AİHM ve AK Kürtler aleyhine AİHS'yi alet etmiş olacaklar
AİHM, İmralı yargılamasını batıl sayıp düşürmedikçe asla adil davranmış sayılmayacak; şahsımda Kürt halkına karşı düzenlenmiş bir komplonun etkisine düşme riskinden de kurtulmuş olmayacaktır.
AİHM, İmralı yargılamasını batıl sayıp düşürmedikçe asla adil davranmış sayılmayacak; şahsımda Kürt halkına karşı düzenlenmiş bir komplonun etkisine düşme riskinden de kurtulmuş olmayacaktır.
Objektif olarak savaşın her iki tarafınca düşük yoğunluklu bir çatışma olarak değerlendirilen eylemleri, Kürt halkının meşru savunması olarak değerlendirmek ve eğer bu meşru savunma savaşında savaş suçu teşkil edebilen eylemler olmuşsa bunu her iki tarafta da arayıp özel bir mahkemede yargılanmasına çalışmak adaletin ve çağdaş hukukun gereğidir. Türkiye'deki İmralı yargılaması bu bakımdan hem içerik hem de pozitif hukuk açısından AİHS'ye aykırıdır. Birçok örnekte görüldüğü gibi tarafsız bir savaş suçları mahkemesini geliştirmek, Türkiye'nin de kurucu üyesi olduğu ve AİHM'nin yürütme gücü olan Avrupa Konseyi'nin (AK) hem siyasi hem de ahlaki görevidir.
40 bini aşkın ölüm ve 4 bine yakın köy ve mezranın boşaltıldığı bir çatışma ‘terörizm’ olarak nitelendirilemez ve bir kişiye, bana mal edilemez. Türkiye'de bizzat Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in “Bazen rutin dışına çıkılır” demesi, yine dönemin Başbakanı Tansu Çiller’in “Öldürüleceklerin listesi cebimdedir” demesi, ayrıca aynı dönemin İçişleri Bakanı Mehmet Ağar'ın Susurluk hadisesi nedeniyle “Benzer binlerce eylemlerimiz olmuştur” açıklamasında bulunması hukukun en üst düzeyde ve hangi boyutlarda çiğnendiğini açıkça göstermektedir.
AİHM'ye taşınan binlerce dava bu hukuksuzluğu yansıtmaktadır. Birkaç bin dolar parayla bu ağır hukuksuzluğu telafi etmek mümkün olamaz. Böyle geçiştirilirse AİHM ve AK Kürtler aleyhine AİHS'yi alet etmiş olacaklar, hukuk özünde çiğnenmiş sayılacaktır. Davam bu ağır hukuk ihlaline yol açmaması anlamında büyük önem taşımaktadır. Türkiye Cumhuriyeti'nin hem AK’nin kurucu üyesi olması hem de AB'ye aday üye bulunması, AİHS'ye bağlı hareket etmesini zorunlu kılmaktadır. Kürtlerin bir devleti olmaması nedeniyle taraf olarak kabul görmemesi adil bir yaklaşım olamaz.
Dolayısıyla sadece bireyler düzeyinde bir hak arayışı, AİHS'nin tüm halklara objektif olarak tanıdığı ve hukukta ‘üç kuşak haklar’ olarak tanımlanan gerçekliğine ters düşecektir. Balkanlarda yaşanan sorunlardan daha ağırını yaşayan Kürtler için daha adil bir özel yargılama yolunun açılması AİHS'nin ruhuna uygun olacaktır. Kendi savunmamı bu çerçevede ele alıyor ve özünü bu gerçekliğe dayandırıyorum. Yoksa İmralı'da yaşadığım hukuk dışılıkları ikinci derecede sorunlar olarak değerlendiriyorum.
Şüphesiz yargılama boyunca Türkiye'de estirilen siyasal linç girişimleri, bir adada tek başıma ve sağlığıma hiç de uygun olmayan koşullarda âdeta çarmıha gerilmiş bir biçimde bir tabutluk odasında tutulmam, Avrupa'da İşkenceyi Önleme Komitesi'nin yönetmeliğine de ters düşmektedir. Tüm bu konularda da hukukun özüne uygun tedbirlerin alınması gerekirdi.
Şunu da önemle belirtmeliyim ki, bu hukuksuzluğun işlenmesinde esas olarak Türkiye Cumhuriyeti’ni değil, başta Yunanistan, Rusya ve İtalya hükümetlerini sorumlu görmekteyim. Savunmamda da kapsamlı gösterdiğim gibi hukuk dışılık bu hükümetlerin komplovari yaklaşımlarından kaynaklanmıştır. Avrupa'da siyasal iltica hukukum çiğnenerek, özel temsilcisi olarak görev yapan Blindken tarafından bizzat basına da açıklandığı gibi, ABD Başkanı Clinton'un emriyle paketlenip teslim edildiğim çok açık olan bir durumdur.
Sistemin en başından birçok hükümet ve ajanına kadar pek çok güç bu hukuk dışılıktan sorumludur. AİHM bu sorunu çözemedikçe ve hukuk dışılığa son vermedikçe, dolayısıyla İmralı yargılamasını batıl sayıp düşürmedikçe asla adil davranmış sayılmayacak; şahsımda Kürt halkına karşı düzenlenmiş bir komplonun etkisine düşme riskinden de kurtulmuş olmayacaktır. AİHM tarihsel rolünü bu davam dolayısıyla oynadığında, Türkiye Cumhuriyeti'nin demokratik ve laik hukuk devletine dönüşmesinde de gerçek yerini almış olacaktır.
Bu vesileyle Yüce Mahkemenin de yol göstericiliğiyle, ‘dostane çözüm’ denilen yönteme açık olduğumu belirtmeliyim. Türkiye yetkililerinin de kabul etmesi halinde, silahların bırakılması ve mevcut devlet sınırlarının esas alınması temelinde diyalogla demokratik kriterlerde uzlaşmaya çalışmayı en geçerli yol saydığımı ve PKK'nin de bu konuda aynı irade beyanında bulunduğunu önemle belirtmeliyim.
Gerek AİHM'nin gerek diğer yetkili AB kurumlarının soruna dar bireysel haklar açısından bakmakla yetinmemeleri ve hukuk ile siyaset arasındaki ilişkiyi demokratik kriterlere uygunluk halinde çözümlemeleri, hem Kürtlerin hem de Türkiye Cumhuriyeti'nin yaşadıkları ağır sorunlardan kurtulmalarına önemli katkı sunacaktır. Bu yönlü bir gelişme Türkiye'nin AB ile bütünleşme yolunda da temelde bir etkide bulunacak ve katılım sürecini hızlandıracaktır. Tarihte hukukun önemli davalar dolayısıyla devletlerin olumlu dönüşümlerinde büyük rol oynadığı çokça görülmüş bir husustur. Böylesi bir dönüşümde Avrupa demokratik hukuku pozitif bir rol oynayabilir. Avrupa için bu yönlü bir gelişmenin aynı zamanda ahlaki ve siyasal bir görev olduğunu tekrar belirtmeliyim.
Türkiye ve Kürt sorunlarının kaynağında Avrupa'nın sömürgecilik dönemindeki yaklaşımlarının ağır etkisi vardır. Bu etki hızından ve ağırlığından hiçbir şey yitirmeksizin günümüze kadar hükmünü icra etmiştir. Bu sefer pozitif rol oynamalı derken bu olumsuz etkiyi bertaraf etmeyi, dolayısıyla siyasal ve ahlaki görevlerini hem AİHS'nin bir gereği, hem de demokratik rejimin özüne karşı ikilik içine düşmeden yerine getirmesini kastetmekteyim. Geliştirdiğim savunmanın bu yönlü çözüm yollarını aydınlatacağına inanmaktayım. Sadece Kürt sorunu açısından değil, Avrupa uygarlığının da en son ürünü olduğu Ortadoğu uygarlık kalıntılarıyla demokratik ölçütler temelinde bir sentezle olumlu çözümlemelere gitmesinin daha gerçekçi ve doğru olduğuna dair güçlü bir inancın sahibi olarak da yaklaşmaktayım.
Milliyetçilik çağından kalma ve daha çok yerel gericiliğe hizmet eden soyut bir anti-Avrupa emperyalizmi anlayış ve eylemliliğini gerçekçi ve ilerici bulmamaktayım. Yapılması gereken, uygarlıkların düşmanlığını körükleme değil, özgül ve özgür yanlarına dayalı sentez kabiliyetlerini açığa çıkarmadır. Böylelikle tarihin daha da özgürleştirici ve adaletli yürüyüşüne katkıda bulunmadır. Savunmamın vardığı sonuç ve anlamı budur. Özgürlük tarihinin, bizzat yaratılmasıyla haklılık kazanacağından hiç kuşkum yoktur.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın kitaplarından derlenmiştir.
Devam edecek…