Devletler kirli yapılardır. Kirli yapılar olmalarının en temel göstergelerinden biri, halkların ceplerinde -eğer varsa- biriktirdikleri birkaç kuruşu zoraki çalmalarıdır.
Dünyanın neresine giderseniz gidin, devlet olmanın en büyük özelliği, halkların cebinde bulunanları çalmadır. Hangi devlet daha çok sınırları içine aldığı halklardan zoraki para topluyorsa, o devlet büyük devlet oluyor.
Örneğin tabiat ananın insanlığa bahşettiği bir su vardır. Ancak büyük devletler bu suyu parayla -hem de önemli bir yekûnla -verir.
Orman tabiat ananın insanlığa bahşettiği başka bir zenginliktir. Ancak ormanı kesip odun haline getirerek, ya da başka bir şekle getirerek insanlığa satarlar.
Tabiat ananın bize bahşettiği güzel ve bol oksijenli coğrafyalar vardır ancak bu kirli devlet yapıları, onları ziyaret etmemiz karşılığında ellerini ceplerimizin derinlerine bırakarak biriktirilen birkaç kuruşa da öyle el koyarlar.
Denizlere girerken alınan paralar, doğalgaz ve elektrik faturaları... Böyle konuşmadan geçtiğimiz o kadar çok şey var ki, buna rağmen devletler yakamızı bırakmıyor, ümüğümüzü sıktıkça sıkıyorlar!
Bu devlet, öyle kirli bir yapıdır ki bizim istemediğimiz halde, bizim adımıza birilerine savaş bile açabiliyor. Hiç haberimiz yokken, hiç istemezken bir de bakmışız ki etrafımızda birçok komşu halkla düşman oluvermişiz. Milyarlarca para harcanarak silahlar alınmış ve bize yakın olan komşu insanlarımız bize hedef haline getirilmiş.
Tuhaftır ama halkları katledecek silahlar alınırken yine ceplerimize el atılıyor, yine çoluk çocuğumuzun nafakasından keserek, bir de bakmışız ki devlete vermişiz. Daha doğrusu devlet, zoraki vergi diye alın terimize el koymuştur.
Örneğin, askerlik için de mesele böyledir. Milyonluk ordular, salt bize yıllarca komşu olan insanları öldürmek için kurulur, donatılır, beslenir. Milyonluk ordular, cebimizden çıkan vergilerle beslenir, kuşanır ve insan öldürmeye gönderilirler.
Bunlar yetmez, bizi askere zoraki alırlar. Askerliğin bedeli her zaman ağır olmuştur. Ve öyle görülüyor ki askerlik var oldukça bu ağır bedel de devam edecektir. Askerlik, adaletsizlik ve hırsızlık sürdükçe bitmeyecektir.
Devlet denen tek dişli canavarın halkların mal varlığına farklı yol ve yöntemlerle el koymasını güvenlikli bir şekilde yapabilmesi için, bir vurucu güce ihtiyaçları hep olmuştur. Bu vurucu gücün başında askerler, peşinden polisler ve ardından da istihbaratçılar, özel kuvvetler, korucular, milisler vb. güçler gelir. Ne kadar çok hırsızlık ve adaletsizlik varsa o kadar da bunlara ihtiyaç duyulacaktır. Hırsızlıkları oranında askeri ve polis güçlerini artırırlar.
Bu kadar askeri güce rağmen hırsızlığını kontrol edemeyen hırsız devlet, ne kadar eril ve dişil varsa hepsini kontrol altına alarak, bir nevi herkesi kendi silahlı gücü yapıp kontrol altında tutmak için her şeyi yapıyor.
Bu kadar büyük bir orduyu ısrarla tutmanın ve beslemenin nedeni budur. Sözde bedelli askerliği tartışıyorlar. Kaldı ki askerliğin her türlüsünün bedeli ağırdır. Birisi canını vererek bedel ödüyor, birisi de malını mülkünü satarak bedel veriyor. Her halükârda askerlik yapan bedel ödüyor. Ancak asıl bedel ödemeden kazanan, hırsızlık üzerine kurulu olan devlettir. Daha doğrusu bu durumda devleti elinde tutan güçlerdir. OYAK gibi kan emici kurum ve kuruluşlardır. Şimdilerde ise silah ya da savunma sanayi olarak geliştirilen kurum ve kuruluşlardır.
Para vererek bu işin içinden sıyrılanlar maldan olurlar. Ancak kan emici kurumlar için bu kan emme yeterli değildir. Onlar öyle bir sistem istiyorlar ki askerliğe aldıkları bir insanı hep sömürebilsinler. Nitekim öyle de yapıyorlar.
Genel anlamda askerlikte özellikle de Türkiye’de askerlik ocaklarında ilk elden bireylerin, birey olmaktan çıkarılmaları için burunları iyice yere sürülür. Ve peşinden de bir insanda onur adına ne varsa tek tek alarak onursuzlaştırmanın en alasından geçirerek birey olmaktan çıkarırlar. Küfürlerle, hakaretlerle, ezmelerle, rencide etmelerle ve tokatlarla bunu yaparlar. En hafifinden beş para etmez birisinin karşısında saatlerce esas duruşta bekleterek bunu yaptırırlar.
Özünde askeri kışla dedikleri yerlerde insanı küçültmenin tüm yolları uygulanır. Ve öyle bir insan yaratılır ki, on yıllar da geçse 'devlet baba'dan öcü gibi korksun! Ve on yıllar sonra da halen onbaşısından, çavuşundan, subayından nasıl tokat yediğini anlatsın! Ve öyle bir mekanizmadan geçirilirken bir insanın ne kadar direnç noktaları varsa hepsi kırılsın! Başka bir deyimle stabilize edilsin. Egemenlerin askerlik felsefesi budur.
Gerçekler böyleyken, sömürge altına alınıp günlük olarak işgal edilen bir ülkenin özgürlüğü uğruna dağlara çıkmak mı meşru oluyor, yoksa askerliğe zoraki olarak gençleri almak mı? Askerliğin özü böyleyken, devletin zoraki halen insanları askerliğe alması mı, yoksa ülke işgal altındayken, insanlık ayaklar altına alınmışken, bir halkın onuru ve insanca yaşamak için gönüllüce gençleri dağlara çağırmak mı meşrudur?
Devlet ki bir insanın her şeyini alıyor. Öyle ki zoraki askerliğe, ağırlıklı olarak istemediği bir askerliğe götürüyor ve üstelik başka bir halkın toprağında orada yaşayan insanları katlediyor, siyasal değerlerine Amed, Van ve Mardin’de görüldüğü gibi el koyuyor. O halkın diline ket vurulmak için her şeyi yapıyor. O halkın her karış toprağına tonlarca bomba yağdırıyor, ormanlarını bilinçlice yakıyor, tarihi mirasını yok ediyor, coğrafyasını sular altında bırakıyor. Şimdi yeniden sormak gerekiyor; böyle bir askerliğe gitmek mi meşrudur, yoksa böyle haksız ve kan emici bir askerliğe ya da zihniyete karşı dağların doruklarına çıkarak, bir halkın meşru müdafaacısı olmak mı?
Bir halkın evladını alarak, kendi halkına karşı savaştırmak mı meşrudur, yoksa günlük olarak insanı insan görmeyen bir zihniyete karşı öz evlatlarını dağlara, bu faşizan zihniyete karşı direnişe davet etmek mi?
Halkın çocuklarını zoraki askere alıp general dedikleri müsveddelerin zenginleştirilmesi mi meşrudur, yoksa bir halkın özgür geleceği adına kendi canını ortaya koymak için dağlara çıkmak mı?
Bu halkın evlatları zoraki mi, yoksa sol memelerinin altındaki çırpıntının peşine takılarak mı dağa çıkıyorlar? Devlet denen canavar yapı bireylerin özgür tercihine karışmasın, o zaman, kimin zoraki, kimin gönüllü gençleri aldığı açığa çıkmaz mı?
Peki bunun karşısında TC askerliğine -birkaç faşist dışında-gönüllü olarak giden acaba kaç kişi vardır?
Askerliğiniz o kadar kutsal ve adanmışlık üzerine kuruluysa, o zaman neden sürekli bedelli askerlik adı altında açtığınız kampanyalara binlerce başvuranın cebindeki son kuruşlarını da alıyorsunuz?
Madem devletinizin kendini koruma sorunu vardır o zaman -ensesi kalın olanlar- siz evlatlarınızı bu vatanı korumak için neden askerliğe göndermiyorsunuz?
Dağa gelenlere tek bir kuruş vaat yoktur, maaş yoktur. Çoğu canlarını verirlerken bile 5 metre bez parçası vadedilmediğini, dağa gelen gençler bilir.
Dağa çıkanlara maddi vaatler yoktur ancak manevi vaatler sonsuzdur. Ne gibi mi?
Özgürlük gibi.
Kendi yolunu çizmek gibi.
Onursuzluğa karşı koyma fırsatı gibi.
Sömürgecilerden ve sömürgecilikten intikâm alma şansı gibi.
Evet, dağa yönünü veren gençlere; ne para, ne pul, ne mal, ne mülk, ne bina, ne maaş ne de şatafatlı emeklilik vadedilmektedir.
Şimdi bir daha soralım; TC devleti mi gençlerimizi zoraki askere götürmek için el koyup kaçırıyor, yoksa bin dereden su getirerek zor bela kendilerini dağlara atan Kürdistan gençleri mi?