir konumda olmalıdır. Geride kalan son yılların pratikleri de, CHP’nin, Kürtlerle hareket ettiğinde neler kazandığını hem yerel yönetimler düzleminde hem Türkiye siyasetini belirleme anlamında gösterdi. Bu gerçekliği görerek bence yaklaşması gerekir.
ÖZGÜR YAŞAMA BAĞLIYIZ
Başlangıçta Kürtlerin dostu yoktu ama bu mücadele geliştikçe, büyüdükçe dostları da çoğaldı. Kürt halkının dostları çoğaldı; artık yalnız değildir. Her kesim açısından söylüyorum; İslamcı cepheden, sol-sosyalist cepheden, aydın entelektüel kesim, bilim dünyasından… Şimdi böyle bir duruma geldik.
Her şeyden önce, belki de dostlarımızın, demokratik sol-sosyalist çevrelerin, gerçekten demokratik bir dünyaya gönül verenlerin ne düşündüğünü önemsiyorum. Bu bizim için her şeyden önemli. O anlamıyla keşke böyle fırsatlar olsa da tartışabilsek. Demokratik toplumdan ne anladığımızı tartışabilsek. Bu çerçevede demokratik sosyalizmi tartışabilsek. Sosyalist mücadelenin, reel sosyalizm sonrası yaşadığı krizleri ortak oturup tartışabilsek ve ortak çözümler bulsak; bulduğumuz çözümü birlikte paylaşabilsek. Bazı yaklaşımlarda sanki anlaşılmayan en temel konulardan biri de reel sosyalizm hakkında edindiğimiz eleştirel duruştur.
Sovyetlerde gerçekleşen sosyalizmin iç nedenlerle yıkılışı, mevcut sosyalizm anlayışında bir eksikliğin olduğunu gösteriyor. Yanlışlık demiyorum ama onu yenilgiye götüren, başarısızlığa götüren bir neden olduğunu gösteriyor. Şimdi, bunca yıldır dünya çapında sağ düşünceler yükseliyor, dünyada bir sistemsel kriz var. Fakat kendini alternatif hâline getiremeyen bir sosyalizm anlayışı, bir sosyalizm çizgisi var. Biz bunu dert etmek zorundayız, eğer gerçekten sosyalistsek, sosyalizmi bir yaşam tarzı olarak benimsiyorsak, onu bir sistem olarak gerçekleştirmek istiyorsak... Kadınların, ezilenlerin, emekçilerin, gerçekten kurtuluş alanı olarak sosyalizmi görüyorsak, Sosyalizmin yetersizliklerini tespit etmek, kendimizden başlayarak öz eleştiri yapmak, bunları düzelterek gerçek bir alternatif hâline getirmek zorundayız. Bu, aslında sosyalizmin o büyük şehitlerine verilecek en anlamlı cevaptır. Şehitlere verilecek cevap, onların hatalarını, eksiklerini, yetersizliklerini, yapamadıklarını tekrarlamak olamaz. Bu “dar mezhepçi” bir yaklaşımdır, geri bir yaklaşımdır. Biz bundan yüz yıl önce yapılanı tekrarlayarak günümüzde sosyalizmi inşa edemeyiz. O yüzden evet, yenilenmek gerekiyor, yeniden tartışmak gerekiyor, yeniden yapılanmak gerekiyor. Nerede kaybettik, sosyalizme ne kaybettirdi, gibi şeyleri görmek gerekiyor.
Mesela bizim devletçi çözümden vazgeçişimiz, buna bağlı çözüm arayışlarından vazgeçişimiz, aslında sosyalizme olan bağlılığımızdandır. Biz herkesten daha fazla özgür yaşama bağlıyız, öbürlerini teferruat görüyoruz. Yani sistemler insanlar içindir, önemli olan özgür yaşamdır diyoruz. Özgür yaşam tanımlamamız da sosyalist yaşamdır. Sosyalist olmayan bir yaşam özgür olamaz. Sınıfların olduğu, birbirine hükmetmenin olduğu, emek hırsızlığının olduğu, tekelleşmenin olduğu, birbirinin değerlerine göz dikenlerin olduğu bir toplum özgür olabilir mi? Bırakalım bir ailede bile… Kadın mülk oldukça o ailede kadın özgür olabilir mi? Mülkiyet ilişkileri değişmeden özgürlük olabilir mi? Mülkiyet anlayışı… Bütün bunlar tartışmamız gereken boyutlar. Ama çok geniş bir konu.
Bu anlamda şunu söylemek istiyorum. Elbette ki dostlarımız bizi eleştirebilir, anlamak istedikleri konuları tartışma gündemine koyabilirler. Fakat burada şunu ifade etmeliyim. Dostlarımızı yanımızda görmek istiyoruz tabii. Zor günlerde, kritik değişim günlerinde anlamlı yaklaşmalarını ve içine girdiğimiz çabaya değer vermelerini istiyoruz; çünkü bizi tanıdıklarını düşünüyoruz. Bizi tanımayan, karşıt olan, bize cepheden saldıranlar başka şeyler söyleyebilir, çarpıtabilir. Ama dostluk ya da birlikte aynı yolu yürümek, aynı amaca sahip olmak; birbirine daha fazla anlam vermeyi, eksikliklerini telafi etmeyi, hatta kapatmayı, ayıbını örtmeyi gerektirir.
O anlamıyla eleştiriler yapılırken, tartışmalar yürürken anlam çok önemli. Yani biz anlamlı eleştiri istediğimizi ve dostlarımızı, sosyalistleri, devrimcileri, demokratları böyle bir süreçte yanımızda görmek istediğimizi belirtmek isterim. Çünkü aslında evet, işin Kürt ayağı boyutu öne çıkıyor ama bu sürecin özü, Cumhuriyetten dışlanan Kürtler ve sosyalistleri yeniden dahil edebilmektir. Biliyorsunuz, İslamcılar, Kürtler ve sosyalistler, Cumhuriyet kurulurken, 1924 Anayasası sonrası dışlanan kesimler oldular. İslamcılar, yani AKP ile kendi çözümünü buldu. Şimdi, Kürtler ve sosyalist güçlerin Cumhuriyet’le barışık hâle gelmesi ve bu temelde mücadele eden bir duruma taşınması lazım. İkisini biz iç içe alıyoruz. Kürt özgürlüğü dediğimiz şey ya da demokratik toplum dediğimiz şey, sosyalizm mücadelesinden asla kopuk değildir. Komünal yaşam değerlerinden, birlikte yaşam değerlerinden, eşitlik değerlerinden asla kopuk değildir. Bunu tüm yoldaşların bilmesi gerektiğini ifade etmek isterim.