Zaferin eşiğinde Kürtlere kurulan tuzak: Hizbulkontra-Hüda Par -1-

Abdülhamid ile başlayarak geliştirilen dincilik, işgalci devlet üzerinden ihanetin devşirildiği bir tuzağa dönüşmüştür. Günümüzde bu tuzak, Hizbulkontra/Hüda Par biçiminde bir tehdit ve tehlike olarak Kurdistan özgürlük davasına karşı kullanılmaktadır.

Kürt ve Kurdistan toplumu, aynı inanca sahip dört işgalci devletin sömürgeci politikaları nedeniyle, özellikle de “din-ümmet kardeşliği” söylemini, ihanet ve işbirliğinin geliştirilmesinde etkili bir tarzda kullanan bu devletler, kendi ulus devletlerini kurarken, ezici çoğunluğu Müslüman olan Kürtlere karşı imha ve inkar temelinde yaklaşmış, Kürtleri ve Kurdistan’ı kendi aralarında paylaşarak 4 parçaya bölmüşlerdir. Uyguladıkları katliamcı, soykırım ve asimilasyoncu siyasetin yarattığı büyük tahribat ve engellemeler nedeniyle Kürt halkı ulusal gelişme sürecini tamamlayamamış, devletleşemediği gibi tamamen statüsüz ve yok olma süreciyle karşı karşıya bırakılmıştır.

Gerek bölgesel düzeyde gelişen iç çatışmalarda (mezhepçilik vb), yine İslami olmayan güçler üzerinden gelişen saldırılarda, ya da dışa dönük yapılacak istila hareketlerinde yedeklenip aldatılarak bugüne kadar getirilmiştir. Osmanlı öncesi dönem de dahil olmak üzere, Osmanlı’da da, ulus devletler sürecinde de din, kardeşlik hukuku temelinde birlikte yaşama esaslarına uygun olarak Kürtler için pratikleşmeye girmediği gibi bunu engelleyen bir silaha dönüştürülmüştür. Kendine hak gördüğünü kardeşine de hak görmek gerekirken tam bunun karşısında bir yerde durulmuştur. İşin trajik yanı ise, istisnalar hariç hiç bir İslam devleti ve yönetiminin (yüzde doksanı Müslüman olduğu halde) Kürtlere bu 4 sömürgeci devletin politikaları dışında yaklaşmamış olmalarıdır. Bırakalım uluslararası hukukla belirlenen çerçevede yaklaşmayı Kuran Hukuku çerçevesinde bile yaklaşmamışlardır. Yani diğer Müslüman devletlerin Kürt politikası 4 sömürgeci devletin yaklaşımını onaylayan bir politika olmuştur.

Tarihin derslerinden öğrendiklerimizin en dikkat çeken yanlarından biri Kürt toplumu dışında diğer toplumlara, din üzerinden yani aynı inancın egemen yapıları üzerinden etnik-ulusal kimliğinin ret ve inkarına dayanan diğer bir örnekle bu ölçüde karşılaşmak söz konusu değildir. Yani inanç kimliğinin etnik-ulusal kimliği ötelediği-inkar ettiği böylesine çaplı başka bir örneğe tarihin hiç bir kesitinde tanıklık edilmemiştir. Dinler, girdikleri her alanda oranın etnik kimliğiyle çelişkiler yaşasalar da genellikle uyumluluk temelinde bir ilişki içinde olmayı esas almıştır. Zora dayalı kabul ettirmeler dahi etnisiteyi tümden redde dayalı bir karakter içermemiştir.

İLK YAYILMA DÖNEMİNDE FARKLI KİMLİKLERİ REDDEDEN BİR ANLAYIŞ OLMAMIŞTIR

İsevilik, kendisini örgütlediği her alanda oranın etnik kimliğiyle karşıtlaşma üzerinden değil, tam tersine o etnik kimliğe en uygun inanç sistemi olduğunu iddia ederek girmiştir. Alman’a, İtalyan’a Fransız’a, İngiliz’e kimliğinden arın, yok say dememiş, tam tersine etnik kimlik üzerinden, dini, çıkarları doğrultusunda ele almak ulusçuluğun stratejisi olmuştur. İspanyol ve daha sonra kıtaya giden devletlerin Amerikan kıtası yerlilerine uyguladıkları etnik temizlik ve soykırım siyasetidir. Din sadece buna hizmet eden kolaylaştırıcı bir öğedir. Yani ne İspanyol istilacılar, ne de ardılları Fransızlar, Portekizliler, Hollandalılar ve İngilizler dini oranın halklarına zorla kabul ettirme, etmedikleri taktirde ise, yok etme pratiği içinde olmamış tamamen maddi çıkar endeksli devletçi bir anlayışla soykırıma imza atmışlardır.

Roma, İsevi’liği resmi din olarak benimseyerek yayılmasında ona önemli bir araçsalık yüklemiştir. İspanyollar, İsevi misyonerlik üzerinden dünyada çapında etkili hegemonik bir güce ulaşmıştır. Zerdeştilik, Konfüçyanizm, Brahmanizm, Budizm de içinden çıktıkları kavimlerin etkilerini taşımış olsalar da  etnisitelere karşıtlık temelinde bir gelişme ve yayılma zemini üzerinden hareket etmemişlerdir. Musevilik kavim dinidir. Yeryüzü ise “Allahın kendilerine bahşettiği topraklardır.” Öyle bakmış, İlk yayılma dönemlerinde tüm farklı kimlikleri imha da dahil reddeden bir yurt edinme anlayışı içinde olmuştur. Ancak 40 yılı bulan bir göç sürecinde yaşadıkları, yaşattıkları; diğer etnik kimliklerin varlığının (hizmetçi ya da köle de olsa), kendi varlıklarını devam ettirme olanağı sağladığını fark ederek kimlikleri kabul etmek durumunda kalmıştır.

İslam, doğuş yıllarında, içinden çıktığı Arap kimliğini öncellememiş, yayılma dönemlerinde bu kimlik ve kültürü baskın kültür haline getirse de, İslamı çıkarlarına endeksleyen iktidar sahipleri etnik kimliklerle savaşmak yerine onları bağımlı hale getirerek kabul eden bir noktaya gelmiştir. Acemler ise İslamiyeti Şia’lık üzerinden kendi etnisite/dil-kültür değerlerini koruyup egemenlik alanında etkili bir formata kavuşturarak kendi devletlerinin güçlenmesinde önemli bir rol yüklemişlerdir. Arap-İslam orduları, Kurdistan’a girdiklerinde Kürtler Zerdeşt-i Yezdani inanca sahiptir. Doğal, özgürlükçü bir sistem yaşanmaktadır. Bu nedenle İslam orduları Kurdistan’da büyük direnişlerle karşılaşır. Direnişleri büyük kıyımlarla sonuçlanır. Bu durum giderek Kürtleri tarihten silmeye dönük bir karakter kazanmaya başlar. Zerdeşt-i/Mazdek-i, Yezdan-i inançla birlikte Kürt dili de yasaklanır. Ancak toplumun adeta genlerine işlemiş olan doğal-geleneksel inanç ve özgür yaşam isteği, büyük çoğunluk İslamiyeti kabul etmiş olsa da ulusal kimlik ve geleneksel inancın ritüelleri günümüze kadar farklı biçimlerde devam etmiştir.

ALEVİLİĞİN İSLAMİ BİR YAPIYA DÖNÜŞTÜRÜLMESİ İÇİN ASİMİLASYON PROJESİ DEVREYE SOKULUYOR

Alevi Kürtlerde inanç ritüelleri büyük oranda Zerdeştidir. İslami ritüeller figüratif düzlemde kalmışlardır. Durum bu olduğundan, Aleviliğin İslami bir yapıya dönüştürülmesine dönük yoğunca baskı ve derin bir asimilasyon projesi devreye sokulmuştur. Egemen bölge devletlerinin (Emeviler/90 yıl; Abasiler 500 yıl; Selçuklu 120 yıl; Sefeviler 235 yıl; Osmanlılar 600 yıl) başvurduğu siyaset hilafet renginde sembolleşmiş, Osmanlının son dönemlerine kadar iktidar erkini elinde bulunduranlar, kendi etnisitelerini egemen etnik kimlik olarak dayatmamışlardır.  Özellikle ulus devletlerin kurumsallaşmaya başlamasıyla birlikte Osmanlı, Kürtlerin ayrılmalarını engellemek amacıyla İnançsal kimliği en etkili biçimde kullanmayı esas alarak Ümmet’i siyasetinin merkezine koymuştur. Ancak İslami kimlikli devletlerin de ortaya çıkması bu siyasetin kırılmasına yol açarak Türk ulusçuluğunun bir ideolojik çizgi olarak Türk-İslam sentezi biçiminde gelişmesini beraberinde getirmiştir.

Osmanlı topraklarının korunması fikrinden hareketle saltanata eleştirel yaklaşan ve bir gençlik akımı olarak ortaya çıkan Jöntürklük, ulus devletlerin Monarşi Krallık ve imparatorlukların yerini alması ile birlikte bu akımın içinde ayrışmaları da beraberinde getirmiştir. Prens Sebahattin’in öncülük ettiği grup Ademi Merkeziyetçi, genel hatlarıyla Osmanlı yönetim biçimini eksen alırken; Ahmet Rıza’nın öncülük ettiği grup ise Katı Merkezci bir çizgiyi esas almıştır. Batı’da Monarşik Krallık ve İmparatorluklara karşı gelişen Burjuva Ulusçu ideolojik-politik eğilim, Ulus devletlerin doğuşuna yol açan devrimsel gelişmeler olur ve Osmanlıyı hızla çözülüşe götürürken, böylesi bir akımdan (Osmanlının çok etnik kimlikli yapısı bunda önemli bir faktördür) çok mevcut toprakları kaybetmemek üzerinden gelişen bir eğilim söz konusudur. Jöntürkler ya da Yeni Osmanlıcılık siyasi anlamda birbirlerinden keskin hatlarla ayrılan akımlar değildir. Batı’daki gelişmelerin ortaya çıkardığı aydınlanma akımlarının etkisiyle ortaya çıkarak İmparatorluktan Meşruti Monarşiye (1876 Meşrutiyetin ilanı) geçişte önemli bir rol almışlardır.

Bu akımların partileşmesi biçiminde ifadeye kavuşan İttihat ve Terraki Partisi de başta çok kimlikli bir eğilim biçiminde kendisini karakterize etmeye çalışmış, ancak 1893 savaşının ortaya çıkardığı sonuçlar giderek onu etnik ve inançsal bağlamda Türkçü ve İslamcı bir yapıya doğru evirmiş, ardından gelişen Balkan Savaşları sonrasında Osmanlının işgal ettiği Avrupa ve Arap toprakların kaybedilmesi ile birlikte bu kimlik daha da öne çıkarak ne olursa olsun Kurdistan’ı kaybetmeme biçiminde ırkçı-inkarcı bir rotaya doğru ilerlemiştir. Özellikle Abdulhamit’in Kurdistan siyaseti Hilafet-i İslam karakterli bir yapıdadır. Ne olursa olsun Kurdistan’ı kaybetmemek gerektiğine inanmakta ve bunda ısrarlıdır. Kurdistan’ın da kaybedilmesinin Osmanlının tümden kaybedilmesine yol açacağını bilmektedir. Bundan dolayı Türkçü eğilimlere karşı olmamakla beraber, İslami kimliğini görünür kılmıştır. Dolayısıyla, 1806 da başlayarak devam eden Kürt direnişinin önünü almanın en etkili yolu Kürt Bey ve Mirleriyle inanç merkezli güçlü ilişkiler geliştirmektir.

AŞİRET MEKTEPLERİ VE HAMİDİYE ALAYLARININ KURULMASI

Hamidiye Alayları ve Aşiret Mekteplerini kurması böylesi bir akıl yürütmesinin sonucudur. Bunlar yani Aşiret Mektepleri ve Alayların kurulması, “savunma” amaçlı bir karakterleri olmakla beraber, esasında Kürt ve Kurdistan’ın Osmanlıdan ayrılmasını engelleme, asimilasyon sürecini başlatma, diğer halk ve inançlara karşı kullanma aklının ortaya çıkardığı oluşumlar olmaktadır. Bu siyaset, resmen Kürtleri yok saymamakla birlikte, aynı zamanda yok oluşa giden yolun taşlarının döşenmesini de başlatmış olmaktadır. İttihat Terraki Fıkrası mayasını buradan almaktadır. Başlangıçta farklı ulusal kimliklerden bireylerin içinde yer aldığı ve Osmanlı topraklarını kaybetmemek fikrinin geliştirdiği bir oluşumken, giderek Türk etnik kimliğini merkezine alan bir yapıya dönüşmüştür. Ancak ilginç olan ve esas konumuzu ilgilendiren şey ise, bu aklın dini ve etnik kimliği asimilasyonun gerçekleştirilmesinde etkili bir şekilde araçsallaştırmasıdır.

Abdulhamit’le başlayarak geliştirilen ve en tehlikeli silah olarak kullanılan bir yok etme aracına dönüştürülen Muhammedi olmayan İslam, sömürgeci-işgalci iki devletin üzerinden ihanetin devşirildiği bir tuzağa dönüşmüş olmasıdır. Günümüzde bu tuzak, ihanet ve ajan şebekeler eliyle bir saptırma olarak Kurdistan’da Hizbulkontra/Hüda Par biçiminde açık bir tehdit ve tehlike olarak Kürt-Kurdistan özgürlük davasına karşı kullanılmaktadır. Aşiret Mektepleri ve Hamidiye Alayları, Nakşilik vb. araçsal taktiklerle, stratejik hedefi olan Kürtlerin ulusal birliğini engelleme projesinde ciddi setler oluşturan Osmanlı, dağıtarak kendisine bağladığı Kürt işbirlikçiliği üzerinden etkili olmuş ve kendi dönemindeki başkaldırıları böyle bir stratejiyle ezebilmiştir. Osmanlının yıkıntıları üzerinde Kürtlerin de büyük desteğiyle kurulan TC devleti, altı yıl öncesinde Rusya’da gerçekleşen Ekim Devrimi’nin desteğini de almış, ancak Kürtlerin kurucu halk olma gerçeğini inkar ederek, 1924 Anayasası ile de kuruluş felsefesini tümden reddeden bir sürece girerek, 1921 den 1938 e kadarki süreçte Kürtlerin hak taleplerini kan ve katliamla bastırmayı tercih etmiştir.

Dersim Direnişinin komplo ve entrikalarla kırılması, kızıl sömürgeciliğin yerini beyaz sömürgeciliğe bırakan bir süreci başlatacaktır. Kürt direnişlerinin yenilgiyle sonuçlanmasıyla Cumhuriyeti emperyalist kampın taşeron üyesi kılan TC devleti, gelişen devrimci dalganın Ortadoğu’ya taşınmasını engellemek için “Yeşil Kuşak projesi” çerçevesinde sınır karakolu görevine mahzar olmuştur. Devlet, her ne kadar Kürt direnişini bertaraf ettiğini düşünse de, tedbiri elden bırakmak istemez. Beyaz soykırım politikasını başarılı kılmak için Birleşmiş Milletler Cemiyetinin kabul ettiği UKKTH ilkesi (Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı) ve dünya çapında gelişen ulusal kurtuluş mücadelelerinin kendileri açısından Kürt sorununu önemli bir gedik-tehlike ve zincirin en zayıf halkası olduğunu bilerek hareket etmeyi stratejik bir tutum olarak benimsemiştir.

TÜRK DEVLETİ ABD VE NATO PROJESİYLE İLERİ KARAKOL OLMAYI KABUL EDER

Osmanlının son döneminde halklara karşı (Ermeniler, Süryaniler, Keldaniler, Êzidîler, Rumlar) saldırılar başlatılarak, Cumhuriyet ile birlikte Kürtler de dahil edilerek sonuçlandırılmak istenen soykırım siyasetinin Batı cephesindeki baskısını da kırmak amacıyla NATO’ya da girerek; “Komünizm Tehlikesi” dezenformasyonuyla harekete geçen ABD ve NATO projesinde bir ileri karakol olmayı büyük tavizler pahasına da olsa kabul etmiştir. Bu projenin etkili olabileceği alan ise, dinin en etkili olduğu Müslüman devletler/ve Müslümanların yaşadığı coğrafyalardır.  Emperyalistlerin deyimiyle “Sovyetler’in sıcak denizlere (Ortadoğu) geçişini” engellemenin en stratejik alanı Türkiye olmaktadır. Ancak bunu daha da etkili kılabilmek ABD’nin başını çektiği Kapitalist Modernistler açısından daha bir önem arz etmektedir. Bu çerçevede Türkiye, Iran, Irak, Pakistan ve İngiltere’nin de içinde olduğu Bağdat Paktı/CENTO (Central Treaty Organization) kurulacaktır.

Dünya çapında gelişen toplumsal mücadele ve ulusal kurtuluş hareketleri Kapitalist Kampın sınırlarını-egemenlik alanlarını daraltırken kapitalist modernistler “Soğuk Savaş” olarak adlandırılan, her türden insanlık dışılığın, hukuksuzluğun, ahlaksızlığın bir strateji olarak benimsediği “Gayri Nizami Harb”i devreye sokarak devrimsel dalgayı engellemeyi en temel çalışma olarak örgütleyerek sonuç almayı hedefleyecektir.  Bu çerçevede Türkiye, bir NATO üyesi olarak Ortadoğu’da merkez üs olarak seçiliyor. 1960 darbesi, bu siyasetin anayasal düzlemde meşruluk zeminini sağlamak üzerinden planlanarak devrimci-demokratik gelişme ve eğilimleri sistem içine çekmeyi hedefliyor. Avrupa’da gelişerek Türkiye’de de etkili olmaya başlayan Sol karakterli Gençlik Hareketine karşı milliyetçi-ırkçı ve dinci-ümmetçi örgütlemeler bu dalgayı ve yol açacağı sonuçları engellemeyi öngörüyor.

Türk Devleti tarafından sömürgeleştirilen Kuzey Kurdistan, bu tarz Gladyo çalışmalarının ilk örgütlendiği coğrafya oluyor. Çünkü öldü, toprağa gömüldü denilen Kürt ve Kurdistan gerçeği onlar açısından her zaman patlamaya hazır bir volkan tehlikesi içeriyor. Kuzey Kurdistan’ın Sovyetler Birliğiyle sınır olması modernist Kapitalistler açısından büyük bir tehdit ve tehlike olarak görüldüğünden bunun önüne geçmeleri gerekiyor. 1980 12 Eylül darbesine kadar yaşanan süreçte açığa çıktığı gibi, Türk Gladyosunun militan devşirmesi daha çok Kurdistan illerinde belirgin bir şekilde ortaya çıkıyor. Irkçı-Türkçü devşirme siyaseti, inkarcı-asimilasyoncu siyasete yeterince cevap olamayacağından dini duyguları güçlü olan Kürtleri tuzağa çekmenin, etkisiz kılmanın en önemli aracı olarak da din kardeşliği adı altında kirli yok etme projesi devreye sokuluyor. İşte bundan hareketle, fikri temelleri daha önceden oluşturulan “Turan Ülküsü” adı altında yürütülecek olan Türkçü-ırkçı faşizm, NATO’da eğitilen Alparslan Türkeş tarafından Ağrı’dan başlatılıyor.

TARİKATLAR DEVLETLEŞEN AKP’NİN ETRAFINDA DİZİLMİŞLERDİR

68 Gençlik hareketinin Türkiye yansımaları üniversitelerdeki Kürt gençlerinin sol devrimci akımlar içerisinde yer almalarının Kürtlerde açığa çıkabilecek uyanış-aydınlanma ve kendi kimliğine dönüşü sağlayabilecek bir olgu olması dikkate alındığında, Kürt gençlerini, “ileri gelenlerini” milliyetçi ve seküler-dinci akımların içine çekmek büyük bir önem taşıyor. Bir bütün olarak Kuzey Kurdistan bu faaliyetlerin kapsamı içinde ele alınsa da, Türkiye’ye sınır olan Kurdistan şehirleri (Erzurum, Ağrı, Muş,  Elağız, Erzincan, Kars, Bingöl, Sivas, Urfa, Antep, Maraş, Malatya, Adıyaman) bu faaliyetin öncelikli alanları olarak tercih ediliyor. Yine aynı paralelde ümmetçi dinci örgütlemenin de buraların yanı sıra Bitlis, Siirt, Batman, Mardin şehirlerini de içine alarak Kurdistan’da gelişen, gelişebilecek olan ulusal ve toplumsal gelişmelerin engellenmesine dönük İslamı araçsallaştırarak sonuç almayı öngördüğü açığa çıkıyor.

Türkçü Gladyo örgütlenmesi, Ağrı direnişinin yenilgiye uğramasından sonra bir karikatürle dillendirilen, “muhayyel Kürdistan burada meftundur” yani “hayali Kürdistan burada gömülüdür” anlayışına uygun olarak bu ilden başlatılıyor. Osmanlı döneminde Kurdistan’da Ümmet ve Hilafet eksenli geliştirilen Nakşi, Kadiri vb. kimi tarikatlar, burjuva devlete karşı gelişecek devrimci-demokratik hareketlere alternatif olmakta yetersiz kalacağından, dönemin faşizm karakterli alternatif oluşumlarını kapitalist modernizm ilkeleri üzerinden ele alarak etkili kılabilmek; tarikatları da bu alana yedekleyerek güç alanları devşirmek tercih ediliyor.  Yani, Cumhuriyet’ten çok Osmanlı-Ümmet seçeneğini tercih edebilecek olan, ya da onunla uyum içerisinde olmayabilecek olan tarikatçı seçenek yerine; dini, Cumhuriyet’i besleyerek, diğer halkların ulusal kimliğinin reddine hizmet edebilecek “millici” bir akılla değerlendirerek sömürgeciliği sürdürmek onlar açısından daha olanaklı ve doğru yaklaşım oluyor.

Tarikatları anti-komünizm merkezli bir propaganda etrafında harekete geçirmek daha zahmetli olacaktır. Kurdistan merkezli tarikatlar ise risk taşımaktadır. Şêx Ubeydullah, Ş.Mahmut Berzenci, Şêx Saîd ve diğer kimi Kurdistan’daki direniş hareketlerinin liderlerinin tarikat önderleri olduğu da dikkate alındığında, bunu da bertaraf etmek projenin diğer bir yanını içerecektedir. Yani bir taşla iki kuş misali; hem tarikatlar risk alanları olmaktan çıkarılacak ve hem de istenen sınırlar içerisinde desteklenip yedeklenerek, teslim alınıp hizmete koşulacaklardır.  Günümüzde görüldüğü gibi Menzil, İsmaili, Nakşibendi, Kadiri vb. diğer tarikatlar özgünlüklerini önemli oranda yitirerek devletleşen Milli görüşçülüğün (AKP’nin) etrafında sıraya dizilmişlerdir. Her türlü maddi ve sosyal imkana ulaşabilen bu alanın kaymak tabakası aracılığıyla toplum manipüle edilerek asimilasyoncu stratejinin kanalına akıtılmaktadır. Her türlü ahlaksızlığın adeta meşrulaştırıldığı tarikat ve bağlı kolları üzerinden ibadethaneler, vakıflar, Kuran Kursları, “yardım kuruluşları” insani değerlerin çürütüldüğü merkezler haline getirilerek kirli bir rol oynatılmaktadır.

GLADYO HER ALANDA ÖRGÜTLENDİ

Türkçü-İslamcı stratejinin uygulama sahaları haline getirilen bu yerler Kürt aydınlanma ve devrimci hareketinin önünü alma yeterliliğinde olamadıklarından bu boşluğu, Kürt maskesi altında örgütlendirilecek oluşumlar devreye sokularak doldurmak önem büyük önem arz etmektedir.  İşte bu nedenlerden hareketle, halk tarafından Hizbulkontra olarak adlandırılan ajan çete  örgütlemesi devreye sokularak kirli amaçlarını gerçekleştirmek isteyeceklerdir. Dikkat edilirse Kurdistan’da İslami birçok dernek, dergi, çevre var ve Kurdistan Özgürlük Hareketiyle ideolojik olarak farklı yerlerde durmaktadırlar. Durdukları yer ve ideolojik çizgileri nedeniyle hareketin gelişimi önünde olumsuz yanları olmakla beraber PKK karşıtlığı gerekçesiyle Kürt ve Kurdistan’ın özgürlüğü için mücadele eden yurtseverlere, aydınlara, gazetecilere, dağıtımcılara, siyasetçilere şiddet içerikli saldırı pratiği içinde olmamışlardır. Kendi çizgilerinde yurtseverce bir çaba içinde olmaya gayret etmişlerdir.

Kurdistan Özgürlük hareketi de ajan faaliyet içerisinde olmayan çevrelerlerle yurtseverlik çizgisinde birlikte mücadele etmeyi ilkesel bir tutum olarak ele almış, ortak paydalarda da birlikte hareket etmiştir. Durum bu olunca da, sömürgecilik, bu çevreler üzerinde karşıtlaştırmamak adına ezme içerikli olmayan daraltma siyasetini devreye sokmuştur. Hatta bu alanlar içerisinde devşirdiği kimi şahsiyetleri demokratik siyasetin çeşitli alanlarına sızdırmayı bir yöntem olarak devreye sokmuş ve bunlar eliyle demokratik siyaset alanını rotasından saptırma ve kafa karışıklığı yaratmayı hedeflemiştir. Görüleceği gibi bu proje İslamı Türk’ün arkasından alarak önüne koyma (Türk İslam Sentezi yerine, İslam Türk sentezi) biçiminde bir sahtekarlığa dönüşüyor. Yani İslam ile Türk kavramları sadece yer değiştirmiş oluyor.

Nihal Adsız da “Türk” kavramı önde iken, Milli Görüşün babası olarak bilinen Necip Fazıl da ise “İslam” Kavramı öne geçiyor. NATO’cu emperyalist modernistler, projenin iki farklı versiyonuyla karşımıza çıkıyor. Her iki şahsiyetin görüşlerinin şekillenmesinin emperyalizmin Anti Kominist kampanyalarının başladığı dönemlere denk gelmesi tesadüf değildir. Nihal Adsız’ın Alman Nazi Partisine olan yakın ilgisi, Necip Fazıl’ın Paris yılları ve 1934 yılından itibaren fikirlerinin farklı bir mecraya kaymış olmasını, öyle sıradan bir değişim ve gelişme olarak ele almak doğru olmayacaktır. Dünyada yaşanan gelişmelerin insanların düşünce sistemlerinde, algılarında etkilenmelere neden olabileceği normaldir. Ancak o süreçte anti sosyalist kampın başlatmış olduğu sürek avı ve asparagas merkezli ideolojik saldırının sistemli ve örgütlü oluşu, bu iki eğilimin masum, kendiliğinden ve doğal bir etkilenmeden kaynaklandığını söylemek zorlama olacaktır. Böylesi ideolojik eksenli bir alt yapının oluşmasından sonraki süreç, NATO Gladyosunun kendisini askeri, sivil, istihbarat, basın-yayın vb. her alanda örgütleyeceği bir süreç olacaktır. “Esir Türkleri Kurtarma/Turan” ırkçı-şoven milliyetçiliğin ideolojik argümanı Kızıl Faşizm, “KominizimTehlikesi” adı altında da, “din düşmanlığı”na karşı “Ümmet ve Cihat” eksenli Yeşil Faşizm bir akım olarak ortaya sürülecektir.

 

2. Bölüm;

* Maraş, Malatya, Çorum ve Yozgat Katliamları,

* PKK’nin partileşerek ideolojik grup aşamasından politik mücadele sürecine girişi,

* Kurdistan’da başlayan serhildanlar,

* JİTEM ve Hizbulkontra'nın kuruluşu.