Önder Apo: Türkiye, Afganistan ve Irak’tan daha beter hale gelecektir

Şimdiye kadar olduğu gibi Kürdistan’daki savaşlara daha da artan bir ağırlıkta katılması, Türkiye’yi Afganistan ve Irak’tan farksız, belki de daha beter hale getirecektir.

ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI VE OLASI GELİŞMELER

Üçüncü Dünya Savaşı bir gerçektir ve ağırlık merkezi Ortadoğu coğrafyası ve kültürel ortamıdır. Sadece ‘Üçüncü Dünya Savaşı’nın yoğunluk merkezi olan Irak’ta yaşananlar bile buradaki savaşın bir ülke ile ilgili olmadığını, dünya hegemonik güçlerinin çıkarları ve varlığı ile ilgili olduğunu gayet iyi açıklamaktadır. Bu savaş ancak İran’ın tamamen etkisizleştirilmesi, Afganistan ve Irak’ın istikrara kavuşturulması, Çin’in ve Latin Amerika’nın tehdit olmaktan çıkarılmasıyla sonlandırılabilir. Dolayısıyla savaşın daha ortalarındayız. Kesin bir şey söylemek sosyal bilimler açısından doğru olmasa da, savaş en az on yıllık (NATO’nun son stratejik planları da on yıllık bir süreyi öngörmektedir) bir süre daha devam edebilir. Bazen diplomasi, bazen şiddet yoğunlaşacaktır. Gündeme şiddetli ve kontrollü ekonomik krizlerle müdahale edilecektir. Alanların önceliği değişecek, ama şöyle veya böyle savaş komple olarak birçok alanda cereyan edecektir. Ancak savaşın bu temel doğası göz önüne getirildiğinde, bana yönelik 1998 operasyonunun neden uluslararası çapta yürütüldüğü ve NATO’nun en büyük Gladio operasyonu olduğu daha iyi anlaşılacaktır.

11 Eylül 2001’de New York’taki İkiz Kuleler’e düzenlenen komplo olasılığı yüksek saldırı, aslında kapitalist sistemin ‘Üçüncü Dünya Savaşı’nı başlatma girişimiydi. NATO tarafından, dolayısıyla dünya hegemonik sistemince Sovyet Rusya’nın 1990’lardaki çözülüşünden sonra çoktan yeni düşman olarak ilan edilen radikal İslam aslında ideolojik maske olarak kullanılmaktaydı. Özünde ise amaç, Birinci Dünya Savaşından sonra Ortadoğu’daki Müslüman kültürlü ülkelerde yarım kalan kapitalist hegemonyanın tam tesisini sağlamaktı. Özellikle asi, eşkıya devletler denilen İran, Irak, Suriye, Libya vb. devletleri sisteme düzgün biçimde entegre etmek, genelde de ABD’nin dünya hegemonyasını pekiştirmekti. ABD hegemonyasında girişilen ‘Üçüncü Dünya Savaşı’ ile Sovyet sisteminin çöküşü sonrasında doğan hegemonik boşluk doldurulacaktı. Ayrıca muhtemel yeni rakip olan Çin’in yükselişinin de önüne geçilecekti. Afganistan’a yönelik ilk hamlenin amacı, Orta Asya’da doğan hegemonik boşluğu Rusya ve Çin’in doldurmaması için acil davranıp inisiyatif almaktı. El Kaide ve Taliban bu amaçla kullanılan paravan araçlardı. İstense yirmi dört saat içinde sonları getirilebilirdi. Fakat savaşın meşruiyeti için varlıklarının gündemi sürekli işgal etmesi gerekirdi.

1990’ların başlarında Sovyetler Birliği’nin çözülüşü, kapitalist dünya hegemonyası (önder güç ABD) için yeni bir düşman belirleme sorununu ortaya çıkarmıştı. Sonuçta İsrail’in güvenliği temel alınarak, İslam radikalizmi yeni tehdit veya düşman olarak ilan edildi. Açığa çıkan bu yeni gerçeklik, İsrail’in bölgedeki konumu üzerinde yeniden düşünmeyi zorunlu kılmaktadır. İsrail’in inşası herhangi bir bölge ulus-devletinin inşası değildir, olamaz da. İsrail, Osmanlı İmparatorluğu’nun bilinçli yıktırılışından sonra bölgenin yeni hegemonyasının ÇEKİRDEK GÜCÜ olarak tasarlanmış ve inşa edilmiştir. İngiltere-ABD hegemonyası dünyada neyse, bölgenin yeni hegemonik gücü olan İsrail de Ortadoğu için odur. İsrail küçük bir Yahudi ulus-devleti değildir sadece, aynı zamanda büyük bir hegemonik güçtür. Ortadoğu’nun güncel temel sorunlarının altında ulus-devletlerin kurgulanması yattığı gibi, Kürt sorunu da esas olarak bu kurgulamadan kaynaklanmaktadır. Birinci Dünya Savaşında kurgulanan Ortadoğu siyasi haritası, en az bir yüzyıl sürecek sorunlar oluşsun diye çizildi. Ortadoğu’nun tüm ulus-devletlerinin inşasındaki mantık, var olan toplumsal sorunları çözmeye değil, sorunları daha da çoğaltarak bu ulus-devletleri daimi iç ve dış savaş rejimleri halinde tutmaya dayanır. Bunun temel nedeni, İsrail’in hegemonik güçlerin çekirdeği olarak inşa edilmesidir. İsrail’i hegemonik çekirdek olarak kavramadıkça, Ortadoğu ulus-devlet dengesinin veya dengesizliğinin nasıl kurgulandığını ve tesis edildiğini de kavrayamayız. Bu saptamanın en açık kanıtlayıcı unsuru Kürt sorunu ve Kürdistan’ın parçalanmasıdır.

1990 sonrası Ortadoğu’da Körfez Savaşı bağlamında başlatılan olguyu ‘Üçüncü Dünya Savaşı’nın önemli bir versiyonu olarak değerlendirirsek, Birinci Dünya Savaşından sonra yenik Osmanlı İmparatorluğu’ndan minimal Proto-İsrail olarak bir Türk ulus-devleti, İkinci Dünya Savaşından sonra gerçek İsrail Devleti ve ‘Üçüncü Dünya Savaşı’ versiyonundan da İsrail Devletinin temel güvenlik aracı olarak Proto-İsrail Kürt ulus-devleti inşa edilmiş olmaktadır. Dolayısıyla 1990 sonrasında PKK’nin karşısına kapitalist modernite hegemonik güçleri başta olmak üzere (ABD, AB güçleri, Japonya vb.), bölgedeki İsrail ve Türk ulus-devletince desteklenen Kürt ulus-devletçiği alternatif olarak dikilmek istenmiştir. 1990 sonrası PKK’ye yönelik NATO destekli Gladio savaşları bu gerçeği gayet açık doğrulamaktadır. PKK’nin devrimci halk savaşı alternatifinin Kürdistan çapında yol açtığı halk ulusalcılığı karşısında devlet-ulusçuluğu ile tedbir alınmakta, boşa çıkarılmaya ve tasfiye edilmeye çalışılmaktadır. Tüm yetmezliklerine ve yanlışlıklarına rağmen, 1990’lardan sonraki devrimci halk savaşı deneyimi hem Batılı hegemonik güçlerin, hem de bölgesel güç olan Türk ve İsrail ulus-devletlerinin Birinci Dünya Savaşı sonrası Kürdistan politikalarını boşa çıkarmıştı.

TÜRKİYE ŞİMDİ ARAF’TADIR

1979’lardan itibaren sisteme yönelik olarak iki kanaldan gelen tehdit (Sovyet Rusya ve İslami İran) Türkiye Cumhuriyeti’ndeki dönüşümün temel dış nedeni olmakla birlikte, içte üst boyutlara varan demokratik ulus muhalefeti de tehdit teşkil etmekteydi. Bu iki tehdit yüzünden zaten güçlü bir konumda olan Gladio çerçevesinde 12 Eylül 1980 darbesinin gerçekleştirilmesi, sistemin vazgeçilmez çıkarları gereğiydi. Birinci Cumhuriyet döneminin laik ulusçu ideolojisi yeni tehditler nedeniyle yetersiz kalmaktaydı. Türk-İslam sentezi her iki tehdidi önlemek açısından gerekliydi. İkinci Cumhuriyet döneminin resmi ideolojisinin Türk-İslam sentezi olarak geliştirilmesi bu bağlamda anlamını bulur. İran İslam radikalizmine Türkiye’nin ılımlı Türk-İslam sentezciliği ile yanıt verilecek, ayrıca demokratik ulus hareketleri de faşist terörle imha edilecekti. Gladio’nun denetiminde esas olarak bu iki yönlü iç ve dış tehdide karşı böylesi bir darbe cumhuriyetiyle -İkinci Cumhuriyet ile- yanıt verilecekti. Uygulamalar da bu yeni ideolojik konsept temelinde oldu. AKP 1980’de başlayan İkinci Cumhuriyet döneminin daha yaygın ve oturmuş aşamasının hegemonik partisi olarak tasarlandı. İkinci Cumhuriyet’in temel iç ve dış politikalarına bağlı, ama artık hegemonyasını tamamlamak isteyen bir parti olarak kurgulandı. Bir nevi İkinci Cumhuriyet’in CHP’si olarak tasarlandı.

AKP ile Türk burjuvazisinin yeni bir kanadı, Konya ve Kayseri merkezli Anadolu özel sermayesi, Yahudi sermayesinden ve devletteki (Birinci Cumhuriyet’teki) gücünden daha fazla pay istemektedir. ABD-İngiltere-İsrail üçgeninin Ortadoğu’daki hegemonyasına hizmet etmek için bizzat bu üçlü tarafından oluşturulan AKP, hegemonyaya hizmet karşılığında payının arttırılmasını talep etmektedir. Bunun yolu da ordunun kendisine yönelik vesayetinin hafifletilmesi, kendisine karşı yeni darbelerin düzenlenmemesi ve Ortadoğu’daki sömürü pastasından daha fazla pay ayrılmasıdır. İsrail bu yeniyetme Anadolu burjuvazisini biraz aşırı bulmakta, taleplerini kısmasını beklemektedir. Ayrıca ‘bölgesel güç’, ‘küresel güç’ teranelerini fazla abartılı bulmakta, bölgede ve dünyada kimin hegemon olduğunu doğru okumasını istemektedir. AKP’ye biçilen rol, İran Şii milliyetçiliği ile Arap radikal İslamcılığını ve laik milliyetçiliği yumuşatıp hegemonik sisteme entegre etmektir. AKP de bu rolü oynuyor. Bu kısma ilişkin çatışma görüntüsü danışıklı dövüştür, ama pay artırımına ilişkin çelişkileri gerçektir, ancak bunlar sistem içinde çözülebilecek çelişkilerdir. Orta ve uzun vadede AKP’nin hegemonik sistemle tam uyumu kaçınılmazdır. Türkiye ya sisteme uyacak ya da Irak ve İran’a uygulanan politikaların kendisine de uygulanmasına katlanacaktır. Sisteme tam uyması Kürtlerle uzlaşmasını, Suriye ve İran’la olan ilişkilerine mesafe koymasını gerektirmektedir. Sistemden kopup yeni eksenler araması veya oluşturması halinde, kesinlikle Irak’takine benzer bir operasyona tabi olmayı göze alması gerekmektedir. Bu durumda sistem tüm gücüyle Kürt ulus-devlet hareketini destekleyecek ve Irak’taki Kürt ulus-devlet çekirdeğini genişletecektir.

Türkiye’nin sistemin zayıf halkası olduğu rahatlıkla söylenebilir. Sistemden kopması ihtimali zayıf bir olasılık değildir. Kopma iki eksende gelişebilir: Birinci eksen, eğer aldatmaca değilse, İran, Suriye, hatta Rusya ve diğer BRIC ülkeleriyle (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin) geliştirmek istediği, eksen kayması olarak da yorumlanan ve küresel güç olmaya kadar varacak kuvvetli bir bölgesel güç olma, böylelikle İsrail, ABD, İngiltere ve AB hegemonyasına karşı çıkma yoludur. İkinci kopma eksenine giriş, Cumhuriyet’in Ulusal Kurtuluş Savaşındaki ittifaklarının demokratik ulus temelinde güncelleşmesiyle mümkündür.

Başlangıçta İsrail, ABD ve AB’nin desteğiyle işbaşına getirilen AKP hükümetlerinin PKK’yi tecrit ve tasfiye etmek amacıyla İran ve Suriye devletleriyle geliştirdiği ittifak tersine sonuçlar doğurmaya başlamış; İsrail, ABD ve AB ülkelerinin tepkisine ve TC’yi eksen kaydırmakla suçlamalarına dönüşmüştür. Gelinen aşamada Kürt sorunu bağlamında Türkiye, İran ve Suriye hükümetlerinin anti-Kürt ittifakına karşılık ABD, AB, İsrail ve Kürtler bloğu oluşmaya başlamıştır. Neredeyse Ortadoğu’yu temelinden dönüştürecek olan bu ittifak bloklarının her ikisinin de hedefinde PKK-KCK vardır.

Bölgede büyük sonuçları olacak İsrail-Irak Kürt yönetimi-KCK bloklaşması beklenebilir ki, bu da Ortadoğu’yu büyük dönüşümlere zorlayacaktır. Türkiye şimdilik Araf’tadır. Kesin tercih yapamamakta, her iki tarafla klasik dengeci bir politika gütmektedir. Hegemonik sistem Ortadoğu’da geri adım atamaz. Atması durumunda, İsrail’in tasfiyesinden tutalım irili ufaklı birçok Arap devletinin ortadan kaldırılmasına kadar dünyayı kökünden sarsacak gelişmeler kaçınılmaz olacaktır. Türkiye ya kendi Kürt sorununu barışçıl, tutarlı ve içeriği en azından Demokratik Özerkliğe açık demokratik yoldan çözmeye razı olacaktır. Ya da giderek daha fazla İran ve Suriye’ye bağımlı hale gelip Kürtlerle savaşa daha çok ağırlık verecektir. Suriye ve İran kendileri açısından Kürtlerle savaşı tırmandırmayacaklardır. Geleneksel politikalarını daha çok uzlaşma yanlısı kılacaklar, savaşın ağırlığını Türkiye’nin omzuna yıkacaklardır. Şimdiye kadar olduğu gibi Kürdistan’daki savaşlara daha da artan bir ağırlıkta katılması, Türkiye’yi Afganistan ve Irak’tan farksız, belki de daha beter hale getirecektir.

İRAN DEVLET GELENEĞİ MİNİMALİZME ÇEKİLMEYİ KABUL ETMEMEKTEDİR

Türkiye Cumhuriyeti’nin aksine, İran devlet geleneği minimalizme çekilmeyi kolayca kabul etmemektedir. Farklı bir modernite anlamında özünde kapitalist moderniteyle çelişkisi yoktur. Sistemle var olan çelişki, tıpkı Arap ulus-devletlerinde ve Türkiye Cumhuriyeti’nin birinci ve ikinci aşamalarında taktik hesaplarla sistem içinde azami pay elde etme, onaylanma ve desteklenme karşılığında yararlanmalarına benzer bir amaçla kullanılarak, aynı sonuçlar elde edilmek istenmektedir. İran geleneğinde güçlü bir konumda olan bazar’ın tipik tüccar pazarlığı söz konusudur. İran’da çelişki tam da bu noktada başlamaktadır. Güçlü kültürel gelenek kapitalist moderniteyle uzlaşmış bir Şia oligarşisini de kabul etmemektedir. Dolayısıyla İran’daki çelişkinin iki alternatif modernite arasında bir mücadeleye dönüşme şansı her zaman vardır. Türkiye ve Arap ulus-devletlerinin aksine kolayca tasfiye edileceğe de benzememektedir.

Ağırlıklı olarak söylem düzeyinde sürdürülse de, İran oligarşisi günümüzde İsrail’le Ortadoğu üzerinde hegemonik bir çatışmaya girişmiş bulunmaktadır. Sistemin azami küreselleştiği bir çağda, eğer köklü modernite tercihine yönelmezse, İran Şia oligarşisinin başarı şansı çok zayıftır. İran rejimi, hem kendisini mevcut bu yapısıyla koruyabilmenin hem de bölgede yaşanmakta olan üçüncü dünya savaşından yararlanarak kendisini güçlendirmenin, bölgesel hegemonik bir güç düzeyine getirmenin arayış ve mücadelesi içerisindedir. Bölgede sürmekte olan savaştan kendi amaçları, hedefleri temelinde de sonuna dek yararlanmaya, kullanmaya çalışmaktadır. Bölgeye yapılmış olan müdahaleden jeo-politik, jeo-stratejik amaçları, hedefleri temelinde sonuna kadar yararlanmak istemektedir.

Bölgeye yapılmış olan müdahale, aynı zamanda İran’ı da kapsamaktadır. İran devleti çeşitli tarzlarla, yöntemlerle kendisini müdahalenin dışında tutmaya çalışsa da, bunu bundan böyle sürdürmesi kolay değildir. Bu mümkün olmayacaktır. Diğer bölge ulus-devletleri gibi İran ulus-devletinin önünde de sorunlarını iki eksenli çözme yolu vardır. Birinci eksenin çözüm vaadi, tıpkı Şahlık rejimi gibi sistemle uzlaşmaktır. Aslında Şia oligarşisi buna hazırdır. Ama sistem kendisini olduğu gibi kabul etmemektedir. Fakat yürütülen uzlaşma görüşmeleri ya barışçı yolla ya da savaş yoluyla kapitalist hegemonik güçler lehine sonuçlanmak durumundadır. İkinci olarak sorunların çözümü gündeme girdiğinde, sistemden radikal bir kopuş söz konusu olacaktır. Bu da hem Şia oligarşisi hem de Batılı hegemonik güçler (başta İsrail) çözümsüz ve güçsüz kaldıklarında devreye girmesi kaçınılmaz olan demokratik modernite çözümü olacaktır.

GÜNEY KÜRDİSTAN TÜRK DEVLETİNİN SÖMÜRGESİ HALİNE GELMİŞTİR

Güney halkı, aslında yıllardır örgütlenmeye hazır bir şekilde beklemektedir. Çok tarihsel koşullar, imkanlar, fırsatlar ortaya çıkmıştır. Güney Kürdistan’da esas siyasi, askeri güç olarak, Özgürlük hareketi kendisini örgütlemelidir. Barzaniler, hiç bu kadar teşhir olmamışlardı. Bu son Êzidi soykırımı ile beraber, Şengal’de gerçekleşen durumla birlikte, bunların ne olduğu ortaya çıktı.

Barzani ile ilgili belirttiklerimi, yeterince anlamlandırdıklarını sanmıyorum. Barzani’ye karşı doğru bir mücadelenin sahibi de olamıyorlar. Böyle olunca Barzani; çok rahat bir biçimde hareketimize, halkımıza karşı her türlü faaliyeti istediği gibi yürütmektedir. Güney Kürdistan’da tek bir özgür Kürdün bulunmasını istememektedir. Güney Kürdistan’ı kendi mülkiyeti olarak görmektedir. Her fırsatta Özgürlük hareketine ve gerillasına saldırmaktadır. Kürt soykırımcısı, faşist, sömürgeci Türk devletiyle her türlü işbirlikçi-ajan-kontra ilişkiler içerisine girerek, onların Güney Kürdistan’a yerleşmelerini, orayı da sömürgeleştirmelerini sağlatmak için her şeyi yapmaktadır. Ondan sonra da bilmem Kürt-Kürdistan ve Kürtlük için nasıl mücadele ettiğini söyleyeceksin. Bu nasıl olmaktadır? Bunun zerre kadar inandırıcılığı var mıdır? Bu düşmanın; bırakalım bir Kürt devletinin kurulmasını kabul etmesini, tek bir onurlu Kürdün bu dünyada yaşamasına bile izin vermek istememektedir. Güney Kürdistan, Türk devletinin sömürgesi konumuna düşürülmüştür. MİT’in girmediği hiçbir yer bırakılmamıştır. Türk devletinin özel savaş sahası haline getirilmiştir. Bunların hepsine Barzani onay vermektedir. Eğer Kürt ve Kürdistan adına mücadele ediyorsan, Kürdistan’ı kurmak istiyorsan ilk yapılması gereken, Türk devletine tutum ve tavır almaktır.

Barzani, Türk devletinin istediği gibi her şeyi yapsa da, son tahlilde İsrail’e bağlıdır. İsrail’in hedefleri, çıkarları, politikaları neyi gerektiriyorsa, ona göre hareket edecektir. Türk devleti, Özgürlük hareketini imha ve tasfiye ederek amaçlarına kavuşmak istiyor. Bunun için Barzani’yi sonuna dek kullanıyor. Özgürlük hareketi; ortak vatan, demokratik ve özgür birliktelik istiyor. Barzani ve KDP ise ulus devlet amaçlı hareket ediyorlar. Bunu da gerçekten Kürtler için değil, İsrail’in bölgesel stratejisi, stratejik çıkarları için yapmak istemektedir. İsrail, kendi stratejik amaçları ve güvenliği açısından, kendisine bağlı bir Kürt ulus devleti istemektedir. Bunun olabilmesi için de Barzani’nin güçlenmesi gerekmektedir. Kürt ulus devletinin kurulması, belirli bir düzeye gelebilmesi için, Türkiye ile savaşması gerekiyor. Kürt ulus devletinin kurulması, böylesi bir sonuca yol açacaktır. İsrail’in stratejik bölgesel konumu, bunu gerektirecektir. Dolayısıyla da İsrail neyi isterse, neyi yapmak istiyorsa, Barzani de ona göre hareket edecektir.

Musul-Kerkük, Kürtlerin tarihsel topraklarıdır. Kürdistan’ın tarihsel coğrafyasının parçalarıdır. Türk devleti; Musul’da, Kerkük’te çok yoğun özel savaş faaliyetleri, örgütlemeleri yürütmektedir. ‘Osmanlı toprakları’ diyorlar. Musul-Kerkük’ü kendilerine ait görmekteler.  Irak Türkmen Cephesi ve daha birçok tarzda ve yöntemle Kerkük’te, Musul’da kendilerini örgütlemekteler. Barzani, Musul-Kerkük’ü satıyor. Sıkıştığında, konumunu sağlamlaştırmak için sahte Kürtçülük yapıyor. Kerkük; Kürtlerin Kudüs’üdür, diyor. Bunu yaparak; Arap şovenizmini, Arap milliyetçiliğini kışkırtıyor.

Barzani ve KDP, kendi iktidarcı, devletçi anlayışları ve amaçları nedeniyle, dar milliyetçilik yaparak Kürtleri, başta Araplarla olmak üzere bölge halklarıyla karşı karşıya getireceklerdir. Kürtlerin başına bu yönlü büyük felaketler getirebilir. Barzani siyaseti ve yaptıkları buna götürmektedir ve götürecektir. Kürtlerin, Araplarla savaşması ve çatışması değil, tam tersine Kürtlerin Araplarla stratejik ittifak geliştirmesi gerekmektedir.

Kürtler, 21. yüzyılda milliyetçi ve devletçi anlayışla hareket etmemelidirler. Bu yüzyılı Ortadoğu’da kazanmak ve başarmak istiyorlarsa, bunu milliyetçi ve devletçi temelde değil Demokratik ulus anlayışı temelinde geliştirmelidirler. Kürtlerin 20. yüzyılda ulus devlet kurmamış olmaları; milliyetçi, devletçi ve iktidarcı bir durumu doğrudan kendi içlerinde yaşamamaları, 21. yüzyılda başta Kürt halkı olmak üzere tüm bölge halkları ve insanlık için çok büyük bir tarihi fırsat ve avantaj olmaktadır. Kürtler, bölge halklarının demokratik kurtuluşlarını yürüten bir konumdadırlar. Bedelleri çok ağır olsa da bu tarihsel misyonlarına göre hareket etmektedirler. Kürtler 21. Yüzyılda; başta kendileri olmak üzere, bölge halklarına ve dolayısıyla insanlığa yeni paradigma temelinde, özgürlük ve demokrasi doğrultusunda kazandıracaklardır.

* Önder Apo'nun değerlendirmelerinden alınmıştır.