Öcalan’ın Kürdistan seferi

Kaytan: Bingöl, Karakoçan, Dersim, Elazığ, Amed, Urfa ve son olarak Antep toplantıları gerçekleştirilmişti. Sefer hedefine ulaşmıştı.

KCK Genel Başkanlık Konseyi Üyesi Ali Haydar Kaytan, 27 Kasım öncesi Öcalan’ın Kürdistan Seferi’nin bir ideolojik fetih eylemi olduğunu söyledi. Öcalan’ın ilk toplantılarını Kars ve Ağrı’da yaptığını belirten Kaytan, ‘’Bingöl, Karakoçan, Dersim, Elazığ, Amed, Urfa ve son olarak Antep toplantıları gerçekleştirilmişti. Sefer hedefine ulaşmıştı. Bu, deyim yerindeyse bir ideolojik fetih eylemiydi; kalplerin ve kafaların fethedilmesini, fethedilen kalpler ve kafalara özgür yaşam aşkının yerleştirilmesini gerçekleştiren bir eylemdi” dedi.

Aydın Gül, Dersim’deki hareketiniz ilk kadrolardan biriydi, Hareketin de ikinci şehididir! Aydın Gül neden katledildi?

Aydın arkadaş o zaman Dersim’de Yapı Meslek Lisesinde okuyan bir öğrenciydi, ciddi gelişme gösteren kadro adaylarından biriydi. Sol bir grubun mensubu olduğu iddia edilen bir kişi tarafından 8 Mart 1977’de kurşunlanarak katledildi. Grup olarak Ali Doğan’dan sonra ikinci şehidimizi veriyorduk.

Şovenizmin milliyetçiliğin en saldırgan biçimi olduğunu biliyoruz. Sosyal şovenizm bu anlamda sosyalizm sosuna bandırılmış bu türden bir milliyetçilik olarak değerlendirilebilir. Türkiye solu da sosyal şoven bir karakter taşıyordu. Bu tür bir solun Kürdistan’da ulusal inkarcılığı örgütlemesi kaçınılmazdı. Türkleştirme politikası ve bunun ürünü olan ulusal gerçeğine yabancılaşma da bunun için elverişli bir zemin sunuyordu. Bu politika başarısız kalmış olsaydı, sosyal şoven bir solun Kürdistan’da taban bulması asla düşünülemezdi. Gözlemlerime dayanarak diyebilirim ki, istediği kadar boynuna sosyalist yaftası geçirsin, kimliğine ve kültürüne ilgisiz sözde Kürt solcusu bir Türk sosyal şoveninden çok daha fazla Kürt gerçeğine düşmanlıkla dolu olacaktır. Solculuk bu tipin ihanetini örten bir maske işlevi görür. Maskesinin düşürülebileceği düşüncesi bile onu çıldırtıp saldırganlaştırmaya yeter. Nitekim ideolojik mücadelemizin ulusal inkarcılığı ve ihaneti deşifre ve teşhir etmesi bu kesimleri çok daha saldırgan bir hale getirmişti.

Herkes kendi malını iyi tanır derler ya, faşist devletin ve onun özel savaş güçlerinin de imalatçısı oldukları bu tipin patolojik ruh halini iyi tanıdıklarına ve dolayısıyla kendisini çok iyi kullandıklarına inanıyorum. Yani bu saldırıları sadece sosyal şovenizme bağlamak ve onunla açıklamak, tek başına saldırıların içyüzünü anlamamıza yetmez. Sorun bunların bilinçli ajanlar olmaları da değildir; birer devşirme olarak kullanılmaya elverişli özellikler taşımalarıdır. Devlet bunları sol güçler arasında çatışmalar yaratmakta kullandı. Grubumuza katılanların büyük çoğunluğunu solcu gruplardan kopanlar oluşturuyordu. İdeolojik mücadele buna imkan sunuyordu. Oysa çatışmalar ideolojik mücadele zeminini ortadan kaldırıyor, her grubun saflarında kemikleşmeye yol açıyordu. Grubumuz nicelik olarak büyür ve niteliksel gelişme sağlarken, diğer gruplar sürekli bir erozyonu yaşıyor ve küçülüyordu. Böyle bir çatışma ortamı toplumu da olumsuz etkiliyordu. Aydın Gül arkadaşın bu yüzden katledildiği ve katliamın devletçe yönlendirildiği kesindir.

Aydın arkadaş gelişmeye açık bir gençti, iyi bir kadro adayıydı. Katledildiğinde Ankara’dan Dersim’e geliyordum. Cenaze törenine yetişmiştim. Kemal Pir arkadaş da buradaydı. Cenaze törenine birlikte katıldık. Cenazeyi kent merkezinden alıp sessiz, sloganların atılmadığı bir yürüyüşle Gazik Mahallesine götürdük ve burada yüksek bir yerde, bir tepenin üzerinde toprağa verdik. Arkadaşlarımız daha sonraları buraya ‘Aydınlar Tepesi’ adını vereceklerdi. Törene kalabalık bir topluluk katılmıştı. Sessiz ve slogansız yürüyüş farklı ve biraz da ürkütücü bir hava yaratıyordu. Böylesi bir yürüyüş bir ilkti ve bilinçli bir tercihin sonucuydu. Bu katliama cevabımızın sloganlar atarak değil başka türlü olacağını anlatmak istemiştik.

Ankara Dikimevi semtinde yapılan toplantıda Öcalan’ın ‘Kürdistan Seferi’ne başlaması kararı alındı. Bu seferi tarihsel olarak nasıl tanımlarsınız?

1976 yılındaki çalışmalarımızı biraz aktarmıştım. Henüz işin başında olmamıza rağmen grubumuzun gelişme göstereceği netlik kazanmıştı. Gruba sürekli yeni üyeler katılıyordu. Diğer gruplar gibi bir gazete veya dergimiz yoktu. Bu tür araçların bizi erkenden deşifre edeceğine ve grubun denetlenmesine vesile oluşturacağına inanıyorduk. Düşmanın gruptakileri ‘örgüte üyelik’ten tutuklayıp yargılamasına hizmet edecek veriler sunmamak için çaba harcıyorduk. Bu durumda çalışma yürüten her arkadaşımız birer ayaklı gazete gibi hareket etmek zorundaydı. Biz bir Önderlik Hareketiydik, hepimiz Önder Apo’nun görüşlerini benimsemiş ve Onun düşünceleri etrafında bir araya gelmiştik. Her arkadaşın Önderliğin düşüncelerini kavrayışı aynı değildi. Her arkadaş bu görüşleri başkalarına doğal olarak ancak kavradığı kadarıyla aktaracaktı.

Önder Apo Kürdistan’da bir yılı bulan çalışmaları değerlendirmek üzere bir toplantı yapmaya karar vermişti. Her çalışma alanından gelen temsilcilerin katıldığı bir toplantıydı bu. Bir yılbaşı gecesinde Ankara’nın Dikimevi semtindeki bir evde bir araya geldik. Havalar soğumuştu ve soba yanıyordu. Önder Apo görüşlerini yazılı hale getirmişti. Bir toplantıya ilk defa yazılı bir belge sunuluyordu. Olası bir polis baskını durumunda belgeleri sobaya atıp yakacaktık. Toplantı için yılbaşı gecesini seçmemiz de tedbirlerin bir parçasıydı. Öncelikle çalışmalara ilişkin özet raporlar sunuldu. Öteki toplantılarda olduğu gibi burada da Önder Apo kapsamlı bir değerlendirme yaptı. Toprağa ilk tohumlar atılmış ve kök bağlayacakları netlik kazanmıştı. Toplumun gruba ilgisi de olumluydu. Her şey özünde çalışma yürüten arkadaşların niteliğine bağlıydı. Sonucu ne yaptığının derinliğine bilincinde olan ve kendisini iradeleştiren öncü kadrolar belirleyecekti.

Önder Apo’nun ‘Kürdistan Seferi’ bu toplantıda kararlaştırıldı. Önder Apo çalışma yaptığımız ve grupsal gelişme sağladığımız her alana gidecek, buralarda gruba dahil edilen herkesin katıldığı toplantılar yapacaktı. Harekete katılan her militan adayının hareketin görüşlerini doğrudan Önder Apo’dan duyması son derece önemliydi. İdeolojik birliğimizi böyle sağlayıp sağlamlaştıracaktık. Çünkü ideolojide netlik ve ideolojik birlik her şeyin başında geliyordu. Başka gruplarla aramızda farklılık oluşturan da aslında buydu. İdeolojik netlik, ilkesel davranmak ve düşündüğü gibi yaşamak Apoculuğun varlık koşulu gibiydi. Toplum da bu noktada Apocuların farkını görüyordu. Kanımca her toplumda böyledir: İnsanlar sizin ne konuştuğunuzdan çok ne yaptığınıza ve nasıl yaşadığınıza bakar, buna göre ya sizi benimser ya da reddederler. Eğer söyledikleriniz ile yaşamınız arasında bir uyumsuzluk varsa, doğruları en çarpıcı haliyle ortaya koymanız bile ciddi bir etki yaratmaz. Belirleyici olan, hal diliyle konuşmak ve kendini hal yolu olarak ortaya koymaktır.

Nisan ayında başlayan ‘Kürdistan Seferi’nin ilk durağı Serhat illeri olmuş, ilk toplantılar Kars ve Ağrı’da yapılmıştı. Ardından Bingöl, Karakoçan, Dersim, Elazığ, Amed, Urfa ve son olarak Antep toplantıları gerçekleştirilmişti. Sefer hedefine ulaşmıştı. Bu, deyim yerindeyse bir ideolojik fetih eylemiydi; kalplerin ve kafaların fethedilmesini, fethedilen kalpler ve kafalara özgür yaşam aşkının yerleştirilmesini gerçekleştiren bir eylemdi. Bu aşamada sayısı belli insanları kapsamına alan bu eylem giderek bütün bir halkı kucaklayacak ve sonuçta özgür yaşamakta sonuna kadar kararlı bir halk gerçeğinin doğuşuna götürecekti.

Aslında Fis toplantısından önce Elazığ’da yapılan bir toplantı var. Bu toplantı kongreye hazırlık mıydı?

Grup döneminde yapılan, ama üzerinde fazla durulmayan, önemi gerçekten büyük bazı toplantılar vardır. Bunlardan biri 1978’de, Kuruluş Kongresi öncesinde Elazığ’da yaptığımız toplantıdır. Bu toplantıya katılan arkadaş sayısı Kongredeki delegelerin sayısından fazlaydı diyebilirim. Kemal Pir arkadaş da aynı toplantıda hazır bulunmuştu. O zaman onay görmüş bir örgüt programımız vardı, ancak bunun nasıl bir örgütlenmeyle hayata geçirileceği belirsizdi. Elazığ’daki toplantı bu belirsizliğe son vermeyi amaçlıyor, bu açıdan kongreye hazırlık gibi bir nitelik taşıyordu. Hepimiz bir öncü örgüte ihtiyacımız olduğuna içtenlikle inanıyorduk. Öncü örgütten söz edildiği zaman herkesin aklına gelen yapılanma elbette bir devrimci partiydi. Fakat sıra karar vermeye geldiğinde, pek çok arkadaş ihtiyatlı davranmayı seçiyordu. Bu örgütün parti olmasını en ateşli şekilde savunan kişi Mazlum Doğan arkadaştı. Toplantıda programı sahiplenecek örgütün ‘Kürdistan’ın Kurtuluşu İçin Mücadele Birliği’ olmasında karar kılındı. Kongreye bu kararla gidecektik.

Ve 1978’in 27 Kasım’ı... Fis’te PKK’nin Kuruluş Toplantısı... O günü anlatabilir misiniz?

Bize Kongreye Dersim’den iki delegenin katılacağı ve bunları önceden belirlememiz gerektiği söylenmişti. Bu iki delegeden biri de bendim. Çağrıldığımız zaman diğer kişiyle birlikte Amed’e gittik. Karşılayanlar bizi merkezden alıp Fis Köyüne götürdüler. Burası daha önce gitmediğim bir yerdi. Ancak toplantının yapıldığı evin sahibinin çocuklarından birini önceden tanıyordum. Bu arkadaş Seyfettin Zoğurlu’ydu. Dersim Öğretmen Okulu’nda okurken kendisiyle ilişki kurmuştum. 1976’da Apocu Harekete katılmıştı. Kongre hazırlıklarından sorumlu olan iki arkadaştan biriydi. Diğeri sanırım Duran Kalkan arkadaştı. Her ikisi de Amed’de faaliyet yürütüyordu. Bu iki arkadaş bir bakıma toplantıya ev sahipliği yapıyorlardı.

İlk defa bu kadar kapsamlı bir gündemle bir toplantı gerçekleştiriyorduk. O zamana kadar istisnasız tüm toplantılarımızı Önder Apo yönetmişti. Bu defa kendisi çok fazla söz alıp değerlendirme yapacağını, bu yüzden toplantıyı bir başka arkadaşın yönetmesi gerektiğini söyledi. Tek kişilik divan olarak toplantıyı yöneten M. Hayri Durmuş arkadaş oldu. Toplantıda Önder Apo’nun üzerinde yoğunlukla durduğu konunun kadro gerçeği olduğunu hatırlıyorum: Profesyonel devrimci kadrolar olmadan, daha doğrusu her arkadaş kendisini böyle bir kadro haline getirmeden, kendini bir devrimci örgüt olarak adlandırmak ciddi bir değer ifade etmeyecekti. Parti adını alıp da gereklerini yerine getiremezsek, herkesi kendisine güldüren birer palyaço durumuna düşecektik. Burada bir halkın kaderini belirleyecek tarihsel bir adım atıyorduk. Bu tür tarihsel anlar ve adımlar tarihsel kişilikler istiyordu. Bu da bağımsızlık ve özgürlük davasına tutkuyla bağlanmayı, kendi iradeleştirmeyi, zayıflarını güce dönüştürmeyi ve kendini geliştirmede sınır tanımamayı gerektiriyordu. Şimdiye kadarki pratiğimizde de kanıtlandığı gibi başarıyı da, başarısızlığı da kadrolar belirleyecekti. Gerekli olan, başarı ve zafere kilitlenmiş bir kadro gerçeğini kendinde gerçekleştirebilmekti.

Önder Apo’nun değerlendirmelerini en özet haliyle böyle ifade edebilirim. Yanılmıyorsam 23 delegeydik. İçlerinde o zamana kadar görmediklerim de vardı. Daha sonraları Önder Apo bu bileşimi üç kategori biçiminde ele alıp değerlendirecekti. Birinci kesim, Önder Apo’nun tarzına ve temposuna ayak uydurmak için yoğun çaba harcayan arkadaşlardan oluşuyordu. Mazlum ve Hayri arkadaşlar bu kesimdendi. İkinci kesimde art niyetli ve kariyerist tipler vardı. Şahin Dönmez bunların başında geliyordu. İyi niyetli olan, ama kendisini bu tür tarihsel anlara cevap olabilecek konuma getirmemiş arkadaşlar ise üçüncü kesimi meydana getiriyordu. Birinci kesimdekiler nadasa bırakılmış bereketli toprak gibiydi. Ekincinin bu toprağa ektiği tohumlar hasat zamanı geldiğinde bire yüz, bire bin ürün verecekti. Ortada kalanlar yetersizlikleriyle boğuşurken, art niyetliler değişik zaman aralıklarıyla ihanete doğru yol alacaklardı. Her şeye rağmen sonuçta zafer kazanan Önder Apo ve etrafındaki çelik çekirdek olacak; 20. yüzyılın son çeyreğinde kurulan PKK, 21. yüzyılın en devrimci partilerinden biri olduğunu tüm dünyaya kanıtlayacaktı.

“PKK bir çocuğun isyanıyla başladı” diyorsunuz. O isyanı, o çocuğu anlatabilir misiniz?

PKK’nin bir Önderlik Hareketi olarak doğduğunu söylenir. 27 Kasım’daki karar esas alındığında PKK’nin kırkıncı yılına girdiği, 1973’teki gruplaşma söz konusu olduğunda ise kırk beşinci yılı içinde olduğu belirtilir. Her iki değerlendirme de doğrudur. Burada eksik olan, bu başlangıçların Önder Apo’nun yaşam ve mücadele pratiğiyle bağlantısının yeterince kurulamamasıdır. Kanımca her iki başlangıç da yedi yaşından itibaren doğruyu arayış yürüyüşüne çıkan Önder Apo’nun bu yürüyüşte katettiği aşamalardır, meşakkatli hakikat yolculuğunda Onun içinden geçtiği kritik dönemeçlerdir. Grup oluşturmaya yönelme ideolojik inşa kararlılığının ifadesi olup, özgür yaşamın zihniyet alanında fethedilmesini anlatır. Partileşme adımı ise, özgür yaşamı bir hayal olmaktan çıkarma ve bu yaşamı ete kemiğe büründürüp var kılma iradesini sergileme, bu uğurda kararlı adımlarla yürümeye cesaret etmedir; niçin yaşam sorusunu yanıtladıktan sonra nasıl bir yaşam sorusuna da cevap olma, kendini pratikte cevap haline getirme, yani hal yolu olarak ortaya koymadır.

En başta çocukların dünyasını karartan kapitalist modernite dünyasının insanı için anlaşılmaz olsa da, çocuk yedi yaşından başlayarak evreni, dünyayı, yaşamı ve insanı anlamak ister. Derin hayal güçleriyle nasıl bir dünyanın içinde yer aldığını ve ne tür bir yaşama mahkum edilmek istendiğini sorgulamaya başlar. Çocuğun huzursuzluğu, gerilimli ruh hali, yalnızlığa mecbur bırakılması, ailesiyle ve toplumsal çevreyle çatışması özünde bu sorgulamaya denk düşer. Kendisinden katılması beklenen ve bu temelde hazırlandığı mevcut toplumsal yaşam, çocukta derin öfkeye yol açan ve arayışa yönelten esas olgudur. Çocuk kesinlikle bu yaşama dahil olmak istemez. Bu yüzden ilk kavgası kendisiyle anası arasında geçer. Çünkü kendisini bu yaşama göre hazırlamaya çalışan anasıdır. Ana, toplumsallaşmanın esas oluşturucu gücüdür.

Bu gerçeği Önder Apo’nun çocukluğunda en çarpıcı haliyle görebiliriz. Hem ilk ve şiddetli şekilde çatıştığı hem de mücadele yaşamında esas alacağı tarzın temel ilkelerini öğreneceği bir Ana’ya sahip olması Önder Apo için bir şans olmuştur. Çözümlendiğinde, anasıyla çatışmasının toplumsallık üzerinde geliştiği görülür. Ana kendi çocuğunu toplumsal yaşama katılmak için hazırlamak isterken, çocuk aslında katılacağı bir toplumun olmadığının farkındadır. Ananın toplumu çoktan dağıtılmıştır. Böyle bir durumda ananın çabalarına olumlu karşılık vermek, bir bataklığı yaşam alanı olarak seçmekten farksız olacaktır. Çocuk Öcalan’ın isyancı duruşu “Ben kesinlikle bu bataklığa girmeyeceğim, bu kirli sularda asla yüzmeyeceğim, ben sizin gibi yaşamayacağım” haykırışıdır; tam bir ret çıkışıdır, bozulmuş geleneğe ve modernist yaşama isyandır.

Bu anlamda verili topluma katılmak bir bataklığı yaşam alanı olarak seçmekten farksızdır. Çocuk Öcalan’ın isyancı duruşu, “Ben bu bataklıkta yer almayacağım, bu kirli sularda yüzmeyeceğim, ben sizin gibi yaşamayacağım” çığlığıdır. Bu son derece müthiş bir ret çıkışıdır, bir bütün olarak uygarlık yaşamına başkaldırıdır. Önder Apo’yu başkalarından ayıran ve kendisini ‘yol, hayat ve hakikat’ olarak var etmesini sağlayan öncelikli unsur, “Ben böyle yaşamayacağım” kararlaşmasıdır. Burada asıl görmemiz gereken şey, yaşama ihanet etmiş herkese inat, bir çocuğun yaşamı ne denli yücelttiğidir. O bize yaşamı her türlü değerin üstünde tutmamız gerektiğini söyler. Bu da her şeyden önce ihanete uğramış bir yaşamı reddetmekle başlar. Ondaki yüceliğe giden tırmanışın ilk sırrı buradadır. Genelde uygarlığı, özelde kapitalist moderniteyi en iyi anlatan kavram ‘tecavüz’dür: Toplumsallığa, yaşamın kendisine, insanın manevi dünyasına, ruhuna, zihniyetine ve tüm kutsal değerlerine tecavüz! Önder Apo bu tecavüze geçit vermemiş, her koşulda ruhunun bekaretini korumuş, insanlığın aradığı ‘el değmemiş ve ayak basılmamış toprak’ olmayı başarmıştır.

Toplumsal bağlamı içinde ele alınmadıkça, yaşamı tanımak ve doğru yaşamak imkansızdır. Bunun için de bireyciliğe dayalı yaşam anti-yaşamdır, yaşamın inkarıdır. Yaşamın anlamına ulaşmak isteyen, onu toplumsallık gerçeği içinde arayıp bulmak durumundadır. Önder Apo’nun toplumsallığa bağlılığını bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Çocukluğuna kadar giden arkadaş bulma tutkusunu ve arkadaşlarına bağlılığını iyi anladığımızda, Önderlik gerçeğini anlamaya da doğru bir iş yapmış oluruz. Büyük hakikat derdi olanlar büyük arkadaşlar isterler ve bu da özünde toplumsal bir eylemdir. Nitekim anasının dayatmaları karşısında çocuk Öcalan’ın iddiası, kendi toplumsallığını arkadaşlarıyla birlikte kuracağıdır. Yaratıcılık, üretkenlik ve inşa edicilik Onun kişiliğinin ayrılmaz özellikleridir. Her bitki kendi kökleri üzerinde yeşerdiği gibi, insan bireyi de tarihsel toplum gerçekliğiyle bağ kurduğu ölçüde yaşamını anlamlı kılabilir.

Önder Apo’nun belki de en belirgin özelliği örgütselliğidir. Hepimiz Kürtlerin örgütsüzlükleri nedeniyle düşürülüp kölelikten beter bir yaşama mahkum edildiklerini iyi biliyoruz. Kürdistan’daki yaşamı bir bataklıktaki yaşam derekesine düşüren de bu örgütsüzlük olmuştur. Buna karşılık Önder Apo’da gördüğümüz şey buna tamamen karşıt bir durumdur. Onun yaşamında örgütsüz tek bir an bile bulunamaz. Böyle olmasaydı, Kürt toplumunun Onu kendi Önderliği olarak bağrına basması düşünülemezdi.

Şunu bir kez daha vurgulamam gerekir: Kültürel soykırıma tabi tutulan bir ülkede toplumsal gerçeklik her an paramparça edilir, geçmişle tüm bağlar kopartılır ve yaşam en ağır katliamlara uğratılırken, örgütsüz de yaşanabilirmiş gibi bir davranış içinde olmak, insan olmaktan vazgeçmekle özdeştir. Örgütsüzlüğe onay vermek, solucan harcı bir yaşama rıza göstermektir. Yaşama en büyük kutsallığı atfeden bir Önderliğin örgütsüzlüğe çok büyük bir öfke duymasına şaşırmamalıyız. Başka türlü mezara yatırılmış bir halkı ayağa kaldırıp özgür yaşam kararlılığıyla donatmak ve bu kararlılığı süreklileştirmek mümkün olamazdı.

Önder Apo’daki gelişimi tanrı vergisi özgün yeteneklerine bağlamak ve tek bir insana özgü istisnai bir durum gibi ele almak, Önderlik gerçeğini hiç kavramamak demektir. Böyle yaklaşan biri Onu asla kavrayamayacak; hangi duygularla yaklaşırsa yaklaşsın, Ona her zaman yabancı kalacaktır. Anlama gücünü sürekli geliştirme, toplumsal namus duygusu ve aşkla yaşamak, bireyin büyümesi ve özgürleşmesinin anahtarı niteliğindeki olgulardır. Tanrısallık insanın kendi içindedir. Gerekli olan onun açığa çıkması için gerekli çabayı sergileyebilmektir. Bu anlamda Önder Apo büyük bir hayranlıkla temaşa etmemiz gereken sanatçı bir kişilik değil, anlayıp uygulamayı başarmak durumunda olduğumuz hakikat rehberimizdir. İsa’nın kendisine ilişkin belirlemeleri onun için de geçerlidir: Yol, hayat ve hakikat odur. Halkımızı özgür yaşama taşıyacak olan da bu temelde yaklaşarak onunla birleşmek ve kendimiz olmayı başarmaktır.

Bugün Önder Apo tutsaktır ve insanlık dışı bir tecrit altındadır. Bu tutsaklık bir halkın beyni ve yüreğinin koparılıp alınmasından farksızdır. Böyle bir durum karşısında susmanın ahlaka ve vicdana sığmayacağı açıktır. Nietzsche’nin dediği, “en kaba söz, en kaba mektup bile susmaktan daha bir iyi yüreklice, daha bir dürüstçedir... Susmak zorunlu olarak kişiyi kötü kılar.” Susmak esareti onaylamaktır.

Kürdistan’da parti olmak ne demek?

Kürdistan’da parti olmak, yalnızca halkımızın özgürlük mücadelesine öncülük etme iddiasını sahiplenmek demek değildir. Parti olarak PKK bundan çok daha fazlasını ifade eder. Bunun Kürdistan ve Kürt halkı üzerinde uygulanan sömürgecilikle ve bu sömürgeciliğin yol açtığı derin tahribatlarla ilişkisi var. Soykırıma dayalı bu sömürgeciliğin ülkemizde sadece örgütsel planda değil, yaşamın bütün alanlarında büyük boşluklar yarattığı herkesin teslim ettiği bir gerçektir. Dolayısıyla parti bütün bu boşlukları doldurma görevini yerine getirmek zorundadır. Örneğin dünyada Kürtler gibi varlık sorununu yaşayan başka bir halk daha ender bulunur. Bu anlamda çok az parti bir halkın var kılınması gibi ağır bir sorumluluğun altına girmiştir. Bunun içindir ki, PKK Kürtler için sadece herhangi bir parti değil, özgür bir ülke, demokratik bir toplum, hatta yaşamın kendisi demektir. PKK olmaksızın Kürdistan’da yaprak bile kıpırdayamaz. Aynı husus elbette bugün için de geçerlidir. PKK olmasaydı Kürt halkı varlık savaşını asla kazanamayacaktı.

PKK sayesinde kendi bilincine varan ve yeniden varlık kazanan halkımızın ‘varlığını koruma ve özgürlüğünü sağlama’ mücadelesi hala devam eden bir mücadeledir. Bu mücadeleye öncülük etme ve başarıya ulaştırma görevi yine PKK’nin omuzlarındadır. Yeniden yapılanmış PKK artık eski ulusal kurtuluş döneminin devlet odaklı ve iktidar eksenli partisi değil, yeni paradigma temelinde gelişen farklı bir dönemin, demokratik uluslaşma döneminin öncü partisidir. Kürt toplumunun demokratik ulus olarak inşa edilmesi, PKK’nin yeni mücadele dönemindeki temel görevidir. PKK’nin ideolojik-politik hattının hakikatiyle KCK’nin demokratik modernitenin inşası doğrultusunda gelişen daha somut pratik hattının hakikati arasında kopmaz diyalektik bir bağ vardır. Önder Apo demokratik ulusun inşasında hem PKK’nin rolünü ve misyonunu hem de KCK’nin anlamını ve görevlerini oldukça açık ve kapsamlı bir biçimde ortaya koymuştur. Her ikisi birbirine sıkıca bağlı olup, iç içe geçen ve birbirini tamamlayan olgulardır. Bunlardan her biri bir diğerinden daha az önemli değildir. Biri olmadan diğerinin anlam bulması söz konusu olamaz. Ne PKK olmadan KCK inşa edebiliriz, ne de KCK olmadan PKK’nin anlamından söz edebiliriz.

Önder Apo hem PKK şahsında geleneğin hem de KCK şahsında değişimin birlikte yeni bir aşamada yaşamsal kılınmasından söz etmekte, “Otuz yılı aşkın bir tecrübeye sahip olan PKK’nin ideolojik ve politik kılavuzluğu, halkın devrimci savaşımla denenmiş güçlü desteği, öz savunmayı her alanda yapabilecek askeri gücü, geniş iç ve dış ilişki ağları KCK’nin demokratik ulusu inşa etmesine, yönetmesine ve korumasına imkân vermektedir. Bu yol bir daha eskiden yaşanan tıkanmaya uğramayacaktır” demektedir. Böyle tanımlanan bir KCK, PKK’siz bir KCK değildir; PKK’nin örgütlenerek öncülük ettiği ve ideolojisini maddileştirdiği bir KCK’dir. Önder Apo’nun bu bakış açısı temelinde yaptığı tespitler ve tanımlamalarda ortaya koyduğu örgütsel sistemi doğru anlayarak pratikleştirmek PKK’nin başta gelen görevidir.

Partiye kan ve can verenler kadrolardır. Kadrosuz parti susuz ırmağa benzer. Parti oluşumuna gitmek bile her şeyden önce bu görevi gerçekleştirecek kadroların varlığını gerektirir. Partiyi yeni bir dünyayı inşa etmeye çalışan güç olarak değerlendirirsek, bunun için yapılacak ilk işin mevcut uygarlık dünyasından kopmak olduğunu fark ederiz. Bir yandan bu yeni dünyanın inşasına talip olurken, öbür yandan kapitalist modernite dünyasından ruhsal, düşünsel ve bedensel kopuşu yaşamamak belki her yere götürür, ama kadro olmaya götürmez. Kadro inşa edilecek özgürlük dünyasının bedenleşmiş halidir. Bu açıdan kadro olmak bir aşk işidir. Parti kolektif aşkın yaşandığı zemindir, özgür yaşamın çiçek açıp ürün verdiği mekandır, özgür bir ülke ve demokratik bir toplumun yoldaşlık ilişkilerinde somutluk kazanmasıdır.

Öcalan, “Haki benim gizli ruhumdu; yorganını aldı, Kürdistan’a gitti” diyor. Haki yoldaşı ‘gizli ruh’ yapan neydi?

Ancak hazineler ya da hazine kadar değerli düşünceler gizli olabilir. Bir de değerli hazineler başlangıçta gizli olarak taşınır. Ta ki bu hazine görüldüğünde, onun herkese ait olduğu ve kimseye ait olmadığı bilininceye kadar! Tarihten de biliriz; gizli hazineleri hep en güvenilir kişiler taşımıştır. Gizli olan sırlı bir nitelik taşıyandır. Sır, hem bilinmesi zor olan hem de büyük sorumluluk yükleyen bilgiyi ifade eder. Sırdaş sadece bilinmeyeni taşıyan değildir; sırrın içerdiği bütün yükü de omuzlarına alandır. Bir de sırra ermek diye bir şey vardır ki, bunu başarmak öyle herkese nasip olmaz. Sırra ermek insanlık davasında en üst mertebeye ulaşmak, kendini hücrelerine kadar davanın hizmetine adamak olarak kabul görmüştür. Sırra eren kimse aslında hepimizi içine almıştır. O hepimizin gördüklerinin tümünü görmüştür. Sırra eren, ölüm de dahil, her mevziinin üzerine hep en önde yürüyen kişidir. O yol gösteren ve yol bulan ‘üst insan’dır.

Öyle insanlar vardır ki, kutsallık sanki onlarla birlikte doğmuş gibidir. Kutsalın kaynağı birkaç sözle onlarda da zuhur eder. Bu tür insanlar hakikat davasına tereddütsüzce baş koymuşlardır. Onların düşünce ve duygu dünyasında asla ikirciklik yaşanmamıştır. Hazineyi gördüğünde, tüm gönül kapıları birer birer açılıvermiştir. Kutsal Kitap “İnsanın içi, yüreği derin bir sırdır, bilinmez” demektedir. İçinde herkesçe idraki zor bir sırrı taşıyanı yarım saatlik bir sohbet içinde tanımak, kabul edip sırrına yoldaş olmak ve yükünü paylaşmak, karanlığa ışık tutm sözünü vermek demektir. Bu insanlar için söz kutsaldır ve asla çiğnenmemiştir. Sözü çiğnemeyenler, söze ve sözü söyleyene sonuna kadar bağlı kalmasını da başarmış olanlardır.

Doğrudur, Önder Apo Haki arkadaş için “O benim gizli ruhumdu” demişti. Demek ki Haki arkadaş da, tıpkı Kutsal Kitap’ta dile getirildiği gibi, içinde bir sır taşıyordu. Önder Apo ile buluştuğunda, Haki arkadaştaki bu sırrın büyük bir hazine değerinde olduğu ortaya çıkmıştır. Bu gerçek karşısında Önder Apo, gerçekte kapalı kapıların ardındaki o sırra götüren anahtar olmuştur. Çünkü Önderlik gerçeği hem bir hazinedir hem de insanlarda saklı hazineleri bulup çıkaran kutsal bilgidir. İçimizde kendiliğinden gelişen ve kendisini tanımlamak için kullandığımız ‘Bilge’ kavramı, çoğumuzun farkında olmadığı bu hakikati dile getirmektedir. Hakikat bilgisini taşıyan, diğer insanlar için öğüdün de kaynağıdır. İşte buradaki sır, Bilge’nin sırdaş olacak olanı fark etmesinde ve sırdaş olacak olanın da birkaç sözle öğüdü almasında gizlidir. Önderliğin ilk arkadaş grubumuz için “Biz birbirimizin gözlerinin içine bakarak birbirimizi anlardık” sözünün altında da hazine taşıyan ile bu hazineye sırdaş olmaya amade olanların ilişkisi yatmaktadır.

Önderlik gerçeği insanlık sırlarını içinde barındıran bir hazinedir. Bu hazineden tüm insanlığın nasiplenmesi için, oradan alınıp insanlara dağıtılması gerekir. PKK bir anlamıyla bu hazinenin adalet içinde ‘muhtaçlara’ dağıtılması olayıdır. PKK militanlığının farkı, bu paydan aldıklarını daha iyi ve daha çok insanı pay sahibi kılmakla başkalarından ayrışmaktadır. PKK’lilik alınca daha çok vermekle mükellef olmaktadır. Aldıkça değil ihtiyaç duyanlara verdikçe büyümek, çoğalmak ve yeni hazineler elde etmek PKK'ye mahsus bir duruştur. Hem bu hazine hem de bu hazineyi paylaştıran gerçeklik olan PKK, kendi çağında ve kendi dilinden kutsal yasalara göre iş yapmaktadır. Kimin bundan ne anladığı önemli olmakla birlikte, daha da önemli gerçek, bu kutsal yasanın işlemesi olayıdır.

Dikkat edilirse, komploda dünyanın belli başlı güçleri hareketimize saldırdıkları halde, bu işleyiş değişmedi. Tam tersine, ‘kutsal yasa’ yeni yol ve yöntemlerle yeni işleyiş yasaları bularak yol almaya devam etti. Haki arkadaşın ötekilerden temel farkı, taşıyanı dışında başka hiç kimsenin hazineden haberdar olmadığı bir zamanda ve fark etmeleri halinde ‘kırk haramiler’ gibi misali bu hazineyi tarumar edecek olanların tetikte bekledikleri bir mekanda hazinenin varlığının sırrına ermesi, yorganını sırtına alıp sırrıyla birlikte hazineye yeni hazineler katmak üzere bilmediği diyarlara doğru yol almasıdır. Böylece O hem hazineye yeni hazineler katmış hem de iyi bir sırdaş olarak hazinenin en değerli parçası olmuştur.

KAYNAK: YENİ ÖZGÜR POLİTİKA