Şerik: Kapitalist modernite salgını kullanıyor

PKK Merkez Komite Üyesi Cemal Şerik, salgın gerekçesiyle sosyalite en asgari düzeye indirilirken kapitalist modernitenin dört başı mamur şekilde kendini yeniden örgütleyip mücadele edecek hiçbir gücü bırakmamaya çalıştığını söyledi.

PKK Merkez Komite Üyesi Cemal Şerik, kapitalist modernite sisteminin laboratuvarlarda ürettiği mikroplar ve ‘hastalık’ adını verdiği salgınlarla topluma yeni bir biçim kazandırmak istediğini belirtti.

PKK Merkez Komite Üyesi Cemal Şerik, ANF’nin sorularını yanıtladı.

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan 20. yüzyılın son çeyreğinden günümüze kadar devam eden süreci ‘finans kapital çağ’ olarak değerlendiriyor. Sermayenin kapitalist modernite sistemi içerisinde diğer unsurlar karşısında tüm kontrolü ele geçirmesinin önceki dönemlerden farkı nedir?

Finans tekel kapitalizmi günümüz dünyasında yaşananların içerisinde anlam kazandığı bir dönemi anlatıyor. Bu dönemin temel özelliği de kapitalist uygarlığın finans tekel öncesi dönemlere oranla olan farkıdır. Bu fark şundan geliyor; 1970’lere kadarki dünya gerçekliği ile 1970’ler sonrası dünya gerçekliği arasındaki temel ayrım noktalarında kendisini gösteriyor. 1800’lerin başından 1970’lere kadarki süreç sanayi tekel kapitalizmi olarak adlandırılıyor. Sanayi tekel kapitalizminin o güne kadar dünyada neden olduğu değişimler var. Siyasal, düşünsel, ekonomik ve toplumsal anlamda yaşanan değişikliklerdir. Bu değişiklikler sadece kapitalist uygarlığın kendisinin neden olduğu değişiklikler değil, tamamıyla kapitalist uygarlığın kendisi dışında olan; toplumsal ve kültürel yaşamda etkide bulunan gelişmeler üzerinde kurduğu tekelle gerçekleşiyor. Bilimin, felsefenin, ideolojinin gelişmesi toplumsal anlamda yaşanan süreçlerin ortaya çıkardığı bir değişim. Bu nedenle bunların kapitalist uygarlığa mal edilmemesi gerekir. Kapitalist uygarlığın yaptığı, bunlara el koymadır, bunları kendi tekeli altına almadır. Bilimi kendi tekeline alıyor. Kendi sınıf egemenliğini bu gelişmeler üzerine kuruyor. Tabi bunun da ideolojik ve düşünsel anlamda çerçevesini oluşturuyor. Aydınlanmada bir eğilim olarak ortaya çıkan o düşünce yapısını giderek kendi düşünce yapısı haline getiriyor. Orada düşünsel anlamda liberalizmin gelişmesi önemli. Düşünsel anlamda yaşanan bu gelişme, kapitalist modernitenin de düşünce yapısının merkezini oluşturuyor. Bu düşünce yapısına bağlı olarak da bir siyasal çerçeve oluşturuluyor. Ekonomik yaşama da buna göre bir düzen-ölçü kazandırılmaya çalışılıyor. Burada kazandırılan ölçü, ekonomi üzerine kurulacak tekelin neye göre belirleneceği oluyor. O dönemde sanayi gelişiyor. Onun üzerine tekel kuruluyor. Para, o ilişki biçiminin de temel dönüştürücü aracı haline geliyor.

Marksist literatürde sanayi sermayesi ile mali sermayenin birleşmesi olarak adlandırılan bu ilişki biçimi, kapitalist modernitenin de o günkü koşullarındaki ana çerçevesini oluşturan bir ilişki biçimi oluyor. Bu ilişki biçimine göre kapitalist uygarlık kendi sistemini örgütlüyor. Kendini tekel sistemi şeklinde ifadeye kavuşturuyor. Buradaki tekel sadece ekonomi üzerine kurulan tekel değil, siyasal alanda da kurulan bir tekele dönüşüyor. Dünyanın güçlü eski imparatorlukları yerine yeni kapitalist, emperyalist devletlerin alması şeklinde kendini gösteriyor. Bunlar da dünyayı kendi aralarında paylaşıyorlar. Dünya savaşları, böylesi bir sürecin ürünü olarak ortaya çıkıyor. Tabi bu süreçte kapitalist uygarlığın krizi iyice derinleşiyor. Aslında burada kapitalist uygarlığın krizini dönemsel bir kriz değil, süreklileşen bir kriz olarak görmek gerekiyor. Kriz, sermayenin, paranın giderek her şeyi kendi kontrolü altına almasının ortaya çıkardığı bir sonuç oluyor. Bilim, yaşamın her alanında etkisini gösteriyor ama kapitalist uygarlık açısından bilimin ortaya çıkarttığı her şey bir kâr aracı; sermayeyi daha da çoğaltma aracı haline getiriliyor. O açıdan bilimin gelişmesiyle sermayenin onun üzerinde kurmuş olduğu tekel üzerinde doğrudan bir bağlantı söz konusu. Yani ulus-devlet, endüstriyalizm ve azami kâr, bu anlamda kapitalist uygarlığın güç kaynakları şeklinde bir pozisyon oluşturuyor. Çünkü II. Dünya Savaşı sonrasında dünya konjonktürü değişiyor. O konjonktür içerisinde farklı dengeler ortaya çıkıyor ve bunlar arasında bir mücadele söz konusu. İki kutuplu dünya denen olgu da o çelişkideki tarafları gösteriyor. Bunlar arasındaki çelişki ve çatışma sermayenin dolaşımını daha da hızlandıracak ya da onu da çoğaltacak yeni ilişki biçimlerini ortaya çıkartıyor. Bu paranın dolaşımı önündeki engellerin ortadan kalkması şeklinde kendini gösteriyor. 1970’lerde finans tekel kapitalizmi, aslında paranın dolaşımı önündeki engellerin giderek daha fazla aşılmasının bir zorunluluk haline gelmesidir. Bu zorunluluğun sonucu olarak da ulus devletin o zamana kadar oluşturduğu sınırların biraz aşağıya indirilmesi, paranın basımı için ön koşul olarak görülen hazinede tutulan altın külçelerin asıl veri olmaktan çıkması ya da önemini giderek kaybetmesidir. Bunlar yerine de geçerli olarak paranın öne çıkması. Dolara kağıt altın denilmesinin anlamı da aslında finans tekel kapitalizminin diğer unsurları üzerinde etkin bir güç olarak öne çıkması oluyor.

Marks, kapitalizmi bir üretim biçimi olarak değerlendirerek ekonomi ile ilişkilendirdi. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ise “en gelişkin ekonomik sistem’ olarak sunulmasını tarihin ‘bilim’ adı altındaki en büyük yanıltmasıdır” dedi. Kapitalizm kendisini en gelişkin ekonomik sistem olarak yansıtırken tarihin sonuna gelindiği algısı yaratsa da günümüz dünyasının ulus devletleri çok büyük krizler yaşamakta. Bu çelişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

İnsanlık tarihinin belirli dönemine verilen isim olarak kapitalizm, aslında birçok yorum ve değerlendirmeyle anlamlandırılmaya çalışılıyor. Yapılan bu anlamlandırmalar içerisinde de kapitalizmi bir ekonomi olarak gören düşünceler de var. Toplum olarak gören, bir zorunluluk olarak gören düşünceler de var. Aslında bu bir tarih anlayışından kaynağını alıyor. O tarih anlayışında da insanlık tarihinin ya da toplumların düz çizgisel bir gelişim içerisinde olduğu tespiti buna kaynak teşkil ediyor. Bu düz çizgisel gelişim içerisinde de insanlığın yaşamış olduğu tarihsel süreçler bir zorunluluk olarak kabul ediliyor. Bu zorunluluğun da dayandırıldığı etmenler var. Temel dünya görüşleri, temel bakış açıları burada belirleyici oluyor. Marks’ın kapitalizmi ele alışında da bu temel bakış açısı önemli bir rol oynuyor. Toplumların tarihinde o gelişim seyri içerisinde kapitalizmi zorunlu bir dönem olarak ele alıyor. Toplumu bir madde olarak kabul ettiği zaman o yaşayan organizma üretim üzerinde kendisini var ediyor. Ki üretim de ekonomi olarak anlam kazandığı için kapitalizm ‘ekonomi’dir şeklinde bir tanıma gidiyor. Önder Apo’nun kapitalizme ilişkin yaklaşımındaki temel farklılığını da bu oluşturuyor. Önder Apo, kapitalizmi ekonomi olarak görmüyor, tarihsel bir zorunluluk, kaçınılmaz bir sonuç, bir toplum olarak görmüyor. Kapitalizm, bir toplum olarak değerlendirildiğinde bu sefer kapitalizmin kendini var ettiği o egemenlik, sömürü, talan, soygun sistemi, sanki insanın toplumsallaşmasının bir sonucu, bir parçasıymış gibi görülmüş oluyor. Bu kendi içerisinde bir çelişkiyi ifade ediyor.

Yabancılaşma toplumdan uzaklaşmadır. İşte sömürüyü gerçekleştirenler, toplumun maddi değerlerine, toplumun ürettiklerine el koyanlar toplumdan yabancılaşmış oluyorlar. Kapitalizm de toplum üzerinde kurulan değerlere el koymanın bir biçimidir. Bu el koymanın bir siyasal sisteme kavuşturulmasıdır. Öyleyse bunlara el koyanlar toplumun üzerinde yer alıp topluma yabancılaşıyorsa onu bir toplum, bir zorunluluk, bir ekonomi olarak görmek de doğru olmuyor. Orada yanılgılı yaklaşım ortaya çıkıyor. İşte finans tekel kapitalizminin de aslında yaptığı budur. Her şeyi parayla açıklıyor. Her şeyi paraya dayandırıyor. Paradan para kazanmayı da kağıt üzerinde yapılan ya da bilişim üzerinde yapılan işlemlere dayandırarak bunu gerçekleştiriyor. Kurmuş olduğu sistem de ekonomiden uzaklığı ifade ediyor. Kapitalizm paranın saltanatıdır. Toplumu var eden tüm değerler üzerine el koymadır. Yağma etmedir, talan etmedir, onu kendi tekeline almadır. Bunun anlamı her şeyi kendi hanesine geçirmesidir.

‘İnsanı insanın kurdu’ yapmaya çalışan kapitalizm, çıkışından bu yana çeşitli hastalıklar üreterek toplum kırımın mabedi haline geldi. Koronavirüsü denen salgın ile dünya bambaşka bir sürece girmiş bulunuyor. Küresel ısınma vb. doğa kırımı örneklerinin ‘doğal’ birer sonuçmuş gibi yansıtılmasının, hastalıkların toplum kırım perdelenerek ‘biyolojik’ addedilmesinin endüstriyalizm ve mevcut bilimsel yaklaşımla ilişkisini nasıl izah ediyorsunuz?

Topluma ait maddi ve manevi değerleri gasp ettiğinde doğal olarak topluma ait bir şey bırakmıyor. Toplumda üretimle kendini var eder. Üretim doğa üzerinde gerçekleşir. İnsanla doğa birbirini tamamlar. İnsan doğanın içerisinde kendini var eder. Doğanın içerisinde kendini var ederken de kendi yaptıklarıyla da yaşamını düzenler. Kapitalizm bunlar üzerine kurulan bir tekeli anlatıyor. Bunlar üzerine tekel kurduğu zaman da o toplumu var eden etmenler ortadan kalkıyor. Doğayla toplum arasındaki ilişki, düzen ortadan kalkıyor. Orada toplum kendi doğal işleyişi, kendi diyalektiği dışına çıkıyor. Doğa kendi diyalektiği dışına çıkıyor. Toplum kendi diyalektiği, doğa kendi diyalektiği dışına çıktığında da onu var eden etmenler, parçacıklar arasındaki uyum ortadan kalkıyor. Tamamlayıcılık bozuluyor. Tamamlayıcılık bozulduğu zaman da hastalıkları üretiyor. İçerisinde krizi, bunalımı üretiyor. Bunların da bir kaosa dönüşmesine neden oluyor. O nedenle de kapitalizmin yaşadığı kriz aslında onun finans tekel döneminde almış olduğu biçimi, yani onun bir kaosa dönüşme gerçekliğinin bir sonucudur. Krizler ve sorunlar çeşitli biçimlerde çözülebilir. O krizin vahim bir sonuca varmasını engelleyici önlemler alınabilir ama kaos öyle değildir. Kaos, var olandan çıkış yapılma anını gösterir. Kaos böyle bir gerçekliği ifade ettiğinde de doğal olarak o kaosun yaşandığı koşulların da artık bundan sonra devam edemeyeceğini ifade eder. Bugün toplumun yaşadığı, doğanın yaşadığı da bundan farklı değil. Kapitalist sistem, kaos halindedir, toplum artık o kaos içerisinde var olamaz; ya toplum olarak ortadan kalkacak ya da o kaos içerisinde kendisini yeni bir toplumsal inşa biçiminde ortaya koyacak. Doğanın da yaşadığı toplumun yaşadığından farklı değil.

Kapitalist uygarlık kâr uğruna doğayı hoyratça sömürüyor. Kâr elde ettiği nesnenin ya da varlığın geleceğinin ne olacağı onun için önemli değil. O anki ihtiyaçlarını karşılıyorsa onun için önemli olan budur. Doğa da bu yönleriyle kapitalizm tarafından tüketiliyor. Küresel ısınmadan bahsediliyor, temiz su kaynaklarının tükenme noktasına gittiğinden bahsediliyor. Doğanın ciğerleri olarak kabul edilen ormanların kırımdan geçirildiği söyleniyor. Tüm bunlarda bir kırım yaşanınca da doğal olarak doğadaki yaşam da tehlikeye giriyor. İşte doğanın dengesinin bozulması toplumu var eden etmenlerin üzerinde kurulan tekel beraberinde de bugün insanların hastalık diye adlandırdığı sonuçların ortaya çıkmasına neden oluyor. Gerçi bunlar kapitalizmin hastalığıdır. Toplumun ve doğanın hastalığı değildir. Eğer hastalık o sözlüklerdeki ifade ettiği anlamda değerlendirilecekse hastalık değil. Ama bunlar topluma, doğaya zarar veriyor. Öyleyse bugün hastalık olarak doğanın dengesi, toplumu var eden etmenler üzerinde kurulan tekel sonucu ortaya çıkanlara hastalık denilecekse bu aslında kapitalist uygarlığın doğa ve toplum üzerinde yaratmış olduğu tahribatlardan başka bir şey değildir. Koronavirüsü denen salgın da böylesi bir gerçeklik içerisinde yer alıyor. Fakat korona sadece bununla da sınırlandırmak yeterli değil. Sadece doğanın dengesinin bozulması, toplumun var eden etmenler üzerinde kurulan tekellerle sınırlı değil. Aynı zamanda kapitalist uygarlığın kendi toplumunu yaratma arayışları söz konusudur.

Kapitalizm kendi toplumunu yaratıyor. Öylesi bir toplumu yaratamazsa kendi egemenliğini sürdüremez. Şimdi yaratmış olduğu bu topluma da yeni bir biçim kazandırmak istiyor. Bu kazandırmaya çalıştığı yeni biçim de insanın insan olmaktan çıkartılmasıdır. İnsanın sürüleştirilmesidir. Düşünceleri ile kendisini var edemez, yaptıkları ile kendisini üretemez hale getirilmesidir. Bu insanın robotlaştırılması, makineleştirilmesidir. O robotların, o sürünün, o makinelerin üzerine de kapitalizmin kendisini oluşturmaya çalıştığı bir tekeldir. Toplum mühendisliği bu projenin bir adıdır. Toplum bu toplum mühendisliğine göre yönlendiriliyor. Buna göre yönlendirilirken de toplumun duyargalarını belirleyecek yeni politikalarını devreye koyuyorlar. Bugün insanlığa mal edilen hastalık biçimleri de bunlardan farklı değil. Toplum üzerinde kurulan tekel bir gerçekleştirme biçimi anlamına geliyor. O nedenle korona gibi salgınlar sadece doğanın dengesinin bozulmasıyla alakalı değil. Laboratuvarlarda yürütülen mühendislik çalışmalarında ortaya çıkartıldığı bir sonuçtur. Laboratuvarlarda üretilen mikroplardır. Aslında laboratuvarlarda üretilen o mikroplarla toplum yaşamı yeniden düzenleniyor. Toplum yaşamı yeniden şekillendiriliyor. Salgın var, insanlar evden çıkmayacak deniyor. Dünyada insanlar evlerine kapatılıyor, sosyaliteleri en asgari düzeye indirgeniyor ama bunun karşısında da kapitalist modernitenin o otokratik, o faşist sistemleri dört başı mamur şekilde kendini yeniden örgütlüyor. Önünde kendi sistemine karşı mücadele edecek hiçbir gücü bırakmıyor. Korona, topluma getirdiği bu. Bundan yararlanan kim? Kapitalist modernitenin kendisidir.

Bundan sonra benzeri hastalıklar da ortaya çıkacak. Bundan sonra çıkacak benzeri hastalıkları finans tekel kapitalizminin kendi sistemini örgütleme gerçeğinden ayrı olarak düşünmek mümkün değildir. III. Dünya Savaşı sadece cephede yürütülen savaşlarla yürütülmüyor. Bir bütün olarak insanlığa karşı yürütülen bir savaş. Sadece bu savaşta küresel sermaye güçleri aralarında güç ilişkilerini yeniden belirlemiyor. Yani III. Dünya Savaşı, yeni dünya düzenini oturtmanın bir savaşıdır. Doğanın düzenlenmesinden tutalım toplumun düzenlenmesine kadar, küresel sermaye güçlerinin kendi aralarındaki güç ilişkilerini düzenlemesine kadar hepsi III. Dünya Savaşı’nın hedefleri arasında yer alıyor. Bugün toplumun yaşadığı o felaketleri III. Dünya Savaşı içerisinde değerlendirmemiz gerekir. Bugünkü korona denen ve ileride daha farklı hastalıklarla dile getirilecek olan mikrobik salgınlar da kapitalist modernitenin finans tekel kapitalizminin kendi sistemini topluma hakim kılmanın bir aracı olarak üretilmiş olan “hastalıklar” şeklinde kendini ifadeye kavuşturuyor.

Devam edecek…