Ok: Kürtler yeni yüzyılın öncüsüdür

Bölge halklarının, Ortadoğu’nun yeniden şekillenmesini,  yüzyıl öncesi gibi iradesiz, örgütsüz ve donanımsız karşılamadığını belirten KCK Yürütme Konseyi Üyesi Sabri Ok, “Yüzyıl önce yok sayılan Kürtler öncü olma rolünü kararlılıkla yerine getiriyor” dedi

Bugün Ortadoğu’da tüm halklar içerisinde demokratik bilinci en yüksek, demokratik-özgür yaşam isteği en fazla, mücadelede en kararlı ve paradigma sahibi olan Kürtlerin, etnik, cins ve mezhep adına tüm milliyetçiliklerden uzak ya da bunlardan en az etkilenen güçlü demokrasi ve özgürlük mücadelesini verdiğini söyleyen KCK Yürütme Konseyi Üyesi Sabri Ok, “Bu anlamda Kürtlerin geleceği parlak, elbette önleri açıktır. Bundandır ki 20. yüzyılın en büyük kaybedenidir ama 21. yüzyıl, Kürtlerin yüzyılı olacaktır diyoruz. Bunda haklıyız da. Kürtler, artık Ortadoğu’nun siyasi ve askeri dengelerini etkileyen, bazen de belirleyen bir konumdadır” dedi.

Ok, Türk Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, hem Rusya ve rejim güçlerinin yakın zamanda İdlib’de yeniden bir hamle başlatacaklarının hem de NATO’nun doğrudan bu savaşa giremeyeceğinin bilincinde olduğunu belirterek, “Bu nedenle zordadır. Elindeki tek kart Kürtlerdir. Kürtlerin özgür varlığı ve özgür statüsü ile Kuzey-Doğu Suriye modelidir. Erdoğan’ın Suriye’deki tüm hesapları bunun içindir” şeklinde konuştu. Rojava Devrimi’nin tasfiyesi karşılığında Erdoğan faşizminin vermeyeceği taviz, peşkeş çekmeyeceği bir şey olmadığını kaydeden Ok, bunun için her şeyi yapabileceğini söyledi.

Suriye petrollerini gündemleştirmesine, bunun için ABD ve Rusya’yla arayış içine girmesine dikkat çeken Ok, şunların altını çizdi: “Erdoğan faşizmi, İdlib’de kaybederse devşirme faşist çetelerinin büyük ölçüde çözülmesi kaçınılmaz. Bu nedenle gelişmeler gerçekten kritik bir noktadadır ve süreç devam ediyor.” 

KCK Yürütme Konseyi Üyesi Sabri Ok, ANF’nin sorularını yanıtladı. Söyleşimizin ilk bölümünü paylaşıyoruz:

Kürt Özgürlük Hareketi, Ortadoğu’da devam eden savaşı, III. Dünya Savaşı olarak tanımlıyor. Neden bu tanımlama ve neden bu savaşın merkezi Ortadoğu’dur?

Kuşkusuz Ortadoğu’da sürmekte olan savaşı III. Dünya Savaşı olarak tanımlamak doğrudur. Bu savaşın uluslararası hegemonik güçlerin çıkarları adına vekaleten sürdürülen bir boyutu da var. Neden Ortadoğu sorusu önemli. 

Şöyle anlatmaya çalışayım; Avrupa, rönesans/aydınlanma dönemini yaşadı. Burjuva devrimlerini gerçekleştirdi. Bu mücadele verilirken büyük bedeller ödendi. 7 yıl, 30 yıl hatta 100 yıl savaşları yaşandı. Ulus devletler adeta birbirlerini boğazladı. İnanılmaz ağır savaş süreçlerini ve serüvenlerini yaşadı. Din ve mezhep adına cadı avları örgütlendirildi. Halklar birbirlerini kıyımdan geçirdi. Hepsi takatsız, mecalsız kaldı. Avrupa, uzun yıllar verdiği zorlu mücadele ve ağır bedeller pahasına demokrasi mecrasında bugünkü konum ve düzeye ulaşabildi. 

Bu perspektifle baktığımızda Ortadoğu’daki durumu daha iyi anlayabiliriz. Ortadoğu, Avrupa’nın yaşadığı ve gerçekleştirdiği değişim/dönüşüm süreçlerini birkaç yüzyıl gecikmeli yaşıyor. Kuşkusuz bu Ortadoğu’nun ancak 200 ya da 300 yıl sonra demokratikleşme sorunlarını çözebileceği anlamına gelmez. Aksi durumda indirgenmeci determinist bir yaklaşım olur. Burada belirtmek istediğimiz; Ortadoğu’nun yaşadığı sorunların ne kadar derin, çok yönlü ve birikmiş olduğudur. Aynı şekilde tek çözüm seçeneğinin de her türlü etnik, cinsiyet, inanç ve mezhep milliyetçiliklerinden uzak demokratik ulus perspektifiyle köklü bir değişim ve dönüşüm temelinde gerçekten demokratikleşebileceğidir.

En çok parçalanan, paylaşılan ve halkların iradesine rağmen zorbalıkla yönetilen coğrafya Ortadoğu’dur. Üzerinde güç denemelerinin yapıldığı, silah tekellerinin rekabete tutuştuğu, her türlü kıyım tekniklerinin insafsızca kullanıldığı, başta enerji olmak üzere tüm yer altı/üstü zenginliklerinin sömürüldüğü ve talan edildiği yer de Ortadoğu’dur. Demokratikleşemeyen Ortadoğu, uluslararası tekel ve sermaye güçlerine çok yönlü müdahale fırsatını sunuyor. Sermayenin karakteri ise pazar hakimiyetidir ve bu konuda çok da acımasızdır. Hiçbir insani ve ahlaki ölçü tanımadan aşırı kar için her şeyi mübah saymasıdır. Bu iki olgu ya da bu iki durum, yani demokratikleşmeyen Ortadoğu gerçekliği ile uluslararası sermayenin aşırı kar için her şeyi mübah gören karakteri, tam da Ortadoğu’da sürmekte olan savaşın hem adı hem de nedeni olmaktadır. Sermaye, yatırım güvencesi ve dolaşım serbestliğini her zaman esas alır. Bunun için de kapitalizmin Ortadoğu’nun demokratikleşmesini tercih etmeyecek, bunu asla istemeyecek, savaş ve zorbalık yoluna başvuracaktır. Nitekim yaptığı da budur. Halkların acı çekmesi, insanların türlü milliyetçilik ya da bağnazlıklar adına birbirlerini boğazlayarak Ortadoğu’yu bir kan deryasına dönüştürmesi, kapitalist modernitenin hiç umurunda bile değildir. Onlar için esas olan yatırım, sermayenin serbest ve güvenlikli dolaşımı temelinde aşırı kar hırsını gerçekleştirmektir. Yine kapitalizm, bu savaşı en az maliyetle geliştirmek amacıyla kendilerine bağlı yerel, paramiliter, gayri meşru çeteleri örgütlemektir. Bir taşla iki kuş vurma misali, böylelikle hem insan kaybı vermemekte hem de yerel güçler birbirleriyle savaşırken halkları, inançları, kültürleri birbirine düşman hale getirmektedirler. Sonradan kendileri kurtarıcı pozisyonuna geçip süreci ve gelişmeleri yöneterek dizayn etmek istemektedirler. 

Önder Apo DAİŞ için ‘kapitalizmin gübreliğinde yetişmiş’ diyordu. Sadece DAİŞ mi? Hayır! El kaide, ÖSO, HTŞ/Nusra vb. onlarca selefi çete de aynı gübrelikte boy vermiştir ve vermektedir. Libya’da, Nijerya’da, Yemen’de, Irak’ta, Mısır’da, Suriye’de, Afganistan vb ülkelerde yaşanan budur. Hepsi demokratikleşmeyen Ortadoğu zemininde ve zaaflarında gerçekleşmekte, mevcut ulus devletçi oligarşik faşist rejimler de hem bundan faydalanıyor hem de varlık-yokluk mücadelesini veriyor.

Kapitalist modernist güçler ve Ortadoğu’nun demokratikleşmesi önünde en büyük bariyer olan TC gibi ulus devletler de Ortadoğu halklarının bu durumunu çok insafsız ve ahlaksız biçimde kullanıyor. Etnik ve mezhep milliyetçiliğinden tutalım aşiretler arası çelişkilere kadar her çelişkiyi derinleştirerek çatıştırmayı esas alıyor. Demek ki bütün bu acıların ve yıkımların nedeni demokratikleşmeyen Ortadoğu ve Ortadoğu’nun bu zaaflarından faydalanan uluslararası güçler ile oligarşik ve faşist ulus devletlerin barbarlık düzeyinde geliştirdikleri politikalardır.

Bütün bu tabloya rağmen çözüm seçeneği ve bu seçenekte Kürtlerin rolü nedir?

Tek çözüm seçeneği de Ortadoğu’nun demokratikleşmesidir. Tam da bu noktada her zamankinden daha çok umutlu ve inançlı olmamak ve her zamankinden daha çok gelişmelerden büyük heyecan duymamak ve başarmamak için bir neden yok. Ortadoğu gerçekten büyük aydınlanma ve rönesansını gerçekleştiriyor. Önder Apo’nun demokratik ulus paradigmasıyla verilen mücadelenin halklarda büyük uyanış yarattığı ve bütün bu gelişmelere yön verip öncülük ettiği kesindir. Önderlik çizgisi buna öncülük ediyor. Kürtlerin dört parçada ulaştığı eğitim ve örgütlenme düzeyi, demokrasi ve özgürlük mücadelesi, Ortadoğu halklarının mücadelesi ve yol açtığı gelişmeler, Ortadoğu halkları için yeni bir ruh ve ilham kaynağı oluyor. Bu muhteşem bir şeydir. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde gördük; özgürlük çizgisindeki kadınlar, Kürt kadınları dünya kadınlarına öncülük ediyor. Ortadoğu’da, Kuzey-Doğu Suriye’de Arap kadınlarının uyanışı ve mücadelesi kadar anlamlı ve heyecan veren bir şey olamaz. Bir devrim gibidir. Önder Apo’nun gönderdiği selam karşısında Arap toplumunun Önder Apo’ya sahip çıkması, halkların demokratik ve özgür yaşamı Önder Apo’nun demokratik ulus paradigmasında görmesi, buna inanması ve bundan ilham alması kadar anlamlı ve değerli bir şey olamaz.

Yüzyıl sonra Ortadoğu yeniden şekillenirken bölge halkları gelişmeleri kuşkusuz yüzyıl öncesi gibi iradesiz, örgütsüz ve donanımsız karşılamıyor. Yüzyıl önce yok sayılan, hiç hesapta görülmeyen Kürtler ise demokratik özgür yaşamlarını kurarken Ortadoğu’nun demokratikleşmesi mücadelesinde öncü olma rolünü daha büyük bir istek, bilinç, azim ve kararlılıkla yerine getirmeye devam edecektir. 

Önder Apo Ortadoğu’daki savaşın bildik savaşların ötesinde bir III. Dünya Savaşı karakterinde olduğunu yıllar önce belirtmişti. Sadece Uluslararası Koalisyon, 70’ten fazla devletlerin ortaklığından oluşuyor ve Koalisyon güçleri Ortadoğu’dadır. Irak ve Suriye’de, Yemen ve Libya’da, Ortadoğu’nun tamamında tüm siyasi, ekonomik ve askeri gelişmelerle, tüm çelişki ve çatışmalarla ilgilidirler. Bu kadar çok sayıda gücün müdahil olduğu bir sorun ya da savaş elbette uluslararası niteliktedir. Rusya var. İran, Hizbullah vardır. Hepsi DAİŞ ve Nusra kökenli de olsa farklı isim ve kimlikler altında onlarca faşist çete vardır. En önemlisi de işgalci TC vardır. Hem de DAİŞ ve Nusra gibi tescilli çetelerle hareket ediyor. Ayrıca doğrudan işgalci ordusu da Suriye topraklarında bulunuyor. Bir de meşru, kendi toprakları üzerinde örgütlenen, varlığını ve özgürlüğünü koruma mücadelesi veren halkların birleşik savunma güçleri QSD, YPG, YPJ vardır. Burası sadece Suriye’dir. Irak halen bir çok gücün müdahalesi altındadır. Lübnan, Libya, Yemen de böyledir. Biraz Kuzey Afrika’yı da kapsamaktadır ama asıl savaş Ortadoğu’dadır. Bu kadar gücün içinde olduğu bir savaşa III. Dünya Savaşı denilmez de ne denir?

Belirttiğimiz gibi asıl amaç Ortadoğu’nun geleceği yani yeniden nasıl dizayn edileceğidir. Kuşkusuz dönemsel hedefler de vardır. Ancak savaş Ortadoğu’nun geleceği üzerinde egemenlik kurma savaşıdır. Dolayısıyla Ortadoğu’nun tüm zenginliklerinin sömürülmesi, talanı ve halklarının geleceğinin karartılması savaşıdır. 

Bunu başarabilirler mi?

Hayır, ne yaparlarsa yapsınlar Ortadoğu’da yüzyıl önceki statü artık dikiş tutmuyor, çatırdıyor. TC, İran, Suriye vb. ulus devletçi rejimler değişim ve dönüşüme direnç gösterip kaskatı oligarşik tutumlarında ısrar etseler de bunun kendilerini kurtaramayacağı kesindir. Hepsinin ortak özelliği demokrasi karşıtlığı ve özgürlüklerin düşmanı olmalarıdır. Bunun için en ufak bir demokratik değişim ve açılıma tahammülleri yoktur. Bu güçlerin, bundan sonra sahiplerine yaranması da kolay olmayacaktır. Kapitalist modernite güçleri, katı ulus devletçi iktidarların kendileri için artık ağırlık teşkil ettiğini, bu rejimlerin revizyondan geçirilerek belli bir değişime uğramaları gerektiğine inanıyor. Bu nedenle birbirleriyle sadece ilişkili değil, aynı zamanda çelişkilidirler de. Çıkarlarının kesiştiği nokta, Ortadoğu’da radikal bir demokratik değişim ve dönüşümün olmamasıdır. Ayrıca kapitalist güçler kendi aralarında da bir rekabet çelişkisi yaşamaktadırlar. Kuşkusuz bunların 1 ve 2. Dünya Savaşı’ndan çıkardıkları tecrübeler vardır. Doğrudan karşı karşıya gelme ve savaşmak yerine kendilerine bağlı güçleri savaştırarak rekabet ve hakimiyet alanlarını geliştirmeyi tercih ediyorlar. 

Bütün bu gelişmeler karşısında demokratik ve özgür yaşam mücadelesini veren Ortadoğu’da radikal demokrasiyi geliştiren üçüncü devrimci çizgi vardır. III. Dünya Savaşı dediğimiz bu savaş, bu güçler arasında, bu minvalde oluyor.

Vekalet savaşı, burada nasıl bir işleve sahip?

Bu savaşın bir karakteri ya da özgün olan bir yanı da aynı zamanda bir vekalet savaşı olmasıdır. Bu ne ulus devletler için ne de özellikle uluslararası hegemonik güçler için sorundur. Bilakis kendi politikalarının bir gereği ve sonucudur. Bu şekilde yürütülen savaşta kendileri için insan kaybı maliyeti neredeyse sıfır noktadadır. Ortadoğu’daki savaşın maalesef böyle bir özelliği vardır. 

Mevcut savaş ve güç dağılımına bakıldığında süresiyle ilgili öngörüde bulunmak mümkün mü?

Kapitalizm, asla istikrar sevmez. Kriz ve kaos, kapitalizmin tercihi ya da politikasıdır. Bunun nedenleri biliniyor. Kapitalist-emperyalizmin, Ortadoğu’nun sorunları bir an evvel çözülsün, diye bir derdi yoktur; tersi geçerlidir. Bu, Ortadoğu’daki savaşın yani III. Dünya Savaşı’nın uzun süre devam edeceğini gösteriyor. Ortadoğu halklarının halen kendi öncülük sorununu; demokratik birlik ve ittifak sorunlarını çözememiş olması da savaşın uzun süre devam etmesinin bir nedenidir. Aslında kapitalist modernite güçlerinin de bölge ulus devletlerinin de en çok faydalandıkları ve ahlaksızca kullandıkları, halkların bu zaafiyetidir. Yoksa Erdoğan faşizmi, bir gün dahi ayakta duramaz. Aynı şekilde Lübnan, Irak ve İran’daki halk hareketleri özünde öncülerini bulma ya da yaratma arayışları olmaktadır. Yoksa halkların bu iradesi karşısında mevcut oligarşik ulus devletler kesinlikle duramazlar. Evet, Ortadoğu’nun demokratikleşme sorunu vardır. Ortadoğu halkları demokratik özgür bir yaşama kavuşmadan ne sorunlar ve çelişkiler çözülebilir ne de III. Dünya Savaşı biter. 

Şayet doğrudan devletler savaşırsa bu daha da büyük savaşlara yol açabileceği gibi III. Dünya Savaşı’nın daha erken bitmesine de yol açabilir. Bu yüzden Ortadoğu’daki savaş daha uzun süre devam edecektir. Her şey ya da birçok gelişme, halkların birleşik demokratik irade ve mücadele gücüne bağlıdır.

İdlib’de Rusya ve rejim güçleri ile TC ve çeteleri arasında çatışmalar yaşandı. Sonra Erdoğan ve Putin Moskova’da bir mutabakata vardılar. Gerçekte olan nedir?

İdlib’deki gelişmelerden sonra Suriye’deki durum yeni bir boyut kazandı. Erdoğan bir açıklamasında “rejim güçleri Şubat ayı sonuna kadar gözlem noktalarımızın gerisine çekilmezse gövde üzerinde baş kalmaz” demiş, açıkça tehdit etmişti. Erdoğan işgalci, faşist, yayılmacı bir politika izliyor. Bazıları bu durumu Osmanlı halifesi rolünü oynama olarak değerlendirmektedir. Öyle değil; Osmanlı İmparatorluğu yayılmacıydı fakat ekonomik talanı esas alırdı. Erdoğan ise ekonomik talanla birlikte işgalle yetinmeyip askeri ve siyasi ilhak politikasını uyguluyor; yani kurumlaşıyor. Efrîn’de üniversite kurmuş, asimilasyonu geliştiriyor. TC’nin idari yapısını inşa ediyor. İşgal ettiği diğer alanlarda da aynı politikayı geliştiriyor. Bunları DAİŞ ve Nusra faşist çeteleriyle birlikte yapıyor. Efrîn işgalinde faşist çeteleri savaşa sürdüler. Serêkaniyê ve Girê Spî’de 2 bine yakın çete elemanı öldürüldü. İşgalci TC ordusunun kayıpları ise söylendiğine göre çok az sayıdaydı. Erdoğan faşizmi, faşist çeteleri savaşta kullanmayı büyük bir avantaj olarak değerlendiriyor. Libya’da 200’den fazla çete elemanının öldürüldüğü söylenirken işgalci TC ordusunun kayıpları daha azdır. Erdoğan faşizmi, savaşa sürdüğü ve ölümlerine neden olduğu faşist çeteler üzerinden pazarlık yapıyor. İdlib’deki son savaş da böyle oldu. 

Bu özelliğiyle Erdoğan’ın günümüz siyaset gerçekliğini ya da oluşan siyasi dengeleri çok ahlaksız ve kurnazca değerlendirdiğini belirtebiliriz. Türkiye uluslararası sermaye için iştah kabartan büyük bir pazardır. Erdoğan da bunu iyi değerlendiriyor. Türkiye’nin jeopolitik, stratejik önemi biliniyor, bunu da kullanıyor. İki kutuplu dünya yerine çok kutuplu dünya durumunu ve oluşan dengeleri değerlendirmesini biliyor. Türkiye’nin NATO üyesi olması avantajını da öyle. Hatta bütün bu konularda zaman zaman çığırtkanlık düzeyinde, zaman zaman şantaj yaparak dengelere oynuyor.  TC’nin soğuk savaş yıllarında çıkarları örtüşmediği zaman bile ne Avrupa ne de Amerika’yla sorun yaşamayı göze alması mümkündü. Bugün genel olarak tüm güçler ve tüm taraflar için eskisine göre daha alternatifli politikalar geliştirme koşulları bulunuyor. Erdoğan bunun içindir ki bazen ABD’ye yakın durup Rusya’yı baskılamaya çalışırken bazen de Rusya’ya yakın durup Amerika’yı baskılama politikasını yürütüyor. Kuşkusuz TC’nin ABD, Avrupa ve NATO’yla ilişkileri derindir ve stratejiktir. Erdoğan, bunun da bilincinde olarak Rusya’yla ABD arasındaki makas genişliğinden faydalanarak dönemsel de olsa bazı sonuçlara ulaşabildi. 

Artık bu makas daralmadı mı? 

Erdoğan için artık bu makas daralıyor. Özellikle S-400 füzelerinden dolayı İdlib’de ABD’nin ve NATO’nun desteğini tam alamadı. Diğer taraftan Rusya’yla açıktan bir savaşı da göze alamadı. Bu nedenle Erdoğan’ın şimdi en kritik ve en kötü pozisyonda olduğunu belirtmek mümkündür. İdlib’de sürekli Nusra ve diğer çeteleri Rus ve rejim güçlerine saldırtarak Rusya’yla olası bir müzakere konusunda güçlü bir pozisyona ulaşmak istedi. Rusya’nın sert karşılık vereceğini herhalde pek tahmin etmedi. Aslında Rusya son iki günde Suriye hava sahasını Türkiye’ye açmasaydı, Erdoğan gerçekten yenilmişti, çeteleri de dağılacaktı. İşgalci Türk ordusu daha büyük bir zaiyat verecek, belki de İdlib’den geri çekilecekti. Bu anlamda Rusya’nın kısa süreliğine de olsa hava sahasını TC’ye açmış olması Erdoğan için adeta can simidi oldu. Buna rağmen işgalci Türk ordusunun İdlib savaşında 120 kadar ölü ve yaralı verdiği iddia ediliyor. Bu TC için kuşkusuz büyük bir kayıptır. 

Bunun için mi Moskova’ya gitmek zorunda kaldı?

Erdoğan daha fazlasını göze alamadığı için Moskova’ya, Putin’in ayağına gitmek zorunda kaldı. Erdoğan’ın Moskova’da moralmen çöktüğü ve psikolojik bir yenilgi yaşadığı kesindir. M5 karayolunu kaybetti, M4 yolu da Suriye devletine açıldı. Seraqib Rusya ve rejim güçlerine kaldı. Buna karşılık Türk işgalci ordusu ve çeteleri İdlib’de büyük alan kaybına uğradı. Yani Erdoğan Moskova’da kaybetti. Erdoğan ve çeteleri, İdlib’de başarılı olsalardı bu Rusya ve rejim için bir hezimet olacaktı. Siyasi ve askeri sonuçları büyük olacaktı. Mevcut durumda ise hezimet demesek bile büyük yenilgiye uğrayan, siyasi ve askeri kaybeden işgalci Türk ordusu ve çeteleridir.

İdlib stratejiktir. Rusya ve rejim bundan vazgeçmeyecek. Zaten Erdoğan-Putin anlaşması da oldukça görecelidir. Rusya ve rejim güçlerinin yakın zamanda İdlib’de yeniden bir hamle başlatmalarına hiç şaşırmamak gerekir. Erdoğan, hem bunun hem de NATO’nun doğrudan bu savaşa giremeyeceğinin bilincindedir. Bu nedenle zordadır. Elindeki tek kart Kürtlerdir. Kürtlerin özgür varlığı ve özgür statüsü ile Kuzey-Doğu Suriye modelidir. Erdoğan’ın Suriye’deki tüm hesapları bunun içindir. Rojava Devrimi’nin tasfiyesi karşılığında Erdoğan faşizminin vermeyeceği taviz, peşkeş çekmeyeceği bir şey yoktur; bunun için her şeyi yapar. Suriye petrollerini gündemleştirmesi, bunun için ABD ve Rusya’yla arayış içine girmesi anlaşılır. Rusya ve ABD’nin bu konuda nasıl bir tutum sahip olacakları ise ayrı bir konudur. Erdoğan faşizmi, İdlib’de kaybederse devşirme faşist çetelerini büyük ölçüde çözülmesi kaçınılmazdır. Bu nedenle gelişmeler gerçekten kritik bir noktadadır ve süreç devam ediyor.

Burada Kürtlerin rolünü, konumlanışını nasıl tarif ediyorsunuz; ABD ve Rusya’nın Kürt politikası neye evrilir?

Kürtler, bugün Ortadoğu’da tüm halklar içerisinde demokratik bilinci en yüksek, demokratik-özgür yaşam isteği en fazla, mücadelede en kararlı ve paradigma sahibi olan bir halktır. Bu oldukça önemlidir. Daha da önemli olan Kürt kadınının ulaştığı özgürlük düzeyi, eğitim, bilinçlenme ve direnme azmidir. Yine etnik, cins ve mezhep adına tüm milliyetçiliklerden uzak ya da bunlardan en az etkilenen güçlü demokrasi ve özgürlük mücadelesini veren de Kürt halkıdır. Bu anlamda Kürtlerin geleceği parlak, elbette önleri açıktır. Bundandır ki 20. yüzyılın en büyük kaybedenidir ama 21. yüzyıl, Kürtlerin yüzyılı olacaktır, diyoruz. Bunda haklıyız da. Kürtler, artık Ortadoğu’nun siyasi ve askeri dengelerini etkileyen, bazen de belirleyen bir konumdadır. Bunu ne ABD’nin ne de Rusya’nın görmezden gelmesi mümkün değildir. Bu güçlerin Kürtlere karşı ayrımsız olumlu bir yaklaşım içinde oldukları anlamına da asla gelmiyor. Kürt politikası ya da Kürtlere ve Kürt sorununa yaklaşım bağlamında ABD’nin ve Rusya’nın olumlu ve iyi bir sicile sahip olduklarını belirtmek zordur. Zira Mahabad örneği vardır, 1974 Cezayir Antlaşması vardır, Uluslararası Komplo vardır. Rusya ne reel sosyalizm döneminde ne de bugün Kürt sorunu ve Kürtlere karşı fazla bir duyarlılık gösterdi. Şimdi gerçekleri biraz görme ve anlama noktasında olsa da bu halen belirsizliklerle dolu yetersiz bir yaklaşımdır. Oysa Rusya’nın bir Ortadoğu stratejisi olacaksa dört ülkede etkili, büyük bir nüfusa sahip, biraz önce belirttiğimiz nitelikleri olan Kürtleri görmezden gelmesi ya da doğru ve sağlıklı bir politika geliştirmemesi düşünülemez. Rusya’nın bu konuda halen dönemsel, konjonktürel bir yaklaşım içinde olduğu, bunu aşamadığı görülmektedir. Mevcut durumlarını ne kadar aşabilirler, bilemeyiz.

ABD, Rusya’ya göre Kürtlere ve Kürt sorununa daha çok aşinadır. Genel bir Kürt politikası oluşturmak istedikleri varsayılıyor. ABD, Kürtlere karşı yaptığı ihanetle sık sık anılır. KDP bile ABD için ‘Kürtlere defalarca ihanet etti’ diyor. KDP’nin kast ettiği kuşkusuz ABD’yle olan ilişkileridir. ABD, Kürtlere elbette daha çok çizgisel, ideolojik yaklaşıyor. Bu anlamda KDP’yi kendine yakın görmesi ve KDP’yi bir dayanak unsuru olarak desteklemesi ve güçlendirmesi anlaşılır. İlişkilerinin bu minvalde olduğu biliniyor, ancak ABD’nin bir de PKK sorunu var. 

ABD’nin neden bir PKK sorunu var?

Aslında sömürgeci TC’nin sorunudur. ABD, hem ideolojik nedenlerle hem de TC’nin bir NATO üyesi olması nedeniyle PKK’ye baştan beri haksız ve insafsız biçimde yaklaşıyor. Önder Apo’nun, Uluslararası Komplo ile İmralı zindanına derdest edilmesi, kesinlikle ABD’nin planı sonucudur. NATO çıkarları ve TC’yle olan ilişkileri gereği Kürtlere karşı sömürgeci TC devletine her türlü desteği vermekten çekinmedi, hiçbir şey esirgemedi. Daha yakın zamanda bile partimizin yönetiminde üç arkadaş için öldürülmeleri ya da teslim alınmaları karşılığında milyonlarca dolar ortaya koydu. Bunun tek nedeni TC’yle olan ilişkileriyle birlikte PKK’nin sahip olduğu demokratik özgür yaşam projesidir. 

ABD, soğuk savaş yıllarında ya da bundan 10-20 yıl öncesi gibi mi bakıyor?

ABD, belki soğuk savaş yıllarında ya da bundan 10-20 yıl öncesine kadar Kürtlere tam olarak TC’nin baktığı gibi bakmayabilir. Ancak bu da PKK ve Kürt halkı üzerinde uygulanan asimilasyon, entegrasyon, çökertme ve tasfiye politikalarına destek vermediği anlamına gelmiyor. Belki revize edilmiş bir PKK’yı tercih edebilir. Fakat aynı ABD şunu da biliyor; Kürdistan’ın dört parçasında Kürt halkı üzerinde etkinliği ve saygınlığı en güçlü ve en kalıcı olan hareket PKK’dir.

ABD’nin Rojava’da Kürtlerle DAİŞ’e karşı ortak mücadele eksenli bir ilişki içinde olduğu biliniyor. Sürekli “Rojava’yla ilişkilerimiz geçici, taktiksel ve sadece DAİŞ odaklıdır” yönünde yaptığı açıklamalar da manidardır. Aslında doğru söylüyor. Bizim bildiğimiz ABD’nin Rojava ve Kuzey-Doğu Suriye’deki kazanımları koruma ve Kürtlere siyasi destek anlamında hiçbir kararı bulunmuyor. Zira Kürtler halen ne Cenevre’de ne de Astana’da var. Kuşkusuz ABD ve Rusya, bunun sorumlusudurlar. 

Şunu da bilmek gerekir ki; kim ne derse desin Kürtlerin ve Kuzey-Doğu Suriye halklarının içinde olmadığı hiçbir sorun ne gerçek çözüm olabilir ne de bunun gerçekleşme şansı var. Kuzey-Doğu Suriye halkları bu konuda kendilerine son derece inanmakta ve emindirler. Rojava Devrimi’nin etkisi, DAİŞ’e karşı verilen mücadele ve özellikle de Kürt kadınının direnişte gösterdiği büyük cesaret, cesur ve yüksek kahramanlık örnekleri, ABD kamuoyunda, insanlık nezdinde ve vicdanında büyük yer etti. ABD, bunları da görerek Rojava Kürtlerine açıktan destek olma yerine en iyimser bakışla belki Rojava Kürtlerinin (Rojava-ENKS) anlaşması ve birleşmesi yönünde bir rol oynayabilir. Bunun da altında daha başka ne hesaplar, politika ve konseptler vardır, kuşkusuz tam bilemeyiz. 

Kürtler güçlü oldukları kadar hem Ortadoğu’nun demokratikleşmesinde rol oynayacak hem de ancak bu temelde Rusya, ABD ve diğer güçlerle ilişkileri gelişecektir.

Türk devletinin, Kuzey-Doğu Suriye’yi işgali saldırıları ve bazı bölgeleri işgal etmesi, nasıl bir pazarlık sonucu gelişti; bölgesel ve uluslararası güçlerin rolü nedir?

Bilindiği gibi önce Efrîn işgal edildi. Efrîn, tüm Suriye’de tüm halkların barış içinde, kardeşçe, demokratik ve özgür yaşadığı en güvenli/huzurlu bir bölgeydi. Buna rağmen sömürgeci Türk devleti, Efrîn’e işgal saldırısı düzenledi. Bunun nedeni Kürtlerin coğrafik ve demografik birliğini ve bütünlüğünü, idari yapısını dağıtmak ve tasfiye etmekti. Efrîn’in hedef seçilmesi bundandır. Kürtler şunu çok iyi biliyor; Rusya, hava sahasını TC’ye açmasaydı, Suriye devleti devlet olmanın sorumluluğunda kaçmasaydı Türk devleti ve faşist çeteleri asla Efrîn’i işgal edemezdi. Efrîn işgalinde, Rusya ve Suriye devletinin büyük bir rolü ve günahı var. 

Sonrasında da işgal sürekli gündemdeydi. Erdoğan, Washington’da BM toplantısında herkesin gözlerine sokarcasına harita üzerinde Kuzey-Doğu Suriye’yi nasıl işgal edeceği planını anlattı. Hiç kimseden en ufak bir tepki gelişmedi. Aslında Efrîn işgali de Kuzey-Doğu Suriye işgali de gerçekten bir uluslararası komplo sonucu gerçekleşti. Serêkaniyê ve Girê Spî’nin işgali, ABD’nin yol vermesi ve Rusya’nın teşvik etmesiyle oldu. 

ABD, bir NATO üyesiyle çatışmayacağını söyledi…

İşgali önlemek için ABD’nin bir NATO üyesi olan Türk ordusuyla hiç çatışması gerekmezdi. Ciddi ve tutarlı bir tutum Erdoğan’a geri adım attırırdı. ABD bunu yapmadı. Bunun da anlaşılır nedenleri var. Rusya ise açıktan TC’yi teşvik etti. Rusya da gerçekten bir tutum sahibi olsaydı TC yine bu işgal saldırısını gerçekleştiremezdi. Rusya, ABD ve NATO’ya karşı TC’yi yanında görmek için işgale teşvik etti. ABD ise Türkiye’yle Rusya’nın ilişkilerini zayıflatmak ve daha başka nedenlerle işgale yol verdi. İşgali, bir uluslararası komplo olarak değerlendirmemizin nedeni budur. Arap toplumunun, Avrupa ve ABD kamuoyunun geliştirdiği tepki, kuşkusuz çok saygıdeğerdir. İnsanlık vicdanının işgale karşı adeta ayaklanmış olması da çok saygıdeğerdir. Bunun dışında bu kirli işgalde Astana’nın ruhu vardır, bu nettir. Avrupa’nın oportünist ikiyüzlü tutumu vardır, bu da nettir. Avrupa göçmen politikası ve kendi kirli çıkarları için bunu yaptı. Oysa Erdoğan’ın Avrupa’nın en hassas olduğu insan kaçakçılığı konusunda on binlerce göçmeni nasıl sınırların üzerine attığı gözler önündedir. Avrupa buna rağmen tepki geliştirmedi. Sözde bazı Kürtler ise PKK’nın varlığını gerekçe gösterdi. Sanki İdlib’de PKK varmış, sanki Libya’da PKK varmış, sanki Başûr referandumunda PKK varmış, daha ötesini belirtmeyeceğim ama gafleti aşan bu tutum sahipleri elbette Kürt halkının nezdinde hak ettiği yeri buldu. 

İşgalle birlikte Kürtlerin ve bölge halklarının nüfus yapısıyla oynandı. Uluslararası hukukta yasaklanan silahlar kullanıldı. Açıkça bir soykırım gerçekleştirildi. Buna rağmen Kürtlerin ve bölge halklarının geliştirdiği direniş soyludur. Eğer işgalci Türk ordusu ve çetelerinin saldırısına karşı Kürt-Arap ittifakı çözülseydi ortada ne DAİŞ’e karşı mücadele ne de demokrasi ve özgür yaşam adına bir şey kalacaktı. Yüzlerce Arap, onlarca Hristiyan gençleri işgale karşı direnişte şehit düştü. Ortadoğu’da bir ilktir; Kürt, Arap, Hristiyan kanları birlikte aktı. Erdoğan faşizmini ve demokrasi düşmanlarını ürküten ve korkutan budur. Halkların bu demokratik ulus ittifakı oldukça ve daha da örgütlendikçe Kuzey-Doğu Suriye üzerinde hiçbir işgalci güç başarılı ve kalıcı olamayacak.

Devam edecek…