“... sultana, Dersim’in korku salan heybetli dağlar ve ormanlarla kaplı bir doğaya sahip, tarifi imkânsız bir konumu olduğunu; ormanlardaki her bir ağaç ve dalın Osmanlı ordusuna karşı bir adım bile geri atmadan savaşan bir asker olduğunu; o ormanlar var oldukça Dersim’in yenilmez kalacağını anlattılar. Sultan bu sefer Dersim’in ormanlarını yakmaya, tüm o yüce dağları çıplaklaştırmaya karar verdi. Amacına ulaşmak için Batum’dan Dersim’e, Trabzon üzerinden büyük miktarda petrol getirtti. Her şey hazır olduktan sonra, Kuzuçan ve Çarsancak’tan başlayarak petrolü ormana serpip ateşe verdiklerinde, herkesi şaşkına çeviren bir şey oldu; bu sefer de doğa Osmanlılara karşı çıktı. Hava bulutlandı, dağlar karardı, ardından korkunç bir sağanak, dolu ve yağmur, şiddetli rüzgarla birlikte Osmanlıların girişimini boşa çıkardı.”
Akademisyen Pınar Dinç’in aktardığına göre 1880’li yıllarda Dersim’i baştan başa dolaşan Ermeni seyyah Antranik’in seyahatnamesinde 1887-1888 yıllarına dair yukarıdaki ifadeler karşımıza çıkıyor. Dersim’den Şırnak’a, Efrin’den Başur’a, Medya Savunma Alanlarına değin Türk devletinin işgal ettiği ve işgal girişiminde bulunduğu Kurdistan coğrafyası orman yangınları, ağaç kesimi, HES projesi, baraj yapımı, kum ocağı, mermer ocağı adı altında eko-kırıma maruz kalıyor.
Bu yazı dizisinde uluslararası bir suç olma yolunda eko-kırımın ne olduğu, uluslararası hukukçuların eko-kırımı nasıl tanımladığı ve Türk devletinin hangi pratiklerle Kurdistan’da eko-kırım pratiğini gerçekleştirdiği üzerinde duracağız. Buradaki amacımız bir devlet politikası olarak uygulanan eko-kırım politikasını görünür kılmak uluslararası bir suç tipi olma yolundaki eko-kırım suçunun Kurdistan’da devlet eliyle gerçekleştirildiği tezine katkı sunmaktır.
ULUSLARARASI BİR SUÇ OLMA YOLUNDA
Türk devletinin eko-kırım politikasına geçmeden önce eko-kırım teriminin anlamı ve uluslararası bir suç olma yolundaki gelişimini açıklayalım. 'Eko-kırım' terimi ilk kez 1970 yılında Amerikalı biyolog Arthur Galston tarafından Washington DC'deki Savaş ve Ulusal Sorumluluk Konferansı'nda (Conference on War and National Responsibility) kullanılmış gibi görünmektedir. 1972 yılında İsveç Başbakanı Olof Palme, Stockholm'deki BM İnsan Çevresi Konferansı'nda (UN Conference on the Human Environment) yaptığı açılış konuşmasında 'eko-kırım' terimine atıfta bulunmuştur. 1973 yılında Richard A. Falk, 'insanoğlunun savaş ve barış zamanlarında bilinçli ya da bilinçsiz olarak çevreye telafisi mümkün olmayan zararlar verdiğini' kabul eden bir eko-kırım Sözleşmesi taslağı hazırlamıştır. 1985 yılında BM Özel Raportörü Benjamin Whitaker, 'eko-kırımın 'soykırım' tanımına dahil edilmesini savunmuş ve bunu 'kasıtlı olarak ya da suç teşkil eden bir ihmalle çevreye verilen ve çoğu zaman telafisi mümkün olmayan olumsuz değişiklikler' olarak tanımlamıştır.
2020 yılının sonlarında Stop Ecocide Foundation adlı vakıf, eko-kırımın hukuki tanımı için Bağımsız Uzman Paneli'ni (Independent Expert Panel for the Legal Definition of Ecocide- 'Panel') düzenledi. Panel, dünyanın dört bir yanından farklı geçmişlere sahip ceza, çevre ve iklim hukuku alanlarında uzman 12 avukattan oluşmaktaydı. Panel üyeleri altı ay boyunca birlikte çalışarak 'eko-kırım' suçunun pratik ve etkili bir tanımını hazırlamakla görevlendirildi. Panele dışarıdan uzmanlar ve dünyanın dört bir yanından hukuki, ekonomik, siyasi, gençlik, inanç ve yerli halklar gibi perspektiflerden yüzlerce farklı düşünceyi bir araya getiren bir kamu istişaresi yardımcı oldu. Ocak ve Haziran 2021 tarihleri panel için uzmanlar beş uzaktan oturumda bir araya geldi. Uzmanlardan oluşan panel alt grupları belirli araştırma ve taslak hazırlama görevleriyle görevlendirildi. Haziran 2021'de uluslararası bir suç olarak eko-kırım tanımının ana metni üzerinde uzlaşmaya varıldı. Panel'in hedefi, önerilen tanımın Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) Roma Statüsü'nde yapılacak bir değişiklik için temel teşkil etmesiydi. Statü, uluslararası ilgi ve alakaya sahip olduğu düşünülen suçları ele alırken ve halihazırda uluslararası bir endişe konusu olduğu kabul edilen ciddi çevresel zararlar için korumaları genişletmenin zamanı geldiği belirtilmekteydi.
Panel sonrası açıklanan yasa taslak metni eko-kırımı, "bu eylemlerin çevreye ciddi, yaygın veya uzun vadeli zarar verme olasılığının yüksek olduğunu bilerek işlenen yasadışı veya kasıtlı eylemler" olarak tanımladı. Nitekim panel sonrası açıklanan taslakta eko-kırımın Roma Statüsüne yeni bir suç olarak eklenmesi için heyet aşağıdaki değişiklikleri önerdi. Roma Statüsü'nün Madde 9 gibi diğer hükümlerinde, UCM Usul ve Delil Kurallarında ve Suçların Unsurlarında da gerekli değişikliklerin yapılabileceğini not ederek; buna göre Önsöz’ün 2. paragrafına “Çevrenin her geçen gün ciddi bir yıkım ve bozulma tehdidi altında olması ve bu durumun dünya çapında doğal ve beşeri sistemler” eklenmesi; Madde 5’e (1) “eko-kırım suçu”nun eklenmesi talep edildi. Ayrıca Madde 8 eklendi. Madde 8 (1). “Bu Tüzüğün amacı doğrultusunda, "eko-kırım", çevreye ciddi ve yaygın ya da uzun vadeli zarar verme ihtimalinin yüksek olduğunu bilerek işlenen hukuka aykırı ya da kasıtlı fiiller anlamına gelmektedir.”
Öte yandan bir sonraki maddede, madde metninde geçen bazı kavramlar açıklandı. Buna göre “2. Paragraf 1'in amacı doğrultusunda;
a. "Ahlaksızca", öngörülen sosyal ve ekonomik faydalara kıyasla açıkça aşırı olacak bir zararı pervasızca göz ardı etmek anlamına gelir.
b. "Ağır", çok ciddi olumsuz değişiklikler, bozulma veya zarar içeren hasar anlamına gelir İnsan yaşamı veya doğal yaşam üzerindeki ciddi etkiler de dahil olmak üzere çevrenin herhangi bir unsuruna, kültürel veya ekonomik kaynaklar.
c. "Yaygın", sınırlı bir coğrafi alanın ötesine uzanan, aşağıdakileri aşan hasar anlamına gelir ya da bütün bir ekosistemin ya da türün ya da çok sayıda insanoğlu.
d. "Uzun vadeli", geri dönüşü olmayan veya aşağıdaki yollarla telafi edilemeyen zarar anlamına gelir makul bir süre içinde doğal iyileşme.
e. "Çevre", dünya, biyosferi, kriyosferi, litosferi, hidrosferi ve atmosferin yanı sıra dış uzay”
heyet, iklim ve ekolojik krizle mücadele için yeterince çaba sarf edilmediği yönündeki endişelerin ortadan kaldırılması için eko-kırım uluslararası suç kategorisinde ele alınıp UCM’ye yukarıdaki taslak metni sundu. Buna göre UCM üyeleri tarafından kabul edilmesi halinde bu suç, savaş suçları, insanlığa karşı suçlar, soykırım ve saldırı suçunun yanı sıra mahkemenin yargıladığı beşinci suç olacak ve 1940'larda Nazi liderlerinin Nürnberg mahkemelerinde yargılanmasından bu yana ilk yeni uluslararası suç tipi olacaktır.
UZMAN YORUMLARI: SUÇ TANIMI İNSAN MERKEZLİ OLMAKTAN ÇIKIYOR
Uzmanlar bu süreci değerlendirirken eko-kırımın önceki suçlardan farklı olarak insan-insan ilişkisi ve insan-doğa ilişkisinden yola çıkarak insanın merkezde olmadığına vurgu yapmaktadır. Eko-kırım ile ilgili Panel’in eş başkanlığını yapan ve University College London'dan Prof Philippe Sands QC eko-kırım ve UCM’nin yargı kapsamına giren diğer dört suçu karşılaştırırken; "Diğer dört suçun hepsi yalnızca insanların refahına odaklanmaktadır. Bu suç da elbette bunu yapıyor ancak insan merkezli olmayan yeni bir yaklaşım getiriyor, yani çevreyi uluslararası hukukun merkezine koyuyor ve bu nedenle orijinal ve yenilikçi” bulduğunu belirtiyor. Panel’in diğer eş başkanı ve BM hukukçusu Senegalli eski bir savcı olan Dior Fall Sow ise doğal çevrenin tehdit altında olduğuna vurgu yapıyor. Hukukçu Dior Fall Sow "Çevre, içinde yaşayan insanların hayatlarını tehlikeye atan çok ciddi ve kalıcı zararlar nedeniyle dünya çapında tehdit altındadır. Bu tanım, gezegenimizin güvenliğinin uluslararası ölçekte garanti altına alınması gerektiğini vurgulamaya yardımcı olmaktadır. Çevreye verilen ciddi zararın giderek önem kazandığı ve çok sayıda devleti etkilediği mevcut bağlamda, eko-kırım suçunun bu yeni tanımına destek verilebilir. Diğerlerinin yanı sıra, şirketler tarafından işlenen ekolojik katliamlara maruz kalan gelişmekte olan ada devletleri de düşünülebilir."
FAİL DAVRANIŞI BELİRLEYİCİ
Stop Ecocide Foundation'dan Jojo Mehta ise sınır aşan nükleer kazaları, büyük petrol sızıntılarını ve Amazon’un ormansızlaşmasını potansiyel eko-kırım örnekleri olarak gösteriyor. Öte yandan uzmanlar eko-kırımın, soykırımın yanında uluslararası bir suç olarak listelenmesi gerektiğini vurgularken faile ilişkin de tespitte bulunuyorlar. Nitekim eko-kırımın önerilen tanımında, suçu bir pervasızlık olarak tanımlamaktadır; fail, davranışlarından kaynaklanan ciddi bir zararın "önemli bir olasılık" olduğunu bilerek hareket etmiştir, ancak yine de hareket etmiştir.
Yerel ve küresel ölçekte etkileri olan eko-kırımın ikna edici örneklerini sıralamak mümkün. Sadece 2020 yılında, 1,8 milyon hektardan (4,6 milyon dönüm) fazla alan insan kaynaklı orman yangınlarından etkilendiği belirtilirken, AB’nin gözlem programı Copernicus’un verileri, 2022 yılında AB ülkelerinde yaşanan orman yangınlarının sayısının son 15 yılın aynı dönemindeki ortalama yangın sayısının neredeyse dört katı olduğunu ortaya koymaktadır. Bu orman yangınlarının bölgenin biyolojik çeşitliliği ve geçim kaynakları üzerinde büyük etkileri olmuştur. Özelde Kürdistan’da genelde dünyada yaşanan insan kaynaklı orman yangınları dikkate alındığında, orman kaybının 2023 yılı içinde kritik bir dönüm noktasına ulaşabileceğini ve önümüzdeki 50 yıl içinde ekosistemin çökebileceğini iddia etmek mümkün. Bu nedenle eko-kırım yasasının yürürlüğe girmesiyle birlikte Amazon'dan, Kurdistan’a ormansızlaşmaya yol açan faaliyetlerden en fazla sorumlu olan kişiler UCM tarafından yargılanma riskiyle karşı karşıya kalacaktır. Ormansızlaşmaya neden olan devletin paramiliter güçlerinden idarecilerine, şirketlerin üst düzey yöneticilerinden, sigorta şirketleri ve fon sağlayan kuruluşlar da dahil olmak üzere diğer oyuncular da yasal yaptırım riskiyle karşı karşıya kalacaktır.
TÜRK DEVLETİNİN KURDİSTAN’DA EKO-KIRIM POLİTİKASI
Girişte alıntıladığımız metinden anlaşılacağı üzere Türk devletinin Kurdistan’da eko-kırım politikası Osmanlı dönemlerine dayanmaktadır. Ancak daha belirgin şekilde 1990’lardan sonra neredeyse tüm Kurdistan coğrafyasına yayılan eko-kırım politikası uygulanmaktadır. Yukarıdaki tanım ışığında bir değerlendirmeye gidecek olursak, Türk devleti Kurdistan’da “çevreye ciddi ve yaygın ya da uzun vadeli zarar verme ihtimalinin yüksek olduğunu bilerek işlenen hukuka aykırı ya da kasıtlı fiiller”i ile Kurdistan’ı insansızlaştırmaktadır. Orman yangınlarından HES’lere, Efrin ve Medya Savunma Alanlarında ormanlık alandaki ağaçların kesilmesinden maden projelerine değin birçok devlet girişimi ve destekli proje eko-kırım politikasının eseridir. Çünkü yukarıdaki tanımda geçtiği üzere Türk devleti söz konusu eko-kırım politikasını yaygın bir çevrede uzun vadeli olarak ve çevreye zararı olduğunu bilerek “ahlaksızca” uygulamaktadır
EKO-KIRIM ARACI OLARAK GÜVENLİK BARAJLARI
Türk devletinin Kurdistan’daki eko-kırım politikasının bir versiyonu olan Hidroelektrik Santrallerine göz gezdirdiğimizde 100 MWe'den Büyük Yapım Aşamasındaki HES'ler sıralamasındaki 23 HES’ten 19’u Kürdistan’ın Amed, Erzincan, Elazığ, Şırnak, Siirt, Dersim, Erzurum, Hakkari, Batman şehirlerine yayılmış durumda. Devrede olan HES’ler karşılaştırıldığında ise 1000 MW üzerinde sadece 4 HES bulunmakta ve bunlar da Atatürk Barajı ve HES(Urfa), Karakaya Barajı ve HES (Amed), Keban Barajı ve HES (Elazığ) Ve Ilısu Barajı ve HES (Batman -Mardin) şehirlerinde bulunmaktadır. Bu barajların elektrik üretimi iddiası olsa da “güvenlikçi” bakış açısının eseri oldukları aşikardır.
Kurdistan’da Dersim’den Amed’e, Batman’dan Botan’a değin devletin yaptığı baraj ve HES projelerinin kaynağında yukarıda bahsettiğimiz “güvenlikçi” yaklaşım yatıyor. Hedefte baraj yapılan bölgeyi insansızlaştırmak, Kürt nüfusu göçe zorlamak, bölgenin tarihi mekanlarını, mezarlık yerlerini su altında bırakarak hafızasızlaştırmak bulunuyor. Örneğin 7 Haziran 2015 seçimleri sonrası Van, Dersim ve Hakkari’de henüz çatışmalar başlamadan “özel güvenlik bölgeleri” ve “askeri yasak bölgeler” ilan edildi. Buna göre valilikler tarafından ilan edilen bu bölgelere sivil insanların girişi “güvenlik” gerekçesiyle yasaklandı. Ancak Hakkari ve Dersim’in neredeyse yüzde 90’ında sivil girişleri yasaklanmış olmasına karşın baraj ve HES yapımları devam etti.
Biraz daha gerilere gidildiğinde 2009 yılından itibaren adına “güvenlik barajı” denilen projelerle Hakkari ve Şırnak’ta 11 barajın yapımına başlandı. Bölgedeki insan varlığını azaltmak ve bölgeyi askerileştirmek için yapılması planlanan bu barajlar Devlet Su İşleri’nin (DSİ) 2007 yılı faaliyeti raporunda yer aldı. Raporda, “2007 yılında yatırım programına etüt-proje kapsamında sınır güvenliği sebebiyle alınan Su Şişirme Bentleri adı altında 11 adet barajın kati proje yapımı ihale edilmiştir” sözleriyle yer buldu.
TARAF OLDUĞU ULUSLARARASI ANLAŞMALARA UYMADI
Dersim’deki barajlar nedeniyle bölgeden çok sayıda göç yaşanırken, su kaynakları da talan edildi. En önemlisi de baraj projelerinin hedefinde Dersim coğrafyasının kutsal mekanlarının olmasıydı. Peri suyu üzerinde Su İşleri (DSİ) Genel Müdürlüğü'nden verilerine göre; Bingöl, Elazığ, Dersim sınırları dahilinde Tatar Barajı ve HES, Seyrantepe Barajı ve HES, Pembelik Barajı ve HES, Özlüce Barajı ve HES, Yedisu Regülatörü ve HES, Kığı Barajı ve HES, Duru Regülatörü ve HES, Karataş Regülatörü ve HES, Kazan Barajı ve HES projelendirildi ve birçoğu hayata geçirildi. Türk devletinin taraf olduğu Kuşların Himayesine Dair Milletlerarası Sözleşmesi, Dünya Kültürel ve Doğal Mirasının Korunması Sözleşmesi, Avrupa'nın Yaban Hayatı ve Yaşama Ortamlarını Koruma Sözleşmesi, Su Kuşları Yaşama Ortamı Olarak Uluslararası Öneme Sahip Sulak Alanlar Hakkında Sözleşmesi,
Nesli Tehlike Altında Olan Yabani Hayvan ve Bitki Türlerinin Uluslararası Ticaretine Dair Sözleşmesi, Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi, Özellikle Afrika'da Ciddi Kuraklık veya Çölleşmeye Maruz Ülkelerde Çölleşmeyle Mücadele İçin Birleşmiş Milletler Sözleşmesi ve Avrupa Peyzaj Sözleşmesi hükümlerine aykırı olmasına rağmen devlet Dersim başta olmak üzere Kurdistan’da güvenlik barajlarını yapmayı sürdürdü. Her ne kadar Dersim örneğinde olduğu gibi iç hukuk yollarına başvurular yapılsa ve baraj yapımları mahkeme kararlarıyla durdurulsa da gayri resmi olarak baraj ve HES yapımları devam etmektedir.