Sadr ailesi kimdir ve bu ailenin kökleri nerelere kadar uzanmaktadır? Attığımız başlık bağlamında iz sürerek ailenin günümüz Şii toplumu üzerindeki politik ve dini etkinliklerinin arka planını anlamaya çalışacağız. Köken olarak Lübnan’ın önemli Arap ailelerinden sayılan Sadr ailesi, bölgenin Osmanlı egemenliğinde bulunduğu 1800’lerin başında Lübnan’dan göç yoluyla gelip Irak’a yerleşmiştir. Osmanlı Paşasının (1772-1799) Şiilere yönelik baskılarının artması sonucu birçok aile gibi Sadr ailesi de Lübnan’dan ayrılmak zorunda kalır... Aynı süreçlerde ailenin küçük bir kolu da İran’a giderek, buradaki dini ve siyasi yaşama dahil olur.
Bugünkü Mukteda es Sadr’ın kayın babası olan Muhammed Bakır es Sadr, 1 Mart 1935’te Irak’ın Kazimeyn şehrinde dünyaya gelir. Aile kendisini, Resulullah’ın torunu olarak bilinen 7. İmam'ın soydaşı olarak kabul eder.
Muhammed Bakır es Sadr, 1945 yılında henüz 10 yaşında iken ailesiyle birlikte Şii camianın önemli kentlerinden olan Necef’e yerleşir. Tüm dini eğitimlerini burada tamamlayan Sadr, hayatının sonuna kadar burada yaşar. Irak’ın siyasal yaşamına dahil olması ise politik aile ortamı nedeniyle çok erken yaşlarda başlar. 1950 yılında kurulan Şii siyasal hareketinin ve Şii Davet Partisi’nin kurucu kadroları içerisinde yer alır. Yukarıda, ailenin önemli bir kolunun da İran’a yerleştiğini, buradaki siyasi ve dini yaşama dahil olduğunu belirtmiştik. Konumuz bağlamında üzerinde duracağımız Musa es Sadr ve İsmail es Sadr da ailenin İran kolunda yer alan önemli figürlerdir. Bu kişilerin özellikle de Lübnan’daki Şii camia açısından politik önemleri oldukça büyüktür.
Muhammed Bakır Es Sadr; Ayetullah El Hekim’in ölümünden sonra Necef’in dini liderliğini devralır. Baas rejiminin Sünni kesim dışında kalan herkesi aidiyetleriyle birlikte düşman gören politikalarını çok sert eleştirir. Yaptığı bu çıkışlar dönemin toplumsal muhalefetinden oldukça büyük destek görmesini sağlar. Sadr, Şii mezhebinin önemli bir dini lideri olmasına rağmen, üzerinde yaşadığı coğrafyanın mezhepsel ve etnik farklılıkları nedeniyle dini mercii olma yolunda gösterdiği çabanın aynısını siyasetteki etkinliğini artırmak için de gösterir. Şii toplumunun mezhepsel birliği ve çıkarları için Ayetullah Humeyni’nin ‘’Kayıp İmam gelmeden de devlet ve iktidara namzet olunabileceği’’ teorisinin en güçlü destekçilerinden biri olur. Kendisi Ayetullah makamına oturduktan sonra, Irak toplumunun her türlü dış siyasal müdahalelere açık olduğunu söyleyerek, çevresindeki herkesi siyasetteki pozisyonlarını güçlendirmeye ve iktidar erkini ele geçirmeye yönlendirir. Irak Şii Arap birliğinin gelişmesini oldukça önemser ve bunun için önemli pratik çabalar sarf eder. Bununla birlikte Arap Şii çıkarlarını korumak ve parçalı muhalefetini tek elden kontrol etmek için çeşitli fetvalar çıkarır. Çıkarılan her fetvanın birden fazla hedefi olur. En önemlisi, toplumsal muhalefeti kendi siyasal amaçları doğrultusunda çok hızlı bir şekilde konsolide etmek ve dini referans göstererek toplumsal ve siyasal muhalefeti kontrol etmektir.
Toplumu kontrol etme arzusu Muhammed Bakır es Sadr’da olduğu gibi bütün egemenlerin ortak bir özelliği olarak karşımıza çıkar. Muhammed Bakır, kendi pozisyonunu mezhepler üstü olarak tanımlar. “Siyasete mezhep anlayışıyla değil, ümmet anlayışıyla yaklaştığını’’ söyler. Diğer Şii liderlere oranla mezhepçi bakış açısı biraz daha geri planda kalır. Örneğin, “Ben kendimi Şii-Sünni, Arap ve Kürtlere karşı eşit sorumlulukta görüyorum’’ derken, aslında özünde Baas rejimine karşı siyasetten ortak bir mücadele hattı oluşturmak ister.
Bulunduğu konumuna rağmen, yaptığı siyasi hamlelerden, mensubu olduğu topluluğun konjonktürel çıkarlarına uygun ileri düzeyde düşünsel esneklik göstermekten imtina etmediğini, bunun için pragmatist davrandığı görmekteyiz. Ayetullah Muhammed Bakır’ın, görevi devraldıktan kısa bir süre sonra Saddam Hüseyin rejimine karşı bir dizi fetva çıkardığını belirtmiştik. Bu anlamda ilk fetva olan ‘kıyam fetvası’nda ‘’Baas Partisine katılmak haramdır’’ der. İkincisinde; Irak halkının silahlanıp Baas rejiminin öncü kadro ve yöneticilerini buldukları her yerde öldürmelerinin caiz olduğunu söyler.
Bu fetvadan hemen sonra Saddam Hüseyin dini lider hakkında tutuklama kararı çıkarır. Ancak alınan bu karar Şii camiada ciddi bir infiale yol açtığı için Şii lider zindandan çıkarılıp ev hapsine alınır. Aynı dönemde İran’da Ayetullah Humeyni öncülüğünde 1979 İran İslam devrimi gerçekleşmiştir. Saddam Hüseyin benzer bir tehlikenin Irak için de geçerli olduğunu düşünür ve 1980’in 5 Nisanı’nda tekrardan Ayetullah ve kız kardeşini gözaltına alarak tutuklar. 9 Nisan 1980’de ise iki kardeşin infazını gerçekleştirir. Bu cinayetlerle başta Şii Araplar olmak üzere, Irak’taki tüm siyasal ve toplumsal muhalefete önemli bir gözdağı verilir. Baas rejimi tarafından eş zamanlı olarak toplumun tüm muhalif dinamiklerine bir konsept çerçevesinde savaş açılır. Her ne kadar bu dönemki saldırıların odağında Şiiler olsa da “toplumsal asayişi sağlama” adı altında aslında toplumun bütünü çok şiddetli baskıların, öldürme-kaçırma ve faili meçhul cinayetlerin açık hedefi olur. Bunun için devletin tüm saldırı mekanizmaları devreye konulur. Aynı dönemde İran’la yaşanan savaş rüzgarını da arkasına alan Saddam, iç muhalefete dönük saldırılarını vahşet düzeyine çıkarır.
Sadr Ailesi'nin bir diğer çok önemli dini lideri ve siyasetçisi ise Mukteda es Sadr’ın babası Muhammed Sadık Es Sadr’dır. M. Sadık es Sadr, 1993 ile 1999 yılları arasında Necef’te Şii merci makamında yer almıştır. Ancak, kayınpeder Muhammed Bakır es Sadr’ın aksine Baba Sadr’ın bu makama Saddam Hüseyin’in desteğiyle geldiği konusu, toplumda sürekli olarak tartışılan bir husus olmuştur. Muhammed Sadık es Sadr bu makama geldikten sonra kendi taraftarlarına hem dini hem de siyasi liderlik yapmıştır. Bilindiği gibi, Ayetullah Humeyni’nin 1979 İran İslam devrimini dayandırdığı ‘’Velayet-i Fakin teorisi’’ Şii camia açısından Ayetullah makamına oturan kişiye aynı zamanda devlet işlerinde en üst düzeyde yetkili olma hakkı tanımıştır. Bu teoriye göre; kayıp imam dönmemiş olsa bile bu uğurda mücadele verenler iktidara namzet olabilecektir. Bu dini (aslında siyasal doktrinin) teorinin 1964-1978 yılları arasında A. Humeyni’nin Necef’te bulunduğu süreçte oluşması bize Necef’in bu dönemde dini ve siyasi işlerin merkezi konumunda olduğunu göstermektedir. Humeyni burada kaldığı yıllar boyunca sürekli olarak İran Şii topluluklarının önde gelenleriyle görüşmüş, gelişen toplumsal hareketlilikleri buradan koordine ederek toplumsal psikolojiyi 1979 devrimine hazırlamaya çalışmıştır. Dolayısıyla Necef bu dönemde hem İran hem de Irak açısından siyasetin en önemli merkezi konumundadır. Humeyni tarafından geliştirilen Velayet-i Fakin teorisine baktığımızda ise gördüğümüz şey dinin siyasallaştırılmasından başka bir şey değildir. Kısacası din ve devlet işlerinin iktidar ve güç bağlamında ele alınmasıdır. Şiilik inancında önemli bir yaklaşım farkı olarak ortaya çıkan bu düşünce ve teorinin gelişiminde Irak’taki dini mercinin çok önemli katkıları olmuştur. Muhammed Bakır’ın imam Humeyni’ye olan bağlılığını Saddam güçleri tarafından zindana atıldıktan sonraki tavrında net olarak görmek mümkündür. Saddam adamlarını Muhammed Bakır’ın yanına göndererek onu ve kardeşini serbest bırakmak karşılığında Humeyni ve İran rejimi aleyhini birkaç dakikalık bir konuşma yapmasını ister. Ancak imam Bakır şehadeti göze alarak bu teklifi reddeder. Humeyni’nin Necef’te sürgünde geçirdiği 13 yılını, Ayetullah Muhammed Bakır es Sadr’ın misafiri olarak geçirdiği düşünüldüğünde arka plandaki Sadr Ailesi'nin de rolü daha iyi anlaşılacaktır.
Baba Sadr’a dönersek, Muhammed Sadık es Sadr’ın dini mercii olduktan sonra yurt dışı (İran-Lübnan) ve Irak’taki muhalif Şiileri tek çatı altında toplamak için önemli çabalar sarf ettiğini görüyoruz. Bu anlamda, Baba Sadr, dini otoritesinin yanında kendine ciddi bir siyasi liderlik rolü de biçer. Bu dönemde Arap ve Fars Şiiliği arasında ortaya çıkan çelişki ve çatışmaların derinleşmesinde kendi siyasal görüşlerinin önemli payı vardır. Temelinde iktidar, güç ve merkez olma hırsının yattığını düşündüğümüz bu çatışmaların diğer önemli bir nedeni de, 1979 devrimiyle birlikte devletleşen İran Fars Şialığının kendisini Şii İslam dünyasının tek lideri ve karar mercii olarak görmesidir. Bu dayatmanın altında Fars Şialığının devlet gücünü görmek mümkün. Sadr Ailesi İran’ın dini otoritesini kendi devlet çıkarları temelinde kullandığını, Ortadoğu’nun diğer bölgelerinde yaşayan Şii Arapları da mezhepsel yakınlıkları üzerinden sömürdüğünü söyleyerek eleştirmektedir. Kum ve Necef arasında yaşanan bu çelişki ve çatışmalara baktığımızda mezhepsel yakınlıklarına rağmen etnik farklılıklardan doğan gizli bir milliyetçiliğin olduğunu görebiliyoruz. Dolayısıyla bu kavga ve çatışmaların odağında yer alan Baba Sadr, tüm siyasi yaşamı boyunca İran’a yakın parti ve gruplar tarafında Saddam’ın ajanı olarak suçlanmıştır. Bundan dolayı da yaşamı boyunca dini ve siyasi otoritesi Şii toplumunun önemli bir kesimi tarafından büyük bir muhalefetle karşılanır.19 Şubat 1999 tarihinde ise kendisine düzenlenen bir suikast sonucunda yaşamını yitirir.
Humeyni ve Sadr Ailesi arasında yaşanan ve günümüze kadar zayıf da olsa etki ettiğini düşündüğümüz diğer bir konuya kısaca bir göz atalım. 1979 İran İslam devrimi gerçekleştikten sonra Humeyni, Sadr Ailesi'nin İran kolunda yer alan Ebul- Hasan Beni Sadr’ı Cumhurbaşkanı olarak görevlendirir. Ancak bir yıl sonra, devrim ideallerine karşı çıktığı gerekçesiyle Beni Sadr aynı Humeyni tarafından görevinden azledilir. Bu durum İran İslam rejimiyle Sadr Ailesi arasındaki ilişkilerde önemli bir kırgınlığa yol açar. Zamanla iç ve dış faktörlerin de etkisiyle Şii toplumunun dini ve politik sorunlarının çözümüne yaklaşımda önemli bir yorum ve görüş farklılığı ortaya çıkar.
Musa es Sadr, 1928 yılında İran'ın Kum kentinde doğar. 1950'den sonra düzenli olarak Lübnan’a gider ve arkadaşlarıyla birlikte buradaki Şii toplumu içinde dini ve siyasi örgütlenme faaliyetlerine öncülük eder. Lübnan’ın bu dönemki politik toplumu Musa es Sadr’a her türlü dini ve siyasi örgütlenme imkanı tanır. Musa Sadr 1960’lara gelindiğinde EMEL Hareketini kurar. Kendisi de kısa bir süre içerisinde Lübnan Şii toplumunun önemli bir figürü haline gelir. İsrail devletinin kuruluşundan sonra Lübnan’a göç eden 200 bin Filistinlinin bulunduğu kamplarda derin örgütlenme faaliyetleri yürüttüğü bir sırada ortadan kaybolur. O günden sonra bir daha kendisinden hiçbir haber alınamaz. Günümüzde bile Lübnanlılar Musa es Sadr’ın geri döneceğine ve onları kurtaracağına inanmaktadırlar.
Sonuç olarak Sadr Ailesi'nin, Şii mücadele geleneğinde önemli bir tarihi birikime sahip olduğunu söylemek mümkündür. Şii mücadelesi bağlamında düşünüldüğünde Irak’ta olduğu kadar İran ve Lübnan’da da önemli bir toplumsal karşılığı olan ve en önemlisi de gizli-açık devlet bağlantıları güçlü olan bir harekettir. Bu açıdan, Şii toplumunun önemli bir kesiminden Baba Sadr’a yöneltilen eleştiri ve suçlamaları dikkatle incelemek bizi bu hareket ve bağlantıları hakkında önemli sonuçlara götürecektir.