Şengal’in önemi ve tarihi kökeni- I

Êzidî teolog ve tarihçi Osman Çelik: “Sincar bölgesinin adı geçmişi eskiye dayanıyor ve Araplar da bundan etkilenerek ‘Singar’ demeye başladılar. Sümerce ve Hurice’de ‘Sin’ ay anlamına gelirken, Sincar ise ‘ay tepesi’ demek.”

Kürdistan’ın en eski inançlarından biri olan Êzidîlik veya orijinal adıyla Ezdayî inancından olan Kürtler, bin yıldan fazladır soykırım ve katliamlar kıskacındadırlar. Yaşadıkları soykırımları "ferman" olarak isimlendiren Êzidîler, bunun sonuncusuyla 2014 yılının Ağustos ayında karşılaştılar ve adına “73. Ferman” dediler. Şüphesiz bütün fermanlara karşı direniş de vardı. Son fermana karşı sergilenen direnişe ise Kürdistan özgürlük gerillaları öncülük etti.

Şengal’in özgürleşmesinden sonra da Demokratik Özerk Şengal yönetimi ilan edildi. Peki Şengal bölgesi neden önemli, tarihte nasıl bir rol oynadı? 2014’teki ferman sonrası neler yaşandı ve günümüzde hangi soykırım konseptleriyle karşı karşıya? En önemlisi de Şengalliler neden özerk yaşamak istiyor ve bunun için kendilerini nasıl örgütlüyorlar?

ŞENGAL İSMİNİN KÖKENİ

Kürdistan coğrafyasında bulunmasına rağmen Irak devletinin resmi kayıtlarına göre, Nînowa vilayetinin sınırları içinde yer alan, Musul kentine bağlı Şengal ve civarı, binlerce yıldır Êzidî toplumunun kutsal mekanıdır. Şengal dağı etrafında bulunan bu bölgeyi Araplar “Singar”, Asuriler ise “Şiggor” diye tanımlar. Dördüncü yüzyılda Romalıların “Singar” diye olarak kayıtlara geçirdiği Şengal, kimi kaynaklara göre “Seng-Gara” (Köy ve Mevzi) kelimelerinin birleşmesinden oluştu. Zira Şengal, Roma İmparatorluğu’nun Mezopotamya topraklarına yaptıkları seferlerde stratejik bir öneme sahipti.

Êzidî teolog ve tarihçi Osman Çelik’e göre ise, bu topraklar tarih boyunca Kürtler tarafından Sincar olarak adlandırıldı. Çira TV’de “Çira Laleş” programını hazırlayan ve sunan Çelik, Sümer, Huri ve Gutilerden günümüze ulaşan kaynaklarda Şengal’in tarihine dair araştırmasından yola çıkarak elde ettiği bilgileri, ANF’ye şöyle özetledi:

“Sincar Kürtçe orijinal bir kelimedir, kökü ise Sümerce ve Hurice’ye dayanıyor ve “Ay tepesi” veya ayın en yüksek göründüğü tepe anlamına geliyor. Sincar bölgesinin adı geçmişi eskiye dayanıyor ve Araplar da bundan etkilenerek “Singar” demeye başladılar. Sümerce ve Hurice’de “Sin” ay anlamına gelirken, Sin-car ise “ay tepesi” demek. Êzidîler ay’ı üç isimle adlandırıyorlar; “Sin”, “Heyv” ve “Mang”. Bundan dolayı hala Kürdistan’ın dört parçasında birçok bölgenin adı “Sin” ile başlar, Sinê, Sinan ve Siliva gibi.

Şerfedin beytinde ise Şengal için “Musul’un tepesi” denilmektedir ve şöyle ifade ediliyor; “Şerfedîn peya bû li banê Misulê” (Şerfedin indi Musul’un tepesine). “Qewla nav û nişan”da (İsim ve sıfatları anlatan deyiş) şöyle deniliyor; “Hekara xweş Hekar e, Laleşa ronî dar lê, ew der cihê textê xwendkara, xwendkar bixwe padişah e, xaliqê mithê sena ye.” Bu beytte de anlatıldığı gibi Şengal’in içinde yer aldığı bölgeye Hekar deniliyor ve Laleş ortasında yer alıyor. Günümüzdeki Hakkari’nin ismi de buradan geliyor.

Bu bölgeye Sincar, orada bulunan kente de Şengal denilmektedir. Şengal kentinin adı Nuh tufanına dayanıyor. Efsaneye göre Nuh’un gemisi Şengal’in dağına çarpıp döndüğünde orada bulunan kente “Şengal” adı verildi. Aslında bu kelimenin kökeni de “Şenkal”dır, Kürtçe’de “gal” dünya demek, “Şengal” ise “Nîşana dinyayê” (Dünyanın nişanı/işareti) anlamına gelir. Şengal kentinin bulunduğu yerden dağlara uzanan bölgeye Sincar, Dicle ve Fırat’ın doğusundan başlayıp Efrîn’e kadar uzanan topraklara da Siman denilmektedir. Mardin’den Viranşehir, Urfa ve Harran’a ulaşan coğrafyaya da “Bin Helîl” ya da “Helêla Zêrîn” (Altın Hilal) diyoruz. Êzdayî inancının eski kayıtlarına göre, Harran ovası da “Sinberz”; bugünkü Kürtçe ile “Meydana Heyvê” (Ayın meydanı) anlamına geliyor.”

ŞEREFNAME’DE ÊZİDÎLER VE ŞENGAL’İN İZLERİ

Her ne kadar günümüzde Kürdistan ülkesinde ağırlıklı olarak sadece Duhok'un Şêxan ile Musul'un Şengal ilçeleri ve bunlara bağlı nahiye ve köylerde yaşıyor olsalar da Êzidî inancı İslam ordularının seferlerinden önce Kürdistan’ın geneline hakimdiler. Şengal’dan Efrîn’e, oradan Urfa’ya, Amed’den Serhat bölgelerine uzanan geniş bir coğrafyada Êzidîlik veya orijinal adıyla Ezdayî inancı hakimdi.

Örneğin; 1597'de Bitlis beyi Şerefxan'ın kaleme aldığı ve Kürt tarihine ilişkin bilinen ilk eser olan "Şerefname"ye göre, en önemli Kürt aşiretlerinden 7’si, herhangi bir zaman diliminde ya kısmen ya da tamamen Êzidî'ydi. Fakat Şerefname'nin orjinal el yazmasında Êzidîlere ait bölümler çıkarıldı. Bu durumu bizzat Oxford'daki Bodleian Kütüphanesi'nde bulunan Şerefname'nin orjinal metinlerini inceleyen Amerikalı araştırmacı John S.Guest, kitabında şöyle ifade etti:

"Şerefxan'ın yaşadığı yıllarda olduğu gibi bugün de önde gelen Êzîdî aşireti Desanilerdir. Desaniler, Şeyh Âdi türbesinin bulunduğu Laliş'e giderken Musul'un kuzey ve doğusundaki yamaçlara yerleşmiştir. Son iki yüzyıldır toprakları Şeyxan olarak bilinir. İbni Fadllah, Kürdistan üzerine yaptığı çalışmasında bu aşiretin Musul'un kuzeyinde bulunan dağlarda yaşayan Bohti aşiretinin bir kolu olduğunu söylüyor.

Şerefname'nin girişinde kitabın içeriği ile ilgili verilen listede Daseni aşiretine ayrılmış bir bölüm var. Ancak yazarı tarafından imzalanan bugün Oxford'daki Bodleian Kütüphanesi'nde bulunan Şerefname'ye ait orjinal el yazmasında III. Kitap, 2. Kısım'da yer alan metnin 6. Bölümün sonu ile 10. Bölümlerin yerine, ne herhangi bir boşluk bırakılmış ne de sayfaların kenarlarındaki boşluklara herhangi bir açıklayıcı not düşünülmüştür. Atlanılan bölümler Tazra, Ustani ve Daseni aşiretlerinin ele alındığı bölümlerdi."

Osmanlı cephesinde ise Evliya Çelebi’nin yolu Êzidîler ve Şengal ile kesişmişti. 1655’te Diyarbakır’a giden Çelebi, vali Mustafa Paşa’nın Êzîdîlerden vergi toplamak için Şengal’e gittiğini öğrenir. Mayıs ayında Evliya Çelebi, valinin konaklandığı Şengal dağının aşağısındaki ovaya gider. Êzidîler Şengal’in yukarısında yerleşmişlerdir ve bu yüzden Mustafa Paşa’nın ordusu nasıl ilerleyeceğini bilemez. Burada Mustafa Paşa ile bir gece geçiren Evliya Çelebi, Şengallileri şöyle tarif eder:

“Burada yaşayan insanlar tıknaz, saçı sakalı birbirine karışmış, yuvarlak kara gözlü, rengarenk yünlü elbiseler giyen, bellerine ipek kuşak, başlarına ise ipek sarık bağlayan, ağır bambu ayakkabılar giyiyor. Kılıç, pala, savaş baltasına sahipler ve pireyi gözünden vurabilecek ustalıkta silah kullanabiliyorlar. Kadınların saçları ayak bileklerine kadar uzanıyor. Çok sayıda bulunan ve çoğunlukla siyah olan köpekleri var. Günlük olarak yenilen yiyecekler; darı ekmeği, koyun eti ve arada bir de bıldırcın etidir. Kudret helvası, bal, üzüm, kuru üzüm ve ipek yetiştiriyorlar. Bunların hepsi de Mardin ve Bağdat’taki tüccarlarca çok rağbet gören ürünlerdir.”

BATILI KAYNAKLARDA ŞENGAL…

16. yüzyıldan itibaren yolu Kürdistan’a düşen seyyahlar, batılı araştırmacılar ve misyonerler en çok Êzîdîleri merak ediyorlardı. Zira Arap ordularının Êzidî inancını yok etmek isteyen mirasını devralan Osmanlı ordularının soykırımı siyaseti, 16. yüzyıldan itibaren sonuçlar vermeye başlamıştı. Bu yüzden olacak ki artık Arabistan çölü ve Kürdistan dağları arasında sıkışıp kalan bu inanç grubunu ve Şengal’in sırrını çözmek kolay değildi.

Seyyahlar ülkelerine döndüklerinde Şengal’i ve Êzidîleri anlatan gezi notlarıyla dönüyorlardı. 1672’de Kürdistan’a giden papaz Jean-Marie de Jesus, Êzidîlerin o yıllardaki yaşamlarına ilişkin önemli bilgileri aktardı.

Nusaybin yakınlarında göçebe bir Êzidî aşiretiyle karşılaşan Papaz Jesus, günlüğüne şu notları düştü: “Êzidîlerin; diğer bir ifadeyle Kürtlerin ‘kralı’ ya da ‘prensi’ ile karşılaşmıştık; çölden gelmiş, yazı dağların serin havasında geçirecekti. Yanında geçimlerini sağlamak için sayısız koyun ve inekten oluşan sürüleri güden hepsi de çok yoksul, perişan adamlar vardı. Prensin önünde kenarları sarı ve Müslüman sembollerin işlendiği kırmızı bir sancak taşınıyordu. Onu ok ve satırlarıyla donanmış yaklaşık yedi süvari takip ediyordu.”

Êzidîlerin inanç ve ayinlerine ilişkin batı kaynaklarındaki en eski anlatım, Halep'e giden Michele Febvre isimli Fransız Katolik misyonere ait. Febvre, 1675 yılında Paris’te yayınlanan “L'Etat prensent te la Turquie” adlı eserinde, az da olsa Êzîdîlere de yer vermişti. Daha sonra onu 1759, 1781 ve 1810'da Şengal’e giden İtalyan misyonerler takip etti.

Danimarkalı gezgin ve araştırmacı Carsten Niebuhr da, 1766'da Şengal’den Urfa’ya kadar uzanan hatta Êzidîleri araştırdı. Musul ve civarında Yahudi, Hristiyan ve Müslümanların iç içe yaşadığını, Êzidîlerin yanı başlarındaki köylerde Süryanilerin de kaldığını yazan Niebuhr, buradaki yolculuğunu şöyle anlattı: “Verimli topraklardan geçiyoruz, tarlalar yemyeşil. Çölün kıyısında dağların başladığı noktada uzanan Êzidî ve Müslüman köylerin damları gözüküyor. Türk akıncılarının saldırısıyla yıkılan köylerin yanı başında yeni evler kurulmuş. Musul'dan Nuseybin'e yolculuğumuz 6 gün sürüyor. Nuseybin, 130 evden oluşuyor, evlerin çoğu kötü durumda.”

1800’lü yılların başında Halep’ten Diyarbakır’a oradan Bağdat’a uzanan uzun bir yolculuğa çıkan İngiliz araştırmacı ve yazar James Silk Buckingham, gezi notlarında Şengal’den söz etti. Notlarını “Mezopotamya’ya yolculuk” adıyla yayınlayan Buckingham, çölden Şengal ve Kürdistan dağlarına giriş anını şöyle aktardı: “Çölde öyle bir kuraklık ve sessizlik var ki, dayanılmayacak kadar. Bütün gücümüzü alan bu atmosferde eriyip giderken karşımızda yüksek, karla kaplı dağlarıyla Kürdistan'ı gördük. Musul’a yaklaşıyoruz, kaç kere yıkılıp inşa edilen bir kent, eski kalıntılar gözüküyor. Temmuz sıcağı altında Şengal dağını ve ovasını geçiyoruz.”

Yarın: Ferman ve direnişlerle yoğrulan tarih...