Türkiye’nin uyguladığı Milli İmralı Politikaları-III

Türkiye’nin bir de tek başına uyguladığı İmralı politikaları vardır. Bunlara Milli İmralı Politikaları (MİP) demek gerekir. AKP hükümetleri döneminde de İmralı süreci çok kötü istismar edildi.

İmralı’ya alınmam, AB’nin direkt sorumluluğu altında yaşanan bir gelişmeydi. İmralı’da özel hapishaneye alınışımda beni ilk karşılayan kişinin AB Konseyi yetkilisi olması bu gerçeği ifade etmekteydi. Benim üzerimden Türkiye ile bir uzlaşmaya varmışlardı. AB’ye aday üyelik karşılığında, başta idam cezasının kaldırılması olmak üzere çok sayıda yasal değişikliğe gidilmesi bu uzlaşma kapsamındaydı. Demokratikleşme ve insan hakları açısından bu uzlaşma sınırlı da olsa bazı gelişmelere yol açtı. Türkiye Batı hegemonyasından benim teslim edilmem olurunu aldıktan sonra bu uzlaşmaya varmıştı. Direkt İmralı’ya alınmamla ilgili derken, çoktan açığa çıkan bu uzlaşmayı kastediyorum. Avrupa Birliği uzlaşma karşılığı ayrıca PKK’yi de ‘terörist’ ilan etmeyi kabul etmişti ve bunu uygulamaya geçirdi. Doğan boşluğu da uzun süredir beslediği veya kullanmak istediği kişi ve gruplardan bir alternatifle doldurmak istiyordu. Bu konuda da Türkiye ile birlikte özellikle İsveç üzerinden çok yönlü faaliyetler yürütülmüştü. Kürt Hareketi devrimci, demokratik ve özgürlükçü karakterinden soyutlanıp, tek taraflı demokratikleşme ve insan haklarının geliştirilmesi çerçevesine sığdırılacaktı. Bu yönde birçok hazırlık yapıldığı daha sonraki gelişmelerden anlaşılmıştı. İngiliz liberalizminin bu konudaki tarihsel tecrübesi ve muhtemelen önerileri dikkate alınmaktaydı. AKP ile bu konuda iç yüzü pek bilinmeyen bir ittifaka girildiğini yine gelişmelerden anlayabilecektik.

AVRUPA-TÜRKİYE UZLAŞMASI

Türkiye, AB ile ilişkiler bağlamında demokratikleşme ve insan haklarına taktik amaçlarla yaklaşıyordu. Reform yapmada samimi değildi. Kendisi için mutlak ihtiyaç olan reformları bile pazarlık konusu yapıyordu. Bunun için komplocu ve darbeci güçleri gerektiğinde kullanılacak bir sopa gibi tutuyordu. Komplo ile etkisizleştirilmem çok açık olduğu halde, AİHM’nin bu yönde doğru karar vermemesi de içine girilen uzlaşmanın diğer önemli bir maddesi veya unsuruydu. İngiltere bu konuda da öncülük ediyordu. AİHM’deki İngiliz hâkim üye, kararın doğru verilmemesinde, yani kaçırılmama ilişkin sürecin uluslararası hukuka uygun olduğu konusunda çok ısrarlı olmuş ve dediklerini de kabul ettirmişti. Geleneksel Kürt politikalarının bir benzeri de benim ve PKK’nin tasfiyesi üzerinden yaşatılmak istendi. Burjuva hukukunun lehimde olan hiçbir hükmü dürüstçe uygulanmadı. Halen AİHM’de devam eden bu yönlü birçok itiraz davası vardır. Türkiye benimle ilgili hususlarda kendi hukukunu açıkça çiğnediği halde, AİHM’nin bu durumlar karşısında da nasıl tavır takınacağı merakla beklenmektedir.

Avrupa-Türkiye uzlaşmasında başka konular da vardır. Ben, PKK ve Kürtler konusunda Türkiye’nin dilediği gibi serbest hareket etmesi karşılığında Ermenistan, Kıbrıs ve Yunanistan’la olan sorunların çözümünde tavizkâr tutum içine girildi. Türkiye bu konuda ciddi sözler verdi. Geleneksel Osmanlı politikasını takip etti. Bunun karşılığında ilgili taraflardan PKK üzerinde baskılarını arttırmaları, serbest çalışmasını engellemeleri ve sınırlı destek sunan çevreleri bundan vazgeçirmeleri istendi. Bu konuda on iki yıldır oyalamacı politikalar uygulandı. Türkiye böylelikle benim tümden çökeceğimi, PKK’nin dağılacağını ve Kürtlerin hüsrana uğrayacağını sanmıştı.

MİLLİ İMRALI POLİTİKALARI

Türkiye’nin bir de tek başına uyguladığı İmralı politikaları vardır. Bunlara Milli İmralı Politikaları (MİP) demek gerekir. Türkiye İmralı’ya getirilişimi ikinci Sakarya Zaferi saymıştı. Özellikle komplocu-darbeci kesim benim ve PKK’nin tasfiyesini ‘Doğu’daki İkinci Yunan Harbi’ olarak mitleştirmişti. Kürtlerin bin yıllık Türk tarihinde çok kesin ve belirleyici rol oynayan özelliklerini unutmuş, Yunanlılar ve Ermenilerden daha tehlikeli düşman konumuna yerleştirmişti. Ne de olsa çeyrek asırdır sürdürdükleri savaşı zaferle kapatmak üzereydiler. Adaya getirilişimi iliklerine kadar bir milli zafer havasında kutladılar. Adaya ayak bastığımda sorguculara şunları söylemiştim: “Beni siz yakalamadınız, buna gücünüz de yoktur. Uzun vadede sizin de çok aleyhinizde olacak bir komplo ile size teslim edildim.” Sorgucular soğukkanlı ve rasyonel yaklaşıyorlardı. Ama son otuz yılda yaratılan şovenist dalga herkesi rasyonel tutum almaktan fazlasıyla kaçınmaya itmişti. Ben kendilerinin bunu bir barış fırsatı olarak değerlendirmeleri için hayli ılımlı tavır almıştım. Sanırım aralarında yaptıkları birçok toplantı sonrasında benim çözülmekte olduğuma, PKK’nin de benzer bir konumda bulunduğuna, kendiliğinden dağılmasının kuvvetli bir ihtimal olduğuna, böylelikle bu 29. isyanın da sonunun geldiğine kendilerini inandırmışlardı. Ayrıca koalisyon üyesi MHP’nin çok olumsuz tutumuyla birlikte hava barıştan ve demokratik çözümden yana gelişmedi. Buna fırsat tanınmadı.

Bunu ABD-İngiltere-İsrail üçlüsü de istemiyordu. Daha önceleri de benzer birçok engelleyici tavırları söz konusuydu. Türkiye’ye dayattıkları ‘tavşan kaç, tazı tut’ politikalarını başarıyla sürdürüyorlardı. MİP sorumluları bu sefer benim şahsımda tavşanın artık kaçacak hali olmadığına kendilerini iyice inandırmış, kendiliğinden çözülmelere umut bağlamıştı. Kendisine kalsa belki de barışçı bir çözüme engel olmayacak Başbakan Bülent Ecevit’e sanırım bu fırsat tanınmadı. Çünkü arkada Irak’ın işgali planı vardı. Bülent Ecevit’i düşüren ve AKP’yi hazırlayan güçler açısından barış ve demokratik çözüm ham hayaldi. Özellikle Irak’ın işgali gibi bir konu dururken, bu işgal süresince ve sonrasına kadar benim mahkûm kalmam bir zorunluluktu. Sanırım Irak Kürt güçleri de benzer bir beklenti içindeydiler. Tencere yuvarlanmış, kapağını bulmuştu.

AKP HÜKÜMETLERİ DÖNEMİNDE İMRALI SÜRECİ ÇOK KÖTÜ İSTİSMAR EDİLDİ

AKP hükümetleri döneminde de İmralı süreci çok kötü istismar edildi. İslami tandanslı AKP’nin Kürtleri kontrol altında tutması karşılığında, özellikle ordunun bir kısmınca hükümette kalması uygun karşılanmıştı. Dolayısıyla mahkûmiyetim ve PKK’nin tasfiyesi AKP açısından da bir varlık nedeniydi. Bu yüzden her şey günlük taktik hesaplara kurban edildi. Barış ve demokratik çözüm için hiçbir adım atılmadı. Sabrımız kötü kullanıldı. 2002-2004 tasfiyeciliği beklenti yaratarak bunda çok olumsuz rol oynadı. AKP İslâmiyet’i Türk milliyetçiliğinin hizmetinde kullanırken, hiçbir dinî ve ahlâki ilkeye uymadı. Vicdanın ve inancın gereğini yapmadı. Bu yüzden binlerce genç daha öldü. Devletin büyük maddi ve manevi kayıpları oldu. Olumlu olan tek yan, devlet içinde daha Cumhuriyet’in kuruluşundan beri var olan darbeci-komplocu kesimle karşıtları arasındaki gerginliğin ilk defa benim İmralı sürecine alınmamla birlikte darbeci-komplocu kesime karşı olanların lehine gelişmesi ve üstünlük kazanmasıydı. Belki de son seksen beş yılın en önemli gelişmesi buydu. İlk defa barış ve demokrasiye doğru adım atılabileceğine dair umutlar yeşermişti. Bunda benim sabrım ile barış ve demokratik çözüme yönelik savunmalarım büyük rol oynamıştı. Türklerin tarihinde Kürtlerin yeri anlaşılır olmaya başlamıştı. Ayrıca tüm tasfiye çabalarına rağmen, PKK’nin ve Kürt Özgürlük Hareketi’nin sağlam bir temele dayandığı anlaşılmıştı. Bu yeni bir durum değildi, daha Turgut Özal döneminden beri seslendirilen bir tema idi. Ama ilk defa bir politika olmaya doğru gidiyordu. Benim Türk-Kürt ilişkilerinin yeniden düzenlenmesine ilişkin çok eskiye dayanan fikirlerim vardı. İlk defa birlikte yaşamaktan bahsetmiyordum. Ama sabrım ve savunmalarımla inandırıcı ve sağlam argümanları en çok İmralı sürecinde geliştirdiğim de bir gerçekti. Son yıllarda bazı devlet yetkilileri ile geliştirdiğimiz diyaloglar darbe ve komplo karşıtları için gelişmeleri çok daha olumlu etkiledi.

Gelinen aşamada AKP Hükümeti devlet içindeki her iki eğilim karşısında denge politikasını takip ederek güçlenmeye çalışmaktadır. AKP son dönemlere kadar içten bir barış ve demokratik çözüm yanlısı değildi. Özellikle Ergenekon yargılamaları sürecinde bu tutum açıkça yansıdı. AKP halen denge politikasına dayanarak, özellikle Kürt oylarına güvenerek vazgeçilmezliğini ısrarla dayatma amacındadır. Fakat Kürtlerin anlamlı bir barış ve demokratik çözüm yaklaşımını görmemesi onları da benzerleri konumuna itebilecektir. Ancak oldukça tecrübe kazanmış AKP’nin barış ve demokratik çözümün rantından kolay vazgeçmeyeceği açık olduğu gibi, AKP kendine göre sırası geldiğinde bu konuda inisiyatif almaktan çekinmeyeceğini giderek sıkça ifade etmektedir.

Kürt sorunu konusunda Cumhuriyet rejimi şimdiki dönemde tam bir yol ağzındadır. Ya darbeci-komplocu savaş yoluna devam edecek ya da onurlu barış ve anlamlı bir demokratik çözüme gelecektir. Hem toplumda hem de devlette her iki yol konusunda yoğun bir ayrışma yaşanmaktadır. Barış ve demokratik çözüm şansı artmış olsa da, halen tarihte güçlü kökleri olan darbeci-komplocu eğilim tümden özel savaş yöntemlerinden ve topyekûn tasfiyecilikten vazgeçmiş değildir. Her şeyi taraflar arasındaki karşılıklı mücadele kadar, Kürtlerin barış ve demokratik siyaset yoluyla yürütecekleri mücadelenin başarısı belirleyecektir.

(Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın “KÜRT SORUNU VE DEMOKRATİK ULUS ÇÖZÜMÜ” adlı kitabından alınmıştır.)

DEVAM EDECEK...