Ortadoğu’da su sorunu

Eğer şimdiden gerekli tedbirler alınmazsa daha şimdiden su sorunun bir süre sonra Ortadoğu’da açık çatışmalara, yoğun göç hareketlerine hatta savaşlara neden olacağını ön görebiliriz.

SU SORUNU VE ÇÖZÜMLER

Bütün canlılar var olabilmek ve varlıklarını sürdürebilmek için suya gereksinim duyarlar. Tarih boyunca; içme, tarım, temizlik ve ulaşım açısından çok önemli olan su kaynakları endüstriyel gelişim ve kentleşme sonrası çok daha önemli ve fonksiyonel hale gelmiştir. İnsanlar endüstriyel üretim açısından suyu nedense çok az önemserler. Halbuki su, endüstriyel üretim açısından günümüz toplumlarında olmazsa olmaz bir üretim girdisine dönüşmüştür. Özellikle enerji bağımlısı haline gelmiş günümüz endüstri toplumlarında su birçok ülkede enerji üretiminin en önemli girdilerinden biridir.

Kentli toplumlarda çeşitlenerek artan suyun önemi, kullanılan suyun yeniden kazanılmasını zorunlu hale getirmiştir. Dünya ölçeğinde her geçen gün daha fazla artan nüfus, beraberinde su talebinde de artışa neden olmaktadır. Dünyanın dörtte üçü sularla kaplı olmasına rağmen insanların kullanabilecekleri su kaynakları oldukça sınırlıdır.

Tatlı su kaynaklarının dikkatsiz kullanımı, aşırı su sarfiyatı nedeniyle su kaynaklarının kirletilmesi, küresel ısınma nedeniyle kuraklığın artması ve ters yönde denizlerdeki su seviyesinin yükselmesi, gelecekte temiz su kaynaklarına ulaşımın güçleşeceğini gösteren işaretlerdir.

SU, ALTERNATİFİ OLMAYAN YAŞAMSAL BİR MADDEDİR

Halbuki su alternatifi olmayan yaşamsal bir maddedir. Uzun yıllar sahip olduğu su kaynaklarının değerini yeterince bilmemiş olan toplumlar, şimdilerde susuz kalma noktasına gelmişlerdir. Temiz su kaynaklarının korunması, toplum sağlığı ve gıda güvenliği açısından da oldukça önemlidir. Dikkatsiz su kullanımı birçok salgın hastalığın gelişimine, ayrıca kimyasallarla kirletilmiş su kaynakları tarımsal üretimde kullanılarak kanser de dahil birçok hastalığın yaygınlaşmasına neden olabilir.

Örneğin daha yakın bir süre önce Erzincan/İliç’de Anagold Madencilik firmasının neden olduğu çevre felaketi, bir kez daha çevre ve su kaynaklarının dikkatli kullanılmasının ne kadar önemli olduğunu hepimize göstermiş oldu. İliç’te yaşanan kaza ve can kayıpları çok üzücü; dokuz emekçi söz konusu firmanın kar hırsı nedeniyle yaşamını yitirdi fakat orada yaşanacak asıl felaket, siyanürün Fırat nehrine sızma ihtimalidir. Fırat nehri içinde yaşayan balık çeşitliliği ve sınır aşan uzunluğuyla bütün bir bölgeyi etkilemektedir. Herhangi bir noktada yaşanacak bu türden bir kirlenme, Fırat nehri boyunca o bölgede yaşayan bütün insanların sağlığını olumsuz etkileyecektir.

Birçok toplum dikkatli su kullanımı konusunda çalışmalara başlamıştır. Gerçekten de su bir kültürdür ve bu konuda bir gelenek yaratmak ve bu kültürü gelecek nesillere aktarmak gerekmektedir. Ayrıca Ortadoğu coğrafyasının su güvenliği açısından dünyanın riskli bölgelerinden biri olması, bu konuyu bizim için daha da önemli hale getirmektedir. Kurdistan’ın etrafında bulunan ülkelerin neredeyse tamamı su fakiridir ve bu durum her geçen gün daha da kötüleşmektedir. 

SU SORUNU GÜNÜMÜZDE KÜRESEL BİR SORUNA DÖNÜŞTÜ

Günümüzde bütün dünyada küresel bir soruna dönüşen su sorunu, dünyanın birçok bölgesinde toplum yaşamını tehdit eder bir karakter kazanmıştır. Muhtemelen önümüzdeki yıllarda bu sorun daha da büyüyecektir. Günümüzde 8 milyar olan dünya nüfusunun 2050 yılına gelindiğinde 9,5 milyara ulaşacağı ön görülmektedir. Geçmişte yapılan çalışmalar, nüfus artışının su talebini birkaç kat daha fazla artırdığını göstermiştir. Şöyle ki; dünya nüfusu 20 yüzyılda önceki yüzyıla göre üç kat artmışken su talebi altı kat artmıştır.

Dünyanın yaklaşık yüzde 70’i sularla kaplıdır; fakat bu suyun yüzde 97,5’i tuzlu sulardan oluşurken, tatlı su miktarı ise sadece yüzde 2,5’lik bir orana sahiptir. Dünyada kişi başına düşen yenilenebilir yıllık su miktarı 7 bin 600 metreküptür. Ancak konuya kıtalar arasında baktığımızda ciddi dengesizlikler olduğunu görüyoruz. Örneğin Güney Amerika’da kişi başına yılda 23 bin metreküp, Kuzey Amerika’da 18 bin metreküp su düşerken, Asya kıtasında kişi başına 3 bin metreküp su düşmektedir.

Türkiye siyasal coğrafyası bilinenin aksine su zengini değildir, aksine Türkiye’nin tamamına baktığımızda ülke su stresi yaşamaktadır ve artan nüfus oranları dikkate alındığında ülkede su sorununun daha da büyüyeceği görülmektedir. TÜİK yaptığı bir çalışmada, 2025 yılında Türkiye nüfusunun 83,5 milyon olacağını ve kişi başına kullanılabilir su miktarının bin 340 metreküp olacağını öngörmektedir. Bu miktar dünya ortalamasının çok altındadır.

Benzer bir durum bütün Ortadoğu coğrafyası içinde geçerlidir. Birleşmiş Milletler, “Gelecek İçin Tatlı Su 2003” adlı raporunda durumun ciddiyetini ortaya koymuştur. Bu rapora göre, Ortadoğu bölgesi dünyanın su bakımından en sorunlu bölgesidir. Dünya nüfusunun yüzde 5’i Ortadoğu’da yaşarken bölge, dünya su kaynaklarının sadece yüzde 1’ine sahiptir.

ORTADOĞU’DA ASIL SORUN SU SORUNUDUR

Ortadoğu bölgesinde kuraklığın artarak devam etmesi, su kaynaklarına olan baskıyı artırmaktadır. Bundan yaklaşık 20 yıl önce 2005 yılında yapılan bir çalışmada yıllık kişi başına yenilenebilir su miktarı Gazze ve Batı Şeria’da 80 m/3, İsrail’de 316 m/3, Mısır’da 830 m/3 olarak saptanmıştı; şimdilerde ise artan küresel ısınma nedeniyle sorunun daha da büyüdüğünü öngörmek çok yanlış olmayacaktır. Günümüzde bir türlü önüne geçilemeyen küresel ısınma, bölgedeki azalan su kaynakları nedeniyle tarım ve gıda güvenliği anlamında da önemli sorunlara neden olmaktadır. Bir süre sonra halkın yeterince temiz su kaynaklarına ulaşamaması sonucu ortaya çıkacak sorunlar, bu ülkelerde salgın hastalıkların artmasına neden olacaktır. Uzun yıllar önce 1977 yılında Birleşmiş Milletler Mar del Plata’da düzenlediği bir konferansta bu konunun altını çizmiştir. Söz konusu raporda, insanların kirli su nedeniyle 30 farklı hastalığa maruz kaldıkları belirtilmiştir. Dünya Sağlık Örgütü 2000 yılında hazırladığı bir raporda ise, dünya genelinde 2,2 milyon insanın kirli su nedeniyle hayatını kaybettiğini belirtmiştir. Dünya Bankası ise hazırladığı başka bir raporda, kirli suların yüzde 95’inin doğrudan nehirlere döküldüğünü ve gelişmekte olan ülkelerdeki hastalıkların yüzde 80'inin kaynağının nehir benzeri su kaynaklarının kirletilmesi olduğunu ifade etmiştir.

Günümüzde Ortadoğu coğrafyası sahip olduğu enerji kaynakları ile öne çıkmakta ve birçok küresel aktörün güç mücadelesine sahne olmaktadır. Ortadoğu hem enerjinin kaynağı hem de transferi anlamında muazzam öneme sahiptir fakat bu bölgenin temel sorunlarını çözmediği gibi basiretsiz yöneticiler nedeniyle bölgenin sorunlarının daha büyümesine ve çözümsüzleşmesine neden olmuştur. Birçok gözlemci Ortadoğu’yu bekleyen asıl kıyametin su sorunu olduğunu söylemektedir. Enerji dünyanın muktedirlerinin, su ise bölgenin bütün haklarının sorunu olarak öne çıkmaktadır.

Ortadoğu’da günümüzde kişi başına düşen metreküp su miktarı ile suya bağımlılık oranları açısından Türkiye, İran, Suriye, Afganistan, Suriye ve Sudan bin 500 metreküp ve biraz üzerindeki rakamlarla bölgenin nispeten iyi ülkeleri arasında yer almaktadır. Fakat bunlar arasında Irak sonlarda yer almaktadır. Lübnan, Kıbrıs, Cezayir, Fas, Mısır, Tunus, Oman ve Yemen, Ürdün, İsrail. Suudi Arabistan, Libya, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri suda dışa bağımlıdırlar. Fakat bu durum Türkiye de dahil ilk saydığımız ülkelerin su açısından iyi durumda olduğunu düşündürmemelidir. Küresel ısınma ve artan nüfus bu ülkeleri de su sıkıntısı yaşamaya yakın bir noktada tutmaktadır.

Özellikle iklim değişiminin etkisi ile son yıllarda Ortadoğu coğrafyasında yağışlarda büyük düşüşler yaşanmakta ve artan hava sıcaklıkları buharlaşma oranlarını artırmaktadır. Yapılan çalışmalar sonucunda Ortadoğu bölgesinin yüzey ısısının 2,5 ila 5,5 derece arasında artacağı ve bu artışın bölgede gerçekleşen yağış ortalamasını yüzde 20 oranında düşüreceği belirtilmektedir. Türkiye özelinde ise 2,5 ila 3,5 derece artış ve yağışlarda yüzde 35 azalma beklenmektedir. Yine özellikle yeraltı sularının beslenmesinde ana kaynak olan kar yağışının da önceki yıllara göre daha az gerçekleşmesi, bölgede su sorununu daha da büyütmektedir. Uzmanlar, bütün bu gelişmelerin küresel gıda fiyatlarını artıracağını ve dünya genelinde yoksulluğun yaygınlaşacağını ifade etmektedirler.

ORTADOĞU’DA SU SAVAŞLARI YAŞANABİLİR

Artan nüfus, azalan su kaynakları, mevcut su kaynaklarının yanlış kullanımı bölgeyi su ve gıda güvenliği açısından felakete sürüklemektedir. Bölgesel açıdan suyun önemini belirtmek açısından İsrail/Mısır arasında 1979 yılında imzalanan anlaşma sonrası Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat’ın “Mısır’ın su kaynaklarını korumanın dışında bir daha savaşa girmeyeceğini” söylemesi iyi bir örnektir. Aslında burada Enver Sedat bir kez daha ülkesi açısından suyun önemi belirtiyor ve sadece su kaynakları tehdit edilirse savaşa gireceklerini söylüyor. Dolayısıyla su konusu geçmişte bölgesel barışın veya savaşın anahtar kavramlarından biriydi, gelecekte de öyle olmaya devam edecek. Birleşmiş Milletler bundan yirmi yıl önce 2003 yılında yayınladığı “Gelecek İçin Tatlı Su 2003” raporunda Ortadoğu’da 2040 yılında su savaşlarının yaşanabileceğinin altını çizmiştir.

Şimdiye kadar yapılan bütün savaşlarda en kritik, saldırıya uğrayan ve ele geçirilmeye çalışılan noktalar su kaynakları olmuştur. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı boyunca taraflar hidroelektrik santrallerini ve kullanılabilir su kaynaklarını kontrol altında tutmaya çalışmışlardır.

Başka bir örnek Ürdün/Şeria Nehri’nin sularının kullanımıdır. Ürdün/Şeria nehrinden akan suyun Ürdün, İsrail, Suriye ve Filistin halkları arasında nasıl paylaşılacağı konusu bölgenin en önemli sorunlarından biridir. Söz konusu dört ülkeyi yakından takip eden uzmanlar, günümüzde bu dört ülke arasında yaşayan gerilimin önemli nedenlerinden birinin de Ürdün veya başka bir isimle Şeria nehri olduğunu söylemektedirler. Söz konusu nehir, dört ülkenin de topraklarından geçip Lut gölüne dökülmektedir. Uluslararası suların ortak kullanımı konusunda yeterince bağlayıcı kurallara olmaması, mevcut olanların ise hukuk kurallarına dönüşmemesi, söz konusu dört ülkenin nehir sularının kullanımı konusunda anlaşmazlığa düşmesine neden olmakta, kimi zaman ise bu anlaşmazlıklar çatışmaya dönüşmektedir.

Geçmişte de toplumlar arasında sınır aşan suların kullanım konusunda anlaşmazlıklar yaşanıyordu; fakat özellikle 19 yüzyıldan sonra ulus devletlerin yaygınlık kazanmasıyla birlikte bu tarz su kaynaklarının kullanımı konusunda anlaşmazlıklar artmaya ve bir süre sonra çatışmaya dönüşmeye başlamıştır. Zamanla taraflar aynı içeriği; “ortak su/müşterek su, uluslararası su, sınır oluşturan su, sınır aşan su” gibi kavramlar geliştirerek kendi konumlarını güçlendirmeye çalışmışlardır. Ülkelerin kendi toprakları içinde yer alan ve yine aynı ülke sınırları içinde denize veya göle dökülen suların kullanımı konusunda söz konusu ülkenin tam tasarruf hakkı dünya genelinde kabul görmektedir.

Fakat doğduğu ülkenin sınırlarını aşarak başka ülkelerin topraklarına giren akarsuların kullanımı üzerinde kıyıdaş ülkeler arasında çoğu zaman anlaşmazlıklar çıkmaktadır. Özellikle su sıkıntısı çekilen bölgelerde paylaşım konusunda ciddi gerilimler yaşanmakta, kimi zaman bu gerilimler ülkeler arasında çatışmaya dönüşmektedir. İsrail ve Suriye arasında en temel gerilimlerden birini Şeria nehrinin suyunun kullanımı oluşturmaktadır. (Ürdün Nehri) 1950’de İsrail Ulusal Su Merkezi kurmaya çalıştığında Suriye buna askeri müdahalede bulunmuştur. Yine on yıl sonra Suriye Şeria nehrinin üst kısımlarındaki suyu kendi tarafına yönlendirmeye çalışınca, İsrail buna kayıtsız kalmamış ve Suriye tarafından yapılan kanalları bombalayarak inşaat çalışmalarını durdurmuştur.

Dünya genelinde su kaynaklı çatışmaların sayısız örnekleri vardır; her defasında taraf devletlerin hakkaniyetli kullanım yerine kendi çıkarlarını ön planda tutması su paylaşımını güçleştirmektedir.

ULUSLARARASI SU YOLLARI

Suyun kaynağına sahip olan ülkeler, öncelikle kullanım hakkının kendilerinde olduğunu ileri sürmektedirler. Bu tür suların tanımlanması konusunda suyun ortaya çıktığı ülke ve daha sonra geçtiği ülkeler arasında sorunun tanımı konusunda ciddi görüş ayrılıkları ortaya çıkmaktadır. Bu konuda uluslararası hukukta genel bir kabul olmadığı için sorun, söz konusu ülkelerin kendi aralarındaki ekonomik/tarihsel ve güncel politik gelişmelere göre sürekli yeniden tanımlanmaktadır. Genellikle suyun kaynağına sahip ülke öncelikli kullanım hakkının kendisinde olduğunu ileri sürmekte ve kendi ülkesinde ortaya çıkan ve başka ülke topraklarında denize dökülen suları “Sınır aşan su” olarak tanımlamaktadır. Halbuki akarsuyun kendi ülkesini kat ederek geçen veya kendi ülkesinde denize dökülen ülkeler ise daha çok “uluslararası su” kavramını kullanmaktadırlar.

Bunu yapmalarının söz konusu akarsuya uluslararası bir nitelik kazandırarak sudan daha fazla yaralanabilmek ve kendi kullanımını kaynak ülkenin keyfiliğinden kurtarmaktır. Dünyanın birçok yerinde gerilim ve çatışmalara neden olan bu sorunun çözümü için 1959 yılında ilk çalışmalar başlamış ancak uzun yıllar bu konuda fazla mesafe alınamamıştır. 1970 yılına gelindiğinde BM bir kez daha konuyu gündemine almış ve Uluslararası Hukuk Komisyonu’nu “Uluslararası Su Yollarının Ulaşım Dışı Amaçlarla Kullanılmasına İlişkin Hukuku” oluşturmak için görevlendirmiştir. Uzun süren çalışmalar sonucunda komisyonun hazırlamış olduğu rapor, 21.04.1997 tarihinde BM Genel Kurulu’nda “Uluslararası Su Yollarının Ulaşım Dışı Amaçlarla Kullanımları” adıyla kabul edilmiştir. Buna göre sınır aşan veya sınır oluşturan suların yer aldığı havzalar “uluslararası su yolları” olarak tanımlanmaktadır. Kabul edilen metin adil ve makul kullanımı ve başkalarına zarar vermemeyi esas almıştır. Ancak içinde Türkiye’nin de bulunduğu 35 ülkenin sözleşmenin son haline imza atmamaları nedeniyle sözleşme yürürlüğe girememiştir.

Türkiye, Kürtlerin suyunu Kürtlere karşı koz olarak kullanmakta ısrar etmekte, bölgesel siyasetinde özellikle Fırat ve Dicle’yi başka halklara karşı bir silah olarak kullanmaktadır. Çünkü söz konusu nehirler uluslararası su olarak tanımlandığı noktada diğer kıyıdaş olan ülkelerle suyun kullanımı konusunda müzakereler zorunlu hale gelmektedir.

Birden çok ülkenin topraklarından geçerek denize veya göle dökülen suların kullanım konusunda farklı yaklaşımlar vardır.

A. Mutlak Egemenlik Yaklaşımı: Bu yaklaşım akarsuyun kaynaklarını aldığı ülkenin su tasarrufu üzerinde mutlak hakimiyeti olduğu varsayımı ile hareket eder. Buna göre suyu kullanma hakkı suyun kaynağı olan ülkededir ve kaynak ülke bunu istediği gibi yapar. Bu yaklaşım daha çok suyun kaynağının olduğu ülkeler tarafından savunulmuş, fakat zaman içerisinde toplumsal karşılığını yitirmiştir. Bu anlayış hem iyi komşuluk ilişkileri ile bağdaşmamakta hem de denetimsiz mutlak kullanım hakkı çeşitli çevre felaketlerine neden olmaktadır.

B. Doğal Durumun Bütünlüğü Yaklaşımı: Bu yaklaşım, akarsuyun çıktığı ülkenin, akarsuyun doğal akış miktarını ve kalitesini değiştirecek her türlü faaliyetini yasaklamaktadır. Buna göre hiçbir devletin kendi ülkesinden başlayarak başka ülkelere devam eden akarsuların akımını durdurmaya, güzergahını değiştirmeye, kirletmeye ve su kalitesini etkileyecek şekilde kullanmaya hakkı yoktur.

C. Ön Kullanım Üstünlüğü Doktrini: Buna göre arazisindeki suları diğer kıyıdaş ülkelerden daha önce kullanmaya başlayan ülke, bu kullanımı devam ettirdiği sürece bu sular üzerinde bir çeşit hak kazanmış sayılmaktadır. Diğer ülkeler suyu kullanmaya başlayacakları zaman bu hakkı gözetmek zorundadırlar. Fakat buna rağmen yukarı kıyıdaş ülkeler bu sulardan faydalanırken, aşağı kıyıdaş ülkelerin haklarını gözeterek onlara zarar vermemeye özen göstermek zorundadırlar.

D. Adil Kullanım Doktrini: Bu yaklaşım, yukarı ve aşağı kıyıdaş ülkelerin akarsu imkanlarından hakkaniyetli bir şekilde yararlanmalarını esas almaktadır. Bundan dolayı günümüzde birçok ülke kendini bu yaklaşıma daha yakın hissetmektedir. Bu yaklaşım sınır aşan ve uluslararası su kavramlarını anlamsızlaştırmakta bu tür akarsuların kullanımı konusunda tüm kıyıdaş ülkelere eşit haklar tanımaktadır. Bu görüş bütün tarafların akarsudan azami fayda sağlamasını ve asgari zarar görmesini istemektedir.

TÜRKİYE SUYU BİR TEHDİT ARACI OLARAK KULLANIYOR

Türkiye, GAP Projesi kapsamında Adıyaman, Batman, Amed, Antep, Kilis, Mardin, Siirt, Urfa ve Şırnak illerinde Fırat ve Dicle ırmakları üzerinde 22 Baraj ve 19 Hidroelektrik santrali yapmak istemektedir. GAP Projesi kapsamında Karakaya, Atatürk, Batman, Kıralkızı, Dicle, Birecik ve Karamış barajları tamamlanarak elektrik üretimine başlanmıştır. Proje kapsamında sulu tarıma açılan arazi 272 bin 972 hektardır. Bu sulu tarıma açılması istenilen arazilerin sadece yüzde 15'ine denk gelmektedir. Türkiye’nin GAP Projesi kapsamında yapacağı çalışmalar su talebini artıracak, Suriye ve Irak’a akan suyun hem kalitesini hem de miktarını olumsuz etkileyecektir. Her iki ülke de bu konuyu uluslararası platformlarda tartışma konusu yapmaktadırlar, çünkü her iki ülkenin de sulu tarıma ve her iki nehrin sularına yaşamsal ihtiyacı vardır. Fırat ve Dicle nehirleri her iki ülkenin ekonomik ve sosyal yaşamında oldukça önemlidir ve Türkiye’nin tutumu her iki ülkenin ekonomik ve sosyal temposunu tehdit etmektedir. Keban Barajı ile başlayan, Karakaya ve Atatürk barajları ile devam eden sürecin sonunda uluslararası baskılar sonucunda Türkiye, 1987 yılında Suriye ile bir protokol imzalamak zorunda kalmıştır. Buna göre Türkiye Fırat nehrinden Suriye’ye saniyede 500 metreküp su vermeyi taahhüt etmiştir. Eğer bu verilecek su bir ay eksik olursa diğer ay eksik olan kısım telafi edilecektir.

Fakat 1990 yılına gelindiğinde Atatürk Barajı’nın İnşaatı tamamlanmış ve Türkiye tarafı baraj için su tutmaya başlamış ve 30 gün süreyle baraj kapaklarını tutarak su akışını durdurmuştur. Dolayısıyla daha birkaç yıl önce imzalanan protokol ihlal edilmiş ve Türkiye saniyede 500 metreküp su salma vaadini yerine getirmemiştir. Sonrasında Irak’ta ve Suriye’de yaşanan sorunlar her iki devleti de zayıflatmış ve Fırat ve Dicle nehirlerinin suyunun kullanımı konusunda Türkiye tek başına karar verici konuma gelmiştir. Halbuki özellikle Fırat nehri Suriye için yaşamsal önemdedir. Özellikle yaşanan iç savaş sonrası yaşadığı yıkım, Suriye’de gıda güvenliğini ciddi anlamda sıkıntıya düşürmüştür. Bu noktada Fırat nehrinden gelecek su ülkenin geleceği açısından oldukça önemlidir. Ayrıca bu noktada Suriye ve Irak arasında da bir anlaşmanın yapılması gerekmektedir. Suriye, iç savaş öncesi 800 hektar araziyi sulamak için çalışmalara başlamıştı fakat bunun yarısı için bile Fırat’ın sularını kullansa Irak’a akan su miktarı oldukça düşecektir. Dolayısıyla üç ülkenin sadece hükümetleri değil, bütün bölge halklarının katılımı ile her iki akarsuyun da adil kullanımı konusunda tutarlı, hakkaniyetli bir yol bulunmalıdır.

Özellikle Türkiye’nin politik nedenlerle komşularını su ile tehdit etmesi kabul edilemez. Özal döneminde Türkiye açıktan Kürt Özgürlük Hareketine karşı tavır alınmazsa Fırat ve Dicle’nin sularını kesmekle tehdit etmiştir. Fakat gelen tepkiler üzerine bir daha açıktan bu noktada bir tehdit de bulunmamış, fakat el altından bunu her iki ülkeye karşı bir sopa olarak kullanmaya devam etmiştir. Irak Çiftçi Derneği, Türkiye’nin Fırat ve Dicle üzerinde yaptığı barajlar sonrası Irak’a giden su miktarında yüzde seksen azalma meydana geldiğini ve 124 milyon hektar toprağın üretim dışı kaldığını vurgulamıştır. Türkiye’nin bu tutumu söz konusu ülkeler tarafından uluslararası platformlarda tartışma konusu yapılmış ve Avrupa Birliği Komisyonu 2005 yılındaki Türkiye İlerleme Raporu’nda Fırat ve Dicle sularının yönetiminin İsrail’in de dahil olduğu taraf ülkelerden oluşan bir komisyona bırakılmasını önermiştir.

Kurak bölgelerin sınırlı sayıda insanı barındırabilmesi ve bu bölgelerin göçlerle daha da kalabalıklaşması sorunları büsbütün büyütmektedir. Suriye iç savaşının kuraklıkla ilgisini ele alan bir araştırmada iç savaşın başlamasında süreli ve şiddetli kuraklığın ülkede var olan gerilimi tetiklediği sonucuna ulaşılmıştır. Kuraklık göçü ve çatışmaları tetiklemektedir. Bu noktada önceden tedbir alınmasa kuraklık önemli toplumsal sorunlara neden olur. Bu konuda Dünya Kaynakları Enstitüsü (WRI), 167 ülkenin 2015’ten itibaren 2040 yılına kadar su stresi düzeyini, rekabet ve yüzey suyu azalışı açısından değerlendirmiş ve 33 ülkenin 2040 yılında su açısından çok baskı altında kalacağını ön görmüştür. Bu ülkelerden 14 tanesi Ortadoğu bölgesindedir. Bu toplumların gelecekte iş yaşamı, günlük yaşam, çiftçilik gibi temel faaliyetlerde çok zorlayıcı koşullarla yüz yüze geleceğini ön görmüştür.

Özel olarak Türkiye, Suriye ve Irak arasında Fırat ve Dicle nehirlerinden akan suyun ortak kullanımı konusunda sürekli sorunlar yaşanmıştır. Bölgede halkların refahını ve iyi komşuluk ilişkilerini esas alan rejimler yönetimde olmadığı veya halklar yönetime dahil edilmediği için kimi zaman gerilimler çatışma noktasına gelmiştir. 1940’lı yıllardan itibaren Türkiye, Irak ve Suriye bir araya gelmiş “Dostluk ve İyi Komşuluk Antlaşmaları” imzalamış, fakat bir türlü istenilen sonucu alınamamıştır. Bu protokollere göre, Türkiye her iki nehir üzerinde yapacağı yapılarda sadece kendi çıkarlarını değil Irak ve Suriye’nin de yararını gözetecektir. Fakat zamanla verilen bu sözlerin hiçbiri tutulmamış ve ilişkiler gerilmiştir. Fırat’ın sularının kullanımı anlamında ilk büyük kriz Türkiye ve Suriye’nin Fırat nehri üzerinde inşa ettikleri Keban ve Tebqa barajlarının dolum sürecinde yaşanmıştır. Barajın dolum sürecinde Türkiye Irak hükümetini bilgilendirmeden, barajı inşa eden ABD firmasının isteği üzerine saniyede 450 metreküp suyu bırakmıştır. Fakat aynı dönemde Suriye’nin de Tebqa Barajı'nı doldurması nedeniyle Irak topraklarına Fırat üzerinden giden su miktarı büyük oranda azalmıştır. Söz konusu durum Irak tarımını büyük bir yıkımla karşı karşıya bırakmıştır. Bunun sonucu Irak/Suriye ilişkileri savaşın eşiğine gelmiş; Suudi Arabistan’ın araya girmesi ile sorunlar savaş yaşanmadan çözüme kavuşmuştur.

Benzer sorunlar 1987 yılına kadar devam etmiş ve bir türlü bütün tarafları memnun eden bir sonuç alınamamıştır. 1987 yılında Türkiye ve Suriye arasında imzalanan protokol bir dönüm noktası olarak kabul edilir. Buna göre Türkiye Suriye ve Irak hükümetlerine aralarında nihai bir anlaşma yapılana kadar yıllık ortalama saniyede 500 metreküp suyun bırakılmasını taahhüt eder. Eğer bir sebepten dolayı herhangi bir ay bırakılan su taahhüt edilenin altında kalırsa bir sonraki ay kalan miktar daha fazla su salınarak telafi edilecektir. Daha sonra Suriye ve Irak 1990 yılında Bağdat’ta bir araya gelerek kendi aralarında Türkiye’den gelen Fırat suyunun yüzde 58’inin Irak’ın kullanımı için bırakılması konusunda anlaşmaya varmışlardır.

Fakat bu anlaşmalar hiçbir zaman pratikte karşılık bulmamış; taraflar birbirlerinden şikayetçi olmaya devam etmişlerdir. Suriye ve Irak devletleri askeri olarak daha güçlü durumdayken Türkiye biraz daha dikkatli davranıyordu fakat Türkiye uzun bir süredir çok daha keyfi davranıyor. Özellikle Irak’la ilişkiler bu anlamda sürekli gerilimli ilerliyor.

Irak parlamentosu içerisinde kimi çevreler uzunca bir süre Türkiye ile ticari ilişkilerin durdurulması çağrısında bulundular. Örneğin Ahmet Davutoğlu’nun dış işleri bakanlığı döneminde yaptığı Bağdat ziyaretinde konu Irak’lı yetkililerce bir kez daha gündeme getirilmiş, Irak tarafı Türkiye’ye olan güvensizliğini açıkça ifade etmiş ve sorunun BM hakemliğinde çözülmesini önermiştir. Fakat özellikle son yıllarda su sorunu Türkiye/Irak ilişkilerinin en önemli gündemlerinden bir olmaya başlamış ve gelecekte de olmaya devam edeceği görülmektedir.

Nitekim Irak Su Kaynakları Bakanı Aun Ziyap Abdullah, 10.02.2024 tarihinde verdiği bir röportajda Türkiye’nin su politikalarını eleştirmiş ve Türkiye’nin taahhüt ettiği saniyede 500 m3 su salması gerektiğini bunun da 260 metreküpünün Irak’a ulaşması gerektiğini söylemiştir. Fakat son yıllarda Irak’a ulaşan su miktarının yaklaşık olarak 180 metreküp civarında kaldığını, bunun Irak ekonomisi ve tarımı için ciddi kayıplara neden olduğunu belirtmiştir. 

ORTADOĞU ALARM VERİYOR

Uluslararası Su Yönetimi Enstitüsü (IWMI) tarafından ülkelerin su durumunu analiz etmek için çalışmalar yapılmış ve gelinen noktada şu sonuçlara varılmıştır. Bir ülkedeki kişi başına düşen su miktarı yıllık 1700 metreküpün altındaysa o ülkede su sıkıntısı var demektir. Bu oran 1000 metreküpün altına düşmüş ise o ülkede insan sağlığı ve ekonomik kalkınma tehdit altında, 500 metreküp altında ise o ülkede ciddi susuzluk tehdidi var demektir. Eğer dünya nüfusu artmaya ve su kaynakları da aynı kalmaya devam ederse bir aşama sonra kişi başına düşen su miktarı bin metreküpün altına düşecektir. Özellikle bu gelişme bütün Ortadoğu coğrafyası için yakın bir tehlike haline gelmiştir. Suyun belirli bir miktarın altına düşmesi, birçok iş alanın kapanması, insanların işsiz kalması, sağlıklı bir ortamda yaşamlarını sürdürememeleri ve doğal olarak göç anlamına gelmektedir. Bu hem o coğrafyada yaşayan insanlar için hem de başka ülkeler için büyük bir problem alanıdır ve sadece bu coğrafyalarda yaşayan insanların değil, bütün ülkelerin bu konuda kayda değer çalışmalar yapması gerekmektedir. Özel olarak Ortadoğu örneğinde birçok ülkede kişi başı yıllık kullanılabilir su miktarı daha şimdiden bin metreküpün ya altında ya da altına düşmek üzeredir. Eğer şimdiden gerekli tedbirler alınmazsa daha şimdiden su sorunun bir süre sonra Ortadoğu’da açık çatışmalara, yoğun göç hareketlerine ve hatta savaşlara neden olacağını ön görebiliriz.

EKOLOJİK DEMOKRATİK TOPLUM MODELİ SORUNLARI ÇÖZER

Fakat aksine bir çaba içerisine girilir ve Ortadoğu’da hem insan hem de doğal kaynaklar doğru değerlendirilirse; ekonomik büyüme ve toplumsal kalkınma birlikte yol alabilir. Stockholm Uluslararası Su Enstitüsü (Stockholm International Water Institute-SIWI) 2010 yılında yaptığı bir çalışmada, sınır aşan suların yaşam kalitesini artırabileceği, yaşanabilir bir çevre ve ortamın yaratılmasında önemli katkılar sunabileceğini belirtmiştir. Burada temel sorun, “iyi bir su politikasının ne olduğudur?” Bunun tek ve en doğru cevabı, Ortadoğu toplumlarının diktatörlerden kurulması, kendi aralarında sanatta, ticarette, siyasette halklardan halklara doğrudan ilişkiler geliştirmeleridir.

Ortadoğu’nun hangi sorununa el atsanız cevap olarak karşınıza Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan çıkmaktadır. Sayısız halkın ve inancın yaşadığı Ortadoğu’da Demokratik Konfederalizm, Ekolojik/Demokratik toplum modellemesi, sorunların çözümünde biricik çözüm olarak kendini ortaya koymaktadır. Ortadoğu’nun devraldığı kültürel çeşitlilik en büyük zenginliğidir eğer bu zenginlik doğru değerlendirilebilir ve demokratik bir Ortadoğu inşa edilebilirse bölgedeki her türlü sorun bir süre sonra çözüm yoluna girecektir.

Ortadoğu’nun basiretsiz yöneticileri eliyle yönetilen ulus devletleri, sorunu daha da büyütmekten başka bir şey yapmıyorlar. Her geçen gün daha fazla kirlenen hava, su ve toprak nedeniyle bölgede sağlıklı gıdaya ulaşım güçleşiyor. Kapitalist modernitenin neden olduğu ulus devletçi/iktidarcı toplum ve onu güdüleyen kar hırsı aşılmadan Ortadoğu’da sorunlar çözülemez. Kürt Halk Önderi’nin önerdiği “ekolojik/demokratik, kadın özgürlükçü paradigma” mevcut haliyle hem sorunun kaynağını hem de çözümün nerede olduğunu bütün açıklığı ile hepimize gösteriyor.

Ortadoğu’da içinde bulundukları toplumsallığa yabancılaşmış rejimler, kendi başına bütün bölge için büyük bir felakete dönüşmüş durumdadırlar. Bölgede sorunların çözümü noktasında devletçi/hiyerarşik ulus devletlerin aşılması ve siyasetin doğal toplumsal tempoya uygun yeniden halklaştırılması önemli bir başlangıç noktası olacaktır. Doğa ve insanla girdiği bütün ilişkileri araçsallaştıran, üzerinde yaşadığı dünyaya sadece kar hırsı ile bakan kapitalist modernite mevcut sorunları büsbütün büyütmektedir. Halbuki bunun tam zıddı demokratik modernitenin inşası bölgenin karşı karşıya kaldığı ekolojik yıkım ve insani yabancılaşmayı tersine çevirecek, insanın insanla, insanın doğayla ilişkisini yeniden doğal toplum kodlamasına uygun, özgürlükçü bir tarzda ayakları üzerine oturtacaktır.

Kendi ülkesini ve dünyayı seven, yaşadığı coğrafyanın bütün renklerine aynı muhabbeti duyan, sağlıklı bir toplum ve çevre bilincine sahip gerçek Ortadoğu yurtseverliği, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın demokratik/konfederal ve demokratik/ekolojik, kadın özgürlükçü paradigmasını esas alarak Ortadoğu’nun yıkıma doğru giden sürecini tersine çevirebilir. Yeni özgürlükçü, dayanışması ve demokratik bir Kurdistan ve Ortadoğu’yu inşa edebilir.

 

Yararlanılan Kaynaklar

BBC News

https://www.bbc.com/turkce/articles/cp0gddnemjlo

Coğrafi İlimler Dergisi: İhsan Çiçek, Murat Ataol “Türkiye’nin Su Potansiyelinin Belirlenmesinde Yeni Bir Yaklaşım”

https://papers.ssrn.com/sol3/papers.cfm?abstract_id=3417839

DSİ (2010) Su kaynakları, (http://www.dsi.gov.tr/topraksu.htm, 13.11.2010)

Deutscher Bundestag, Wasser und Frieden:

https://www.bundestag.de/resource/blob/414094/f8ada583027822109fe5ed800dd931c2/wd-2-017-08-pdf-data.pdf

GAP (2010) Güneydoğu Anadolu Projesi genel çerçeve, (http://www.gap.gov.tr/, 10.10.2010)

Konfliktstoff Wasser – das Südostanatolien-Projekt: https://www2.klett.de/sixcms/media.php/229/104103-4309.pdf

Ortadoğu’da Değişen Dengeler ve Türkiye’nin Su Politikası: Üç Aşlamalı Plan’ın Sürdürülebilirliği? Mehmet ŞAHİN: https://tasam.org/Files/Icerik/File/otadoguda_degisen_dengeler_ve_turkiyenin_su_politikasi_uc_asamali_planin_surdurulebilirligi_5482c13b-3724-4b36-aaae-1f81d250eba4.pdf

TERRA Geographie für Sachsen: https://www2.klett.de/sixcms/media.php/229/konflikt_euphrat.pdf