Dilzar Dîlok: Zehirli dil terk edilmeli

PKK Merkez Komite Üyesi Dilzar Dîlok, çözüm çağrılarında inkârcı dil kullanılmasını eleştirerek, siyasetin tutarlı bir yaklaşım içinde olması gerektiğini belirtti. Dîlok iktidarı ve medyanın kullandığı zehirli dili terk etmesi gerektiğini söyledi.

DILZAR DÎLOK

Önder Apo ile DEM Parti heyetinin görüşmesinin ardından Türk devleti tarafında verilen fotoğrafın pek iç açıcı olmadığını ifade eden Dilzar Dilok, kamuoyunun suni tartışmalara yönlendirildiğini ve bunun devlet açısından sorumlu bir örnek oluşturmadığını söyledi. Böylesi süreçlerin sorumlulukların en üst düzeye çıktığı süreçler olduğuna dikkat çeken Dilzar Dilok, Baştan oluşturulan inkarcı dil gerçekten anlaşılır değil. Hem çağrı yapıyorsun, “gel çözelim” diyorsun, hem de inkârcı bir dil kullanıyorsun. Siyasetin dili daha tutarlı olmalı. Dozajı az olabilir, adımlar yavaş olabilir ama tutarlılık şarttır. Bu durum, yandaş basın camiasını da zehirlemeye devam etti. Zaten onlar, iktidarın sözlerine göre hizalandıklarından, besmele gibi o sözleri ve kelimeleri kullanmaya başladılar. İktidarın bu kirli, hatta zehirli dilden kurtulması lazım” şeklinde konuştu.

 PKK Merkez Komite Üyesi Dilzar Dîlok, gündeme dair ajansımıza verdiği röportajı yayınlıyoruz:

Önder Apo’ya Özgürlük Hamlesi birinci yılını doldurdu ve ikinci yılına girdi. Geçen yıl boyunca önemli eylemlerle birlikte önemli bir mesafe de kat edildi.  Hamlenin yıldönümünde gerçekleşen Önderlik ile yapılan görüşme, yeni bir sürecin başlangıcı olarak değerlendirilebilir mi?

Önderliğin özgürlüğü temelinde yürütülen özgürlük hamlemiz, birinci yılını doldururken önemli aşamalar kat etti ve bunu tüm dünyaya gösterdi. Hamleyi halkımızın dostları ve Önderlik paradigmasına gönül veren akademisyenler başlattı; halkımız da sahiplendi ve görevi omuzlama ruhuyla katıldı. Hamleye en büyük katkıyı Önderliğimiz, şehitler ve direnen yol arkadaşlarımız yaptı. Önderlik ile Ömer Öcalan’ın yaptığı görüşme ve Önderliğin gönderdiği selam, adeta yeni bir yılın ve yeni bir dönemin başlangıcı oldu. 3’üncü Dünya Savaşı’nın çeşitli etaplarıyla ve dünya sisteminin ahtapot kollarıyla cebelleşen Kürtler ve Ortadoğu halkları için bu selam, yeniden bir umut oldu, adeta güneş gibi doğdu. Kuşkusuz, Kürtler, demokrat ve sosyalist insanlar için böyleydi; ancak Türkiye halkı için de böyledir. Türkiye halkının umut hakkı, Önder Apo’nun konuşması ve özgür koşullarda yaşamasıdır. Çokça sözü edilen ve bir pazarlık ya da tehdit unsuru gibi dile getirilen umut hakkı kavramı, özünde Türkiye halklarının Önderlik çizgisiyle kazanma olasılığı yakaladıkları bir özgür yaşam seçeneğidir. Olup olmayacağı, neyin nasıl olacağı, sürecin bundan sonra kat edeceği gelişme seyrine bağlıdır.

Süreç diyelim mi, demeyelim mi tartışmasından ziyade, Kürt halkının kolektif hakları, var olma ve halk olarak yaşama sorununa çözüm ile Türkiye’nin demokratikleşmesi konusuyla geçen süreye atfen süreç dendiği malum. Sert mizaçların yumuşamasıyla başlayıp selamlaşmaya evrilen, ardından gelen tokalaşmayla kendinden söz ettirmeye başlayan bir dönem yaşandı. Oldu olmadı, barış mı, çözüm mü, ateşkes mi, silah bırakma mı gibi konulardan çok önce, bu geçen üç aylık sürecin, görünen üç ayın ötesinde olduğu bir gerçek.

Kuşkusuz, “süreç” kelimesi sihirli değnek değil; zira telaffuz edince de saldırılar durmadı. Türk devleti, süreci başlatma yönünde kendince tabuları yıkarak ilerlemek istemesine ve bu niyete göre bir gündem açmasına rağmen, Bakur, Başur ve Rojava`daki katliamlar, sivil yaşam mekanlarının ve yaşam olanaklarının yok edilmesi, halkı susuz ve elektriksiz bırakmaya kadar soykırım saldırılarının envai türünü uygulamaya devam etti. Bundandır ki, bugünlerde mizaçlar kimi zaman yumuşasa da özünde saldırıların karakterindeki sertlik devam ediyor.

Önderliğin gelip Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde konuşması ve bu temelde umut hakkı yasasının uygulanması gibi cümlelerin, Türkiye’de en milliyetçi kanadın dilinden ve TBMM’den duyurulması dikkat çekiciydi. Zira çöktürme süreci ve ardından gelişen yok etme saldırılarıyla dolu geçen yıllar ardından başka türlüsü kaale alınır mıydı, muamma. Geçmiş yıllarda yapılan düşmanlıklardan öte, sergilenen ciddiyetsizliklerden dolayı bugün fazlasıyla ciddi olunması gerekirdi. Türkiye’nin en büyük tabusu bölünme konusudur. Bölünme korkusu, tüm iç ve dış siyaseti, sistemi ve kurumsallaşmayı belirliyor. İkinci tabu ise, birinci tabuyu gerçekleştirmesinden korkulan PKK’liler ve tabii ki Önder Apo’dur. Bundan dolayı, Önder Apo’ya dair bir gündemin açılması, soykırımcı faşist basının -ki şu an hala tüm geriliklerine ve şahsiyetleri pahasına iktidara yakın durmalarına rağmen- Önderlik üzerindeki tecridini kısmen gevşetti. Bir yıl önce aynı konudan söz eden bir gazeteci hapse atılmışken, bugün aynı konu tüm yayın organlarında tartışılmaya başlandı. Bunları belirtirken, kuşkusuz Kürtleri, kadınları, ezilenleri, emekçileri ve farklı inanç sahiplerini düşman gören zihniyetleriyle yaptıklarını da göz ardı etmemek lazım.

Adı konulsun ya da konulmasın, gelişme olasılığı olan her süreç, Önderliğimizin en temel rol oynadığı; çözüm ve özgürlük temelinde demokrasiyi, halkların bir arada demokratik temelde yaşamasını esas aldığı süreçtir. Bu, en keskin mücadele süreçleridir. Hassas ve duyarlı olmayı, temkinli olmak kadar cesaretli olmayı, tarihsel deneyimle oluşan bilincimizi yok saymadan adım atmayı ve en nihayetinde Önderliğimizin ve halkımızın özgürlüğüne odaklanarak süreçlere anlam biçmeyi gerektirir.

Sözü edilen sürecin nasıl gelişeceği net ortaya konulamasa da devletin yaklaşımı değerlendirilebilir ya da yorum yapılabilir. İktidar bu süreci nasıl karşılıyor ve nasıl bir fotoğraf veriyor?

Verilen fotoğrafın pek içi açıcı olduğu söylenemez. Parçalı görüntü verip kamuoyunu suni tartışmalara sevk etmek, devlet adına yeterli bir sorumluluk örneği oluşturmuyor. Böylesi süreçler, sorumlulukların en üst düzeye çıktığı ve çıkması gerektiği süreçlerdir. Salt buradan bakarsak bile yeterli sorumluluk gösterilmediğini ve daha ciddiyetle yaklaşılması gerektiğini belirtebiliriz. Bunun da bir yansıması var kuşkusuz. Bahçeli’nin konuşmasındaki dil, gidişattaki dili belirledi, hatta daha da geriye çekti. Baştan oluşturulan inkarcı dil gerçekten anlaşılır değil. Hem çağrı yapıyorsun, “gel çözelim” diyorsun, hem de inkârcı bir dil kullanıyorsun. Siyasetin dili daha tutarlı olmalı. Dozajı az olabilir, adımlar yavaş olabilir ama tutarlılık şarttır. Bu durum, yandaş basın camiasını da zehirlemeye devam etti. Zaten onlar, iktidarın sözlerine göre hizalandıklarından, besmele gibi o sözleri ve kelimeleri kullanmaya başladılar. İktidarın bu kirli, hatta zehirli dilden kurtulması lazım.

Bahsettiğimiz süreç boyunca en çok duyduğumuz söz, “PKK’nin silah bırakması” konusunda dillendirilenler oldu. Bununla bağlantılı olarak, “terörün bitmesi” türünden cümleler sarf edildi. Sürecin nasıl ilerleyeceğini bilmediklerinden ve önceki süreçlerin ardından yaşanan kırımlardan dolayı, iktidarın çevresinde kümelenen akademisyenler, gazeteciler ve yazarlar da temkinli ve iktidara yakın duruşlarında ısrar ediyorlar. Öte yandan, gündem Önderlik olduğundan beri ekranlara çıkamayan savaş tacirleri de var. Bu sürece kadar kimileri her gün çıkıp çalıştığı dersini anlatırdı; ancak artık birden görünmez oldular. İktidar menşeli tüm akademik referansların toz olup uçtuğunu, hakikat karşısında eriyip tükendiğini görüyoruz ve daha da göreceğiz.

İktidar eksenli cinsiyetçi erkek tarzının siyasete hakim kılınması ve kadın dilinin, değerlerinin, kadın eksenli sosyolojik-jineolojik anlamların dışlanması, karalanması ve küçümsenerek anlamdan uzak tutulması da bu soykırım siyasetine paralel olarak şişirilmektedir. Nihayetinde biyolojik olarak kadın da olsalar, aynı zihniyetin icrası olduklarından, bu erkekçe siyaset tarzının tüm toplumu uçurumun kenarına değil, uçurumun dibine attığını görmemek mümkün değil. Sümer rahiplerinden çok daha fazla hakikat kasaplığı yapan bugünün Türkiye’sinin akademisyenleri, kendilerini öğretmen ve yargıç yerine koyarak tüm Türkiye halklarını da öğrenci ve sanık yerine koymuş, toplamda bir bilmezler ve suçlular topluluğu yaratmışlardır. Ve ne yazık ki fotoğrafın çoğunda işte bunlar var.

Kuşkusuz, aynı şarkılara ritim tutturanlar, ayak uyduranlar ve kafa sallayanlar yok değil. Elbette süreç tüm toplumu, tüm toplumsal kesimleri ilgilendirdiğinden herkes konuşuyor, değerlendiriyor. Ancak bu tip iktidar yancılarının pazarlık masasındaymışçasına sarf ettikleri sözler, devletin elini güçlendirmiyor; tutarsızlık ve ciddiyetsizlik örneği olarak ortaya çıktıklarından, eğer yapılmak istenen barış ya da çözüm varsa, buna ulaşmadaki süreci geriye çekiyor.

Bunların varlığı, kuşkusuz iktidarın karakterine, yapacağı değişime, atacağı adımlara ve Kürt sorununa çözüm temelli yaklaşımındaki ciddiyetine bağlı olarak netleşecektir. Ciddi bir iktidar ve devlet yaklaşımı, bu tür hakim rejimlerde ancak dolgu malzemesi olabilenlerin hızla yok olmasını, tedavülden kalkmasını getirecektir. Biz, bunu da sabırla bekleyeceğiz ve özgürlük ile demokrasi mücadelemizi sürdüreceğiz. Bunu yaparken, ahlaki ve politik toplum ilkelerimizden taviz vermeyeceğiz. Çünkü süren savaşın, gelişen mücadelenin, kopuşların ve iktidara rağmen komünal değerleri temsil edecek konumda durabilmenin tarihsel zeminleri ve gerekçeleri var.

Kürtlerin en fazla kaygı duyduğu konuları nasıl ifade edersiniz, bu konuda görüşleriniz nelerdir?

Halkımız şunu diyor: “Katliamlar durmadı, Önderliğimiz zindanda ve mutlak iletişimsizlik ile ağır tecrit koşullarında tutuluyor, üzerimizdeki tüm kültürel soykırım uygulamaları devam ediyor.” Bunlar Kürtlerin en temel ve hassas konularıdır. Önderliğin özgürleşmesi konusu, Kürtlerin en temel gündemidir. En kaygılandıkları konudur. Yine toplumun savunma güçleri de aynı şekilde.

Kürtlerin kaygılandıkları en temel konu, Önderliğimizin durumu ve yaşam koşullarıdır. Önderlik ile özgür yaşamak, Demokratik Cumhuriyet temelinde kendi yaşam sistemini inşa etmek, demokratik ulus konusunda adımlar atarak tüm dünyaya bunu anlatabilmek, Kürtlerin temel gündemidir. Kürtler, tarihsel toplumsal bilinci edinmiş politik bir halktır. PKK ile halklaşmayı yaşadıklarından dolayı da ahlaki ve politik toplum bilincini derinden kazanmışlardır. Bunu sayılarla, korucuların varlığıyla, oy oranlarıyla, işbirlikçi ve ihanetçilerin gücüyle vs. ifadelendirmeye ya da inkâr etmeye çalışmak anlamsızdır. Kürtler, Önder Apo ile özgür Kürt olmanın bilincine varmıştır. Bundan dolayı da en temel öncelikleri, Önderliğin özgürlüğüdür.

Şimdi, diğer bir konu da PKK’nin varlığına dairdir. PKK neden var oldu, neden ortaya çıktı? Bu konularda nice kitaplar yazıldı. Herkes ve her kurum için geçerli olacağı gibi, bu sorunun cevabını PKK kaynaklarından öğrenmek en doğrusudur. Bu konuda, Kürt varlığının ve kimliğinin inkârı üzerine kurulu TC’nin hakim iktidar anlayışından ve dünyaca kabul görmüş bir ulus devlet olmasından dolayı, tüm dünya kaynakları, iktidarın işine geldiği kadarını gördü, dinledi ve inandı. Ötesi, ulus- devlet tanrısı karşısında söylenceden ibaret sayıldı. 100 yıllık inkara rağmen Kürtler vardır; bir kimliktir. Dilleri, kültürleri, tarihleri ve toplumsallıklarıyla dünyanın en güçlü halklarından, kültürlerinden ve toplumsallıklarından biridir. Bu inkâr sistemi karşısında var olabilmek ve varlığını kabullendirebilmek için PKK’nin yapması gereken, kuşkusuz güçlü ve sert girişlerdi, net olmak, keskin olmak.

50 yıldır kimileri “isyan” dedi, kimileri üstü örtülü “gerilla savaşı,” kimileri de “düşük yoğunluklu savaş” olarak değerlendirdi. Ki hepsi de bir parça doğrudur. Kürtlerin canına tak etti ve Kürtler bir şeye isyan etti. Kendini diğer isyanlardan da ayırarak bir ideolojik çerçeve yarattı, bu ideolojik çerçeve etrafında eylemler geliştirdi. On binlercesinin ölümü pahasına Kürt halkı bu isyanı sürdürdü ve sürdürüyor da. Adına isyan demeseniz de başka bir ad koysanız da PKK, bir hakikattir. 50 yıldır, yani TC’nin yüzyıllık ömrünün yarısında vardır; her şeyi belirlemiştir. On binlerce insanın ölümü pahasına varlığını kanıtlamaya çalışmıştır. Kuşkusuz, dünyada bu kadar bedel veren çok halk var; ancak PKK, Kürt halkı içinde direnerek, savaşarak bu bedeli vermiştir. Bu da büyük bir fark yaratmaktadır.

Dünyada varlığını ölerek kanıtlayan başka topluluklar da var; varlık mücadelesi veren, yok olmamaya çalışan halklar var. Biz Kürtler de ölerek varlığımızı ispatlamaya çalıştık 50 yıl boyunca. Bu durumu göreceli olarak bugün de yaşıyoruz. Tüm kazanımlarımıza, yarattığımız toplumsal bilince, kültürel zenginliğe ve ortak ulusal duygulara rağmen, bunu yaşıyoruz. Geçen dönemin içişleri bakanı, “5 ölmüş 3 kalmış” türünden tekerlemevari sözleri dilinden düşürmeyerek, bitti bitecek algısı yaratmaya çalıştı. Nedense hep azdık, hatta yoktuk ama “ölü”lerimizin sayıları verilirken hep çok oluyorduk. Az var olup, mümkünse hiç var olmayıp, çok ölüyorduk. Bu dil, soykırımcı TC’nin mayasında olan inkarcılığın günlük siyaset diline uyarlanmasıydı. Önceki de daha önceki de polisi de bakanı da aynı şeyi yaptı bugüne kadar.

Yarım yüzyıla yayılmış bir savaş var. 2000’li yıllarda Önderliğimizin geliştirdiği yeni paradigmayla toplumsal sorunları demokrasi ve özgürlük mücadelesiyle yürütme kararı almamıza rağmen, Kürtler üzerinde sürdürülen cehennemden beter saldırılar, PKK’yi bir kez daha hamle yapmaya, eylem konumuna geçmeye zorladı. Birçok defa ilan edilen ateşkes süreçleri, büyük saldırılarla, provokasyonlarla boşa çıkarılarak inkarcılıktan da öte, kökten yok etmenin fırsatı haline getirilmeye çalışıldı. En son, Önderliğimizin çağrısı temelinde gelişen ateşkes ardından da soykırım saldırıları, çöktürme planları uygulanarak bu süreçler, Türkiye halkları ile Kürtlerin özgür ve demokratik bir temelde yeniden yapılanması için değil, Kürtlerin kökten yok edilmesi için kullanılmaya çalışıldı.

Bunlar, direkt olarak kısa tarih içinde yaşadığımız durumlardır. Bunları yaşayan insanlar henüz hayatta, bilinçleri yerinde; kuşkusuz bu gördüklerinden dolayı temkinliler, hatta temkinli olmanın ötesinde kaygılılar, devlete karşı güvensizler. Bundan daha doğal bir durum olamaz. Bugün halkımıza mikrofon uzatıldığında, iyi niyet ifadesiyle birlikte güvensizlik belirtilmesi ve bu tablonun çoğunlukta olması, Kürtlerin sorunu çözme kararlılığını, istemini ve bununla beraber deneyimledikleri üzere devletin bu konudaki yaklaşımlarının da güven oluşturmadığını anlatan tarihsel bir dilin varlığını göstermektedir.

Bir de halkımızın özgürlüğünü sağlamakla birlikte, öz savunmasının olması da dikkat çekilmesi gereken konulardandır. Kürtler, varlık ve özgürlük mücadelesi verirken, bugün hala fiziki olarak dahi var olma savaşı veriyorsa, bunu yarın da vermesi gerekecektir. Kürtler kendini nasıl savunacak? Kürtleri Araplar ya da Türkler mi savunacak? Bu soruları halkların birbirine karşı yaklaşımından öte, ulus -devlet kapsamında sormak ve cevapları aramaya çalışmak gerekir. PKK, Kürdistan’ın temel bir savunma gücü olarak ortaya çıktı. Yarın Kürtleri kim savunacak? 100 yıldır Kürt soykırımını gerçekleştiren inkârcı ve faşist sistemin, Kürtlerin varlığının savunulması konusundaki yaklaşımı nedir? Bugün halkımızın sözlerine yansıyan kaygıları, güvensizlikleri ve devletin söylemleri karşısındaki aldırmazlıklarının kökeninde bu ve buna benzer sorular var. PKK olmazsa kim bizi koruyacak? Köylerimizi yakan, evlerimizi başımıza yıkan, ilçelerimizi dozerlerle yıkarak yaşamlarımızın, geçmiş ve gelecek yaşamlarımızın, anılarımızın ve hayallerimizin üzerine yeniden çirkin beton binalar yükselten, her gün panzerlerin altında çocuklarımızı ezen böylesi bir iktidardan kim bizi koruyacak?

Bu sürecin iç ve dış politikadaki karakterini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kürdistan’daki soykırım savaşı, Kürtleri var olmaya, kendi varlıklarını kesinleştirmeye ve kimliklerini oluşturmaya; bunu bu soykırım savaşlarına rağmen gerçekleştirme mücadelesi vermeye, en nihayetinde bunun için savaşmaya yöneltmiştir. Kürtlerin savaşma gerekçeleri vardır, az değildir, çok fazladır. Bu gerekçeler ortadan kalkmamıştır. Bu gerekçelerin ortadan kalkması, Kürtlerden daha fazla Türkiye halklarının umududur. Türkiye halkları, bu adı konulmamış ama tüm hayatları pahasına yürütülen savaşta, Bakur`da, Başur`da, Medya Savunma Alanları’nda ve tabii ki Rojava’da büyük kaybettiklerini, büyük ekonomik, insani, ahlaki değer kaybettiklerini dahi yeterince bilmemektedir. Kürt düşmanlığı adına çete savaşlarına katılmanın Türkiye’ye faturası, büyük ahlaki yıkım, çürüme ve yüzyılın daha başlamadan yitirilmesi demektir.

Bunlar, algı operasyonlarıyla gündem dışı tutularak halk, hakikat dışı bir “terör karşıtlığı” ile adeta anestezi altında tutulmaktadır. Türkiye halklarının uyanışı, olağan yaşam kriterlerine ulaşması, savaşı tanımlamak, anlamak, durdurmak ve de Kürt varlığıyla, kimliğiyle barış içinde, demokratik kriterler temelinde yaşaması da Önderlik paradigmasıyla mümkün olacaktır. Başka umut yok. Önderliğimiz 99 yılında geliştirdiği savunmalarında, ²Toplumun demokratik düzeyi, onun çözüm düzeyi oluyor. Devletini ve moral değerlerini demokratikleşmeye zorlayarak çok zengin çözüm yol ve yöntemlerine sahip olduğunu ortaya koyuyor² diyerek, toplumun tek umudunun yine kendisi olduğuna dikkat çeker.

Sürecin karakterini sadece mücadelemiz ve TC belirlemiyor tabii ki. Bugün 3’üncü Dünya Savaşı’nın geldiği bir düzey var. Bu savaşın Ortadoğu’ya yansımaları var. Ortadoğu ülkelerinin dizayn korkusu kadar yok olma korkusu da var. İran’ın son bir yılda başına gelenler az değildir. Koca Ortadoğu’ya yayılmış olan İran’ın başına gelenler, Türkiye’nin başına gelseydi, çokça dillendirilen, fobik durumda ifade edildiği gibi Türkiye, Anadolu’ya sıkışabilirdi. Bunlar imkânsız durumlar değildir. Ve Suriye’de yaşananların Türkiye’de gelişen adımlara etkisi de az değildir.

Bir yandan Türkiye’nin kendi varlığından duyduğu korku sebebiyle harekete geçmesi, bir yandan Trump’ı bekleyen siyaset ve haritalar, bir yandan çete savaşlarının gelmiş olduğu düzey ve ortaya çıkanların dünya sistemine dahil edilme çabaları, Türkiye’yi korkutmaktan öte, adım atmaya zorlamaktadır. Önderliğimizin 25 yıl önce ortaya koyduğu siyasi tespitleri yeni anlamaya başlayan TC’nin, durumun kritikliğini fark etmesi, kuşkusuz Suriye`de yaşananlarla oldu. Atılan adımın dış sebepleri var, iç sonuçları da var. MHP’den AKP’ye kadar, başta Cumhur İttifakı olmak üzere muhalefet de dahil, tüm Türkiyeli siyasal güçlerin bu süreçte doğru yaklaştıkça kazanacakları da ortadadır.

Konjonktürle ilgili gelişmeler bir yana, içte kazanacak olanın Türkiye halkları olduğunu bilmek çok önemlidir. Türkiye devleti, Türkiye halklarının umut hakkını doğru kullanmak istiyorsa, öncelikle Kürt halkının güvensiz yaklaşımlarına kulaklarını açmalı, bu yaklaşımlara anlam vermeli ve bunu gidermeye çalışmalıdır. Sert mizacı yumuşayan birkaç siyasetçinin olması çok önemlidir; ancak birkaç kişinin çabası, milyonların sertleşen mizacının yumuşamasına yetmeyecektir. Şehit gerilla analarının acılarına kulak verilmelidir. Kayıp annelerinin acılarına kulak verilmelidir.

Köyleri yakılan, asimile edilerek dili ve kültürü unutturulan halkların acılarına kulak verilmelidir. Bunlar olmadan, duygudan azade bir süreç tartışması yapmak mümkün değildir. Kürt halkının, kadınların, çocuklarımızın, annelerimizin, gerilla annelerinin, şehit analarının, çilekeş babaların mizaçları nasıl 100 yıllık duygudan çıkabilir, o alınlarda çizgiler oluşturan sertlikten nasıl çıkabilir? Kuşkusuz, bunun olması için öncelikle soykırımın durması şartı vardır. Önderliğimiz, bu sorunu çözme gücü ve kudretinin olduğunu belirtti. Yani soykırımın durdurulması ve halkımızın, halklarımızın yaralarının sarılması için de Önderliğin özgür yaşar ve çalışır koşullarda olması şarttır. Önderlik özgür olduğunda, bu soykırım, bu vahşet, bu insanı, doğayı, toprağı, kurdu ve kuşu yok eden saldırılar durduğunda, mizaçlarda değişim olabilir diyebiliriz. Ancak bu şartlar oluşursa umutlanabiliriz.  

 Böyle karmaşık bir siyaset tablosuna rağmen Kürt sorununu çözme olanağının olduğunu düşünüyor musunuz?

Umut, yaşamaya ve zorluklar karşısında direnmeye cesaret etmektir. Ve umut, her zaman vardır. Önderliğimizin en güzel sözlerinden birinde dikkat çektiği gibi, “Umut, zaferden daha değerlidir.” Önderliğimizin görüşmeleriyle başlayan sürecin, bir barış ya da çözüm sürecine evrilmesi kuşkusuz önemlidir. Ancak böyle bir süreç gelişse de gelişmese de bizim mücadelemiz sürecek. Önderliğimizin İmralı’ya rağmen direnmesi ve dünyanın en kördüğüm olmuş sorununu çözme iddiasını ortaya koyması, ki zaten böyledir, bizler için hem umuttur hem de dönem görevlerine işaret etmektedir. Mücadelemiz, her durumda ve her koşulda, özgürlük ve demokrasi temelinde sürecek. Ve bu mücadele, Önderliğimizin fiziki özgürlüğü, özgür çalışır ve yaşar koşullara ulaşması temelinde, kararlılıkla ve iddiayla zafere yürüyecek. Mücadelemiz, halkımızın toplumsal haklarını kazanması, kendini yönetir hale gelmesi ve kendini savunabilmesi temelinde sürecektir.