GÖRÜNTÜLÜ

Ümit: Tecride karşı mücadeleyi genişleterek sürdürmemiz lazım

PKK Merkez Komitesi Üyesi Hêlîn Ümit, tecridi ortadan kaldırmanın yolunun; her yerde özgürlük ve varlık talebini açığa vurmaktan, bunu savunmaktan, edebiyatını, propagandasını yapmaktan ve siyasetini inşa etmekten geçtiğini vurguladı.

HÊLÎN ÜMİT'İN DEĞERLENDİRMELERİ

Hêlîn Ümit, katıldığı Medya Haber programında tecride karşı mücadeleyi değerlendirirken, “Sınıf mücadelesini yürütmek, buna dayalı olarak aslında komünal yaşam değerlerini açığa çıkarmak, komünler oluşturmak gerekli. Önder Apo’nun fiziki özgürlüğü için mücadele eden herkesin komünü, komitesi, meclisi olmalı. Bunsuz yaşamamalı, toplumsallığını buna dayandırmalı. Bu olmadan, sözümüz bir şey söylüyor, pratiğimiz başka bir şey söylüyor durumuna düşeriz” dedi.

PKK Merkez Komitesi Üyesi Ümit’in gündeme dair değerlendirmeleri şöyle:

Öncelikle Önder Apo'ya yoldaşlar adına özlem ve sevgilerimizi, selamlarımızı bir kez daha belirtmek istiyorum. İmralı soykırım sistemini kuranları bütün öfkemle lanetliyorum.

Tecrit devam ediyor. Bu tecridin devam etmesi, aslında Kurdistan'daki baskı ve soykırım sisteminin de devam etmesi anlamına geliyor. İmralı gerçekliğini doğru okumak, ona doğru bakmak, bunun önemine dikkat çekmek istiyorum.

Tecride karşı mücadele devam ediyor. Bu konuda Kürt halkının, dostların, demokratik kamuoyunun önemli bir çabası var fakat karşımızdaki özel savaş sistemi de ısrarla bunu perdeleme, örtme hatta hukuksal kılıflar giydirerek meşrulaştırma arayışı içerisinde. Bu anlamıyla gerçekten İmralı’ya bakmak, kendi gerçekliğimize bakmak anlamına geliyor.

Özellikle Kürt halk gerçekliğinde, yine özgürlük için mücadele eden topluluklarda Önder Apo'nun bir karşılığı var. Önder Apo deyince hissedilen bir durum var. Özellikle Kürt halkı açısından Önder Apo umut kaynağı, umut ışığı, özlemlerin toplamı, hayal edilen bir gelecek demek. Önder Apo, bütün kaybedilen değerlerin bileşkesi olan bir gerçeklik demek. Böyle tanımlamalarımız var bizim Önderlik gerçekliği karşısında.

Önderliğimizin de bir dönem şöyle bir ifadesi vardı: “Ben hepinizin özlemlerinin toplamıyım. Siz bende kendinizi görüyorsunuz, o yüzden bana geliyorsunuz” şeklinde değerlendirmeleri var. Bunlar da gerçekliğin bir yönünü ifade ediyor elbet.

Önder Apo'yu ele alırken sadece bir siyasi liderlik, bir askeri liderlik gibi ele almıyoruz. Hayatımızda daha farklı bir gerçekliği var. Kimimiz bunu bilinçlice yaşıyoruz, kimi kendiliğinden yaşıyor, kimi biliyor ki böyle bir çekim merkezi olma durumu var Önderliğin. Kurdistan'daki halk gerçekliği açısından, gençlik açısından, özellikle genç kadınlar ve kadınların tamamı açısından Önderlik böyle bir çekim merkezi durumundadır. Bunu doğru tanımlamak zorundayız. Önderlik neden böyledir? Sadece duygusal tanımlamalar, sadece kendimizi özlemlerle ifade etmeler yetersizdir. O anlamıyla Önderlik hep şunu istedi bizden; “Ben doğru anlaşılmak istiyorum, beni doğru anlayın” dedi. Bunun konumuzla bağlantısı ne? Eğer biz Önder Apo'yu doğru anlamazsak onun için yürüttüğümüz mücadeleleri doğru geliştiremeyiz. Ne kadar Önder Apo'yu doğru anlarsak onun fiziki özgürlüğü için yürüteceğimiz mücadeleler de o kadar doğru ve isabetli olur. 

ÖNDERLİK BİR SİSTEMDİR

Önderlik bu belirttiğimiz hususların hepsidir ama ondan öte Önderlik bir sistemdir. Önderlik gerçekliğinin temsil ettiği bir sistem vardır. Bunu çok iyi anlamak gerekir. Mesela tüm Kürt halkı ve duyarlı insanlar, demokrat, sosyalist, devrimci insanlar şu soruyu sormalılar. Gerçekten İmralı soykırım sistemi niye kuruldu? Niye böyle bir özel bir sistem Önder Apo'ya uygulanıyor? Belki bu çok geniş bir konu ve bence parça parça değerlendirmemiz de gerekli. Belki hepsini şu anda ifade edemeyebilirim ama Önderlik gerçekliğini bir sistem olarak tanımlamak, bir amaç bütünlüğü olarak görmek, yani Önder Apo'yu bir amaç insanı olarak görmek, bu çerçevede ele almak, uygulanan tecridi de bu amaçların hayata geçmemesi için ortaya koyulan bir savaş, bir saldırı sistemi olarak değerlendirmek çok daha isabetli olur. 

Mesela, eğer biz bu amaçları Önderlik gerçekliğini, Önderlik gerçekliğinin temsil ettiği özgür yaşam felsefesini, savunduğu toplumsal sistemi iyi özümser ve pratikleştirirsek o zaman aslında tecrit anlamsız hale gelecek. Çünkü bu tecrit bu hedeflerin, bu amaçların hayata geçmemesi için uygulanıyor. Ne bu amaç? Bir, Kürtlerin varlık ve özgürlük sorununun çözülmesi. Türk soykırım saldırıları İmralı'da bu kadar yoğunlaşıyorsa demek ki orada çok ağır bir savaş var, orada sonuç almak istiyor. Orada Kürt halkının varlık ve özgürlük savaşımını, iradesini kırmak istiyorlar. Birinci amaç bu.

Önder Apo demek, Kürt halkının varlık ve özgürlüğünü savunan bir Önderlik demektir. O zaman her yerde özgürlük ve varlık talebimizi, özgür kimlik talebimizi, özgür kimliğimizi açığa vurmalıyız, daha fazla savunmalıyız, bunu dillendirmeliyiz. Bunun edebiyatını, propagandasını yapmalıyız, siyasetini inşa etmeliyiz. Tecridi kırmanın, ortadan kaldırmanın önemli bir yolu bu.

İkincisi; Önderlik gerçekliği eğer bir sistemse, yani sadece bir kişi değilse, bir fikirler toplamıysa, bir yeni dünya hayaliyse, bir yaşam idealiyse, onun da adını koymamız lazım. Önder Apo bunu demokratik sosyalizm, demokratik modernite, demokratik özerklik gibi tanımlamalarla ortaya koydu, bunun günümüzde nasıl pratikleşeceğinin ismini koydu. Yani “Ben demokratik toplum önderliğiyim” dedi. O zaman eğer biz gerçekten Önder Apo'ya inanıyor, güveniyor, seviyorsak, onun militanları olarak Önder Apo'nun ortaya koyduğu bu paradigmanın, bu sistemin bir parçası, bunun inşa ve savunma gücü olmaya, bunun söylemi, dili, türküsü, şarkısı, propagandasını yapmaya çalışıyoruz. Fakat PKK de Önderlik gerçekliği de sadece bir parti olmaktan öte bir halk gerçekliği oldu. Bir halk gerçekliğini ifade ediyor. O zaman halkımızın demokratik toplum sisteminin, demokratik toplumun ne olduğunu çok iyi özümsemesi lazım. 

Demokrasi kavramı, kapitalist sömürü sistemi tarafından çok fazla istismar edilen bir kavram. Bugün en katı ulus devlet sistemlerde bile demokrasi dilden düşmüyor. Fakat demokrasi, özünde halk yönetimi demek. Demokrasinin özüne, yani kökenine inersek; demokrasi aslında devletsiz toplum demek. Yani devlet olmadan toplumun kendisini örgütlü kılarak irade haline getirmesi demek. Fakat günümüzde Kürtler de dahil şöyle bir şey var. Sanki devlet olmadan olmaz, sanki devletsiz toplum olmaz, sanki toplumlar devletsiz olmadan yaşayamaz. Ulus devletin özellikle son 400-500 yıllık süreçte toplumsal hafızayı darbelemesiyle, özel savaş rejimlerinin kendisini çok fazla güçlendirmesiyle bağlantılı olarak unutturulan bir gerçek. Tarihin başlangıcında devlet yoktu ama toplumlar vardı. Toplumlar yine yaşıyorlardı. Kendi sistemlerini kurarak yaşıyorlardı. Devlet, sınıflaşma aracı olarak açığa çıktı ve aslında toplumların birikiminin üzerinde kendisini inşa etti. Devlet aslında bir sömürü aracı, sınıflaşmanın aracı. Bir yerde devlet varsa orada sınıf, orada efendi, orada kölelik var demektir. O yüzden Önder Apo kendi toplumsal sistemini tanımlarken, ben “demokratik toplum önderliğiyim” dedi. Mesela demokratik ulusu tanımlarken demokratik ulus devleti diye bir kavram kullanmadı. 

ÖNCELİKLE ZİHİNLERDEKİ DEVLETİN YIKILMASI LAZIM

Buradan şuna gelmek istiyorum. Demokratik toplum örgütlü toplumdur. Devletle mesafeli olarak bütün alanlarda kendisini örgütleyebilen, var kılabilen toplumdur. Belki bu söylediklerim şöyle algılanabilir; denilebilir ki devlet çok güçlü, biz bu devlet karşısında nasıl var olacağız? Öncelikle kafamızdaki devleti yıkmak lazım. Öncelikle başta Kürt toplumu için fakat aslında tüm halklar için, Türkiye toplumu için de söylüyorum bunu. Başta zihinlerdeki devletin yıkılması lazım.

Devlet bir çare, bir çözüm aracı değildir. Tam tersine devletin olduğu yerde kölelik vardır. Eğer biz özgürlük istiyorsak, önderliğin temsil ettiği özgür yaşamı inşa etmek istiyorsak devletsiz toplumu, devletsiz örgütlü toplumu açığa çıkarmak zorundayız.

Niye bunu söylüyorum? Şimdi mesela Kürt toplumu, demokratik kamuoyu, duyarlı insanlar, dünyanın dört bir yanında küresel özgürlük hamlesine katılıyorlar. Kurdistan’ın dört parçasında eylemler yapılıyor. Aslında yeterli değil bunlar. Kitleselleşmesi, büyümesi lazım. Özellikle Bakurê Kurdistan'daki üslup açısından söylemek istiyorum; biz devletten hak bekleyemeyiz. Hem bu konuda, Önder Apo'nun fiziki özgürlüğü mücadelesini geliştirirken, tecridi tümden parçalamayı hedeflerken, diğer haklarımız konusunda da böyle bir adeta dilenir gibi devletten talep edilemez. 

Peki bu mücadelenin nasıl olması gerekir? Toplumun kendisini her alanda örgütlü kılarak irade haline getirmesiyle olacak. Biz kendimizi örgütlü bir güç haline getirmeden, örgütlemeden olamaz. Sadece parlamenter sistemin içerisinde örgütlenme değil, her alanda örgütlenme olmalı. Gerçekten ulus devlet, özellikle Türk ulus devleti toplumun boynuna öyle bir tasma takmış ki, istediği zaman oraya buraya çekiyor. Bunu aşmanın yolu, ekonomiden kültürel boyuta, sağlığa, tüm boyutlarda kendini örgütlü kılmaktan geçiyor. Eğer biz bunu başarabilir, sağlayabilirsek, Kürt toplumu ve Türkiye toplumu da bu temelde kendisini örgütleyebilirse, işte o zaman özgürlüğe, demokrasiye bir adım daha yakınlaşmış olacak. Yoksa demokrasi söylemi altında ağır bir sınıfsallaşmayı, ağır bir köleleşmeyi, boyun eğmeyi ve teslimiyeti yaşamaktan kurtulamayacak.

Eğer demokratik toplum olmayı başaramazsan, devlet senin üzerinde, senin kendi kendini yönetme hakkın başta olmak üzere tüm özgürlüklerini elinden alır. Böyle bir toplumda da Önder Apo özgür yaşayamaz zaten, özgür olamaz.

O yüzden bizim tecride karşı mücadeleyi genişleterek sürdürmemiz lazım. Eğer biz bunu anlayamaz, kendimizi özgürleştiremez, kendimizi özgürlüğe daha yakın hale getiremezsek, Önder Apo için fiziki özgürlük mücadelesini yürütmek mümkün olmaz. Söylemimizle eylemimiz farklı olur. Bu Ortadoğu'da önemli bir ahlaki kriterdir. Söylediğinle eylemin bir olmalı. Nasılsan öyle görünmelisin, nasıl düşünüyorsan öyle yaşamalısın ya da yaşadığın gibi düşünmelisin. Bu konuda bir tutarlılık gerekir. Madem Önder Apo'nun halkı olduğumuzu, demokratik ulus olduğumuzu söyleyeceğiz, o zaman yaşam biçimimizin, örgütlenmemizin de buna göre olması lazım.

ÖNDER APO’NUN ÖZGÜRLÜĞÜ İÇİN MÜCADELE EDEN HERKESİN KOMÜNÜ OLMALI

Demokratik ulus, sert sınıflaşmaya açık değildir, bir sınıf mücadelesinin yürütülmesi lazım. Bu kadar tekelciliğe açık kapı bırakılamaz. Bu meşru, doğru görülemez. Tekellere, orta sınıfa, toplumun emeği üzerinden yaşayanlara bu kadar uzlaşmacı tavır sergilenemez. Bunun bir optimal dengesini yakalayacak bir mücadeleyi geliştirmek lazım. Kurdistan’da sınıf mücadelesi çok önemli. Sınıf mücadelesini yürütmek, buna dayalı olarak aslında komünal yaşam değerlerini açığa çıkarmak, komünler oluşturmak gerekli. Önder Apo’nun fiziki özgürlüğü için mücadele eden herkesin komünü, komitesi, meclisi olmalı. Bunsuz yaşamamalı, toplumsallığını buna dayandırmalı. Bu olmadan, sözümüz bir şey, pratiğimiz başka bir şey söylüyor durumuna düşeriz.

PKK ilk çıkışında neye karşı çıkış yaptı? O zaman Kurdistan’da hakim olan ağalık, beylik sistemiydi. Onu paramparça etti. Niye? Çünkü ağalığa, beyliğe karşıydı. Efendi-köle ayrımına karşıdır. Kimse ağa olamaz. Demek istediğim şey, Önder Apo'ya yaklaşırken böyle bir sistem olarak algılamak gerekiyor. Önderlik gerçekliğinin sistemini tanımlarken, kadın özgürlüğünü tanımlamadan Önder Apo'yu tanımlayamayız. Ben Önder Apo'nun kuracağı sistemin üyesiyim diyenler, kadın özgürlük çizgisine dahil olmadan bu sisteme dahil olamaz. Ekolojik yaklaşımımız var bizim. Paradigmamızın bir ayağı da bu. Ona doğru yaklaşmadan bu sistemin bir parçası olunamaz. Önder Apo'nun özgürlüğünün de temsilcisi olamaz. 

Tecride karşı mücadele her alanda devam ediyor. Belirttiğiniz gibi zindanlardaki arkadaşlarımız, yoldaşlarımız, siyasi tutsakların geliştirdiği bir eylemsellik var. Dışarıda tutsak yakınlarının geliştirdiği eylemsellikler var. Bunun da dışında da eylemsellikler var. Hemen hemen her yerde küresel özgürlük hamlesi çerçevesinde Önder Apo'nun fiziki özgürlüğü için eylemsellikler devam ediyor.

HAMLENİN EN BELİRGİN ÖZELLİĞİ KİTLESELLİK OLMALI

Hamlenin ikinci aşamasına girdik. Hamlenin ikinci aşamasının en belirgin özelliği, kitlesellik olmalı. O yüzden eylemlerimizin kitleselleşmesi lazım. Zindandaki arkadaşların geliştirdiği eylemin eleştirel bir yönü var. Mesela niye arkadaşlar dışarıya çıkmıyorlar? Tecridi hissettirmek için. İmralı'da ağırlaştırılmış tecrit böyle arttırılırken, yoğunlaştırılırken diğer cezaevlerinde görüşmeler oluyor fakat zindanlardaki arkadaşlar, yurtseverler bunun böyle gidemeyeceğini, bunun bir bütün olduğunu, aslında tüm topluma bir mesaj olarak iletmek istiyorlar. “Kendinizi rahatlatamazsınız. Aslında bizim burada eylem yapmamız çok doğru değil, dışarıda eylemler daha güçlü olmalıydı” diyorlar. Dışarıdaki toplumu daha duyarlı kılmak için bunu yapıyorlar. Çünkü diğer zindanlardaki arkadaşlar da görüşe, telefona çıkmayınca, onlardan haber alınmayınca toplum daha tedirgin oluyor, merak ediyor. Sağlık durumlarını, zindanlardaki durumları merak ediyor. Bu şekilde toplumu daha ayakta tutma istemi var. Zindandaki arkadaşların böyle bir yansıması oluyor dışarıya. Bu anlamıyla çok değerli bir duruş. Bir nevi “bizim önderliğimiz bu koşullardayken, bizim de görüşe çıkmamızın bir anlamı yoktur” diyerek tavır koyuyorlar. Bunun doğru anlaşılması lazım.

Bu temelde tutsak yakınlarının geliştirdiği eylemler de anlamlı. Fakat tabii şöyle olamaz. Diyelim ki birebir birimizin bir yakını var; onlar bu eylemselliklere katılır, geliştirirler. Böyle dar ele alamaz yani. İçerideki siyasi tutsakların hiçbiri kendi bireysel davaları için içeride değiller. Hiçbiri bir yerde bir hırsızlık yapıp girmemiş, kendilerine bir şeyi hibe etmemişler, bireysel bir kan davası için orada değiller; toplumsal bir mücadelenin bir getirisi olarak orada esirlik durumunu yaşıyorlar. Yani bizim için oradalar. Kürt toplumu için oradalar. Yıllarca, bir ömür boyunca zindanlarda direnen arkadaşlarımız var. Otuz yıl, otuz beş yıl! Bu gerçekten çok büyük bir direniş. Düşünün, on sekiz yaşında giriyor, elli yaşında dışarıya çıkıyor. Bütün ömrünü bu halkın iradesini temsil etmek, yani boyun eğmemek, teslim olmamak temelinde geçiriyor. O zaman toplumumuzun da halkımızın da kendi evlatlarına sahip çıkması lazım. Onlarla birlikte mücadeleye öncülük etmesi lazım. Mücadele içerisinde aktif yer alması lazım. Yani bu konuda Bakurê Kurdistan'da daha fazla harekete geçmek lazım. 

ÖNDERLİĞİN DÜŞÜNCE GÜCÜ BİLE ENGELLENİYOR

Tecrit kavramı, bu gerçeklik için çok yeterli bir kavram değil. Çünkü dünyada da tecrit yaşayan siyasi mahkumlar var. Bunun örnekleri tarihte de var, günümüzde de. Önder Apo dışında da bu tür uygulamalar var. Bu düzeyde değil ama var. Bunları aynılaştıracak bir kavram kullanmak bana yetersiz geliyor. Diyelim ki zindanında yaşayan da alınıyor, bir hücreye koyuluyor. Ona da biz tecrit diyoruz. Tecride koyulmuş, üzerinde tecrit uygulaması var diyoruz. Ama İmralı soykırım sistemi gibi bir savaş rejimini de biz tecrit diye tanımlıyoruz. Bu biraz yetersiz oluyor bence. Bunu aşan bir durum vardır.

 Önderlik bu durumu geçmişte bazı kavramlaştırmalara kavuşturdu. Hatırlanırsa ilk İmralı'ya götürüldüğünde, “İmralı kayalıklarında çarmıhtayım” dedi. “Elim, ayaklarım çivilenmiş” diyerek tanımladı. “Geriye kalan düşünce gücüm, çarmıhtaki bir insanın tek gücü, düşünce gücü kalmış” diyordu. Şimdi düşünce gücü bile engelleniyor; düşünün! Düşüncelerinin dışarıya ulaşması, topluma ulaşması da engelleniyor. Önderlik bunu nasıl tanımladı? İlk başta “çarmıh” dedi. “Elim ayağım çivilidir. Sadece bana düşüncem kalmış. Ben sadece düşüncemle savaşıyorum, mücadele ediyorum” dedi. Şimdiki konumu nedir? İmralı tabutluğudur. Tabutluk sistemi nedir? Bir insanın canlı canlı mezara koyulması demektir. Bunların hepsi işkencedir, insanlık suçudur. Ben tüm halkımızı, duyarlı insanlığı, şu kadarcık toplumsal vicdanı olan herkesi empati yapmaya davet ediyorum. Bir gün değil, bir saatliğine böyle bir sistem içinde düşünsünler. Yani çok büyük bir insanlık suçu işleniyor.

Herhalde insanlık tarihinin en önemli kazanımlarından bir tanesi, düşüncenin bir insan hakkı, özgürlüğü olduğunun kabulüdür. Bu evrensel bir haktır. Herkes düşünce özgürlüğünü yaşayabilir. Kabul edersiniz veya etmezsiniz, beğenirsiniz veya beğenmezsiniz, katılırsınız ya da katılmazsınız ama düşünmek bir insan hakkıdır. İnsan düşünerek var zaten. İnsanı diğer canlılardan ayıran başka bir özelliği yok. Diğer özellikleriyle diğer canlılara benzeriz. Bir insanın elinden özgür düşünme hakkı da alınırsa geriye ne kalır? O yüzden bizim gerçekten doğru tanımlamalara ulaşmamız lazım. İmralı soykırım sisteminin nasıl bir işkence ve savaş rejimi olduğunu ortaya koymamız lazım. Bunun için kıyamet koparmamız lazım. Ve İmralı soykırım sistemini parçalamak için Önderliğin fikirlerini, düşüncelerini hem söylemleştirmek hem de yaşamsallaştırmak lazım. Sadece söylemek yetmez. Düşüncenin gücünü pratikleştirmek lazım. 

Önder Apo’nun yaşam pratiğine bakın. Şimdi Önderlik niye İmralı soykırım sisteminde? Eline silah aldığı için değil. Önderlik hiçbir çatışmaya, hiçbir eyleme girmemiştir. Düşünce suçlusudur Önder Apo. Düşünceleriyle toplumu harekete geçirdiği için, onu bilinçli ve özgür kıldığı için suçludur. O zaman bizim o düşünceleri çok daha yüksek bir sesle seslendirmemiz, pratikleştirmemiz, eylemselleştirmemiz, bu tecridi paramparça etmemiz gerekir. 

TÜRKİYE’DE TAM BİR SAVAŞ REJİMİ VARDIR

Tüm alanlarda, savaş cephelerinde bulunan yoldaşları sevgiyle selamlıyorum. Şehitlerimizi anıyorum, minnetle anıyorum.

Aslında esas gündemimiz savaş. Genel Kurdistan'daki durumumuzu ifade eden temel kavram, savaş kavramıdır. Ciddi bir soykırım saldırısıyla karşı karşıya Kurdistan. Bu anlamıyla Medya Savunma Alanlarındaki savaş da giderek boyutlanarak devam ediyor. 

Halk Savunma Merkezi Karargah Komutanlığı çeşitli düzeylerde açıklamalar yapıyor, günlük tekmilleri açıklıyorlar. Bu anlamıyla bir bilgilenme sorunu yok. Fakat şunun iyi anlaşılması lazım. Bir işgalcilik var karşınızda. Türk Devleti işgali yayıyor. Türk medyasında aşırı derecede bir işgal güzellemesi var. Nasıl işgal ettiklerini, bunun faydalarını, bunun ne anlama geldiğini, nasıl bir bölgesel güç haline geldiklerini, işgalciliği böyle öven bir şey var. 

Aslında içinde yaşadığımız dünyada değerler çoktan yıkılıp gitti. Birinci Dünya Savaşı döneminde gitti bunlar. Gerçekten böyle ibretlik bir durumla karşı karşıyayız. En son Yaşar Güler'in yaptığı bir mülakat vardı; o da böyleydi. Avrupa ile ilişkiler soruluyor Yaşar Güler'e;

diyor ki, biz Avrupa ordusunun önemli bir parçası olabiliriz. Yani ordu-millet anlayışını böyle bir ileri kategori gibi sunma yaklaşımı var. Dünya demokrasi mücadelesi veriyor. Demokratik toplumlar, en ileri ve zengin toplumlar olarak açığa çıkıyor. Temel insanlık kriteri bu olarak belirleniyor ama Türkiye'de ordu millet olma, başkasının askeri olma, başkalarının koruması olma, başkaları için savaşma ve bunu bu şekilde güzelleme söz konusu. Gerçekten insan şaşırıyor. 

Türkiye'de tam bir savaş rejimi vardır. Bu savaş rejimi kendisini her yönüyle kurumlaştırıyor. Esas olarak da Kürt halkının varlık ve yokluk savaşımını, Kürt halkını soykırımdan geçirmeye çalışan bir savaş vardır. Medya Savunma Alanlarında ortaya koyulan direniş bunu durduruyor. Bu anlamıyla yaklaşık 3 yıl oldu. 16 Nisan'da dediğiniz gibi savaşı yeni bir aşamaya taşırdıklarını, taşıracaklarını, işgali yayacaklarını ifade ettiler Irak'la yapılan görüşmelerle bağlantılı olarak. O anlamıyla böyle bazı girişimler olduğu da anlaşılıyor. Mevcut durumda gerilla tüm mevzilerde kendi varlığını koruyor. Koruduğu gibi de düşmana çok ezici darbeler vurmayı sürdürüyor.

1 Haziran Atılımı vesilesiyle Haval Cemal'in yaptığı bir röportaj vardı. Önümüzdeki süreçte Kurdistan Özgürlük Gerillalarının daha hamleci bir pozisyon alacağı ve savaşın kaderini belirleyecek bir performansı ortaya çıkaracağını ifade etmişti. Bu anlamıyla gerilla, Medya Savunma Alanları başta olmak üzere bulunduğu tüm mevzilerde kahramanca direnişini sürdürüyor. 

Bu minvalde savaşın toplum tarafından üzerine düşen boyutlarının yürütülmesinin önemine dikkat çekmek istiyorum. Çünkü içinde bulunduğumuz savaş, sadece gerillaya dönük değil. İşgalcilik var. Bu işgalciliğin doğru anlaşılması lazım. Dikkat edin; Bakur'da zaten böyle bir işgalci gerçeklik var. Bakur'un hemen hemen her yerini talan eden, her yere el koyan, adeta adı konulmamış bir sıkı yönetim rejimiyle Bakur Kurdistan'ın her yerini kontrol altında tutan bir devlet gerçekliği var. İşgal etmiş Rojava'yı, sürekli sivil katliamları yapıyor, halkı hedef alıyor. Başûr'da şimdiye kadar var olan üs sayısını iki katına çıkarmak için o alanlarda hiçbir yerleşim yerinin kalmaması demektir.

1980'den itibaren Başûrê Kurdistan'da PKK gerillaları, işte hem ARGK dönemi, hem HPG dönemi, ondan önce HRK dönemi; tüm bu dönemlerde gerilla Lolan’dan başlayarak, Xinêre, Xakurkê hattından başlayarak bu coğrafyada var oldu. Yaklaşık 40 yılı aşan bir süredir gerilla Başurê Kurdistan'da mevzilenmiş durumdadır. Başurê Kurdistan'daki Kürt halkıyla hiçbir sorunumuz yoktur, burası bizim öz toprağımızdır.  Başûrê Kurdistan'da Kürt halkının temel umudu PKK'dir. Sevgi ve saygı kaynağıdır PKK. Onun varlığını hep öyle görmüştür.

O anlamıyla bu köyleri boşaltan da, sivil kayıplarına yol açan da, saldırılarla bu coğrafyayı da boşaltan da, yani Kurdistan'da bir boşaltma hareketi yürüten de Türk soykırımcı gerçekliğidir.

Şimdi benzer bir şeyi Rojava'da da yapıyor. Sürekli SİHA'larla, uçaklarla vuruyor, işgal harekatını geliştiriyor, Efrîn'i insansızlaştırdı. Bir de hiç utanmadan pervasızca çıkıp diyorlar ki, buraları PKK'den temizleyip gerçek sahiplerine vermek lazım. Gerçek sahipleri kim? Bin yıllardır bu coğrafyada yaşayan tek halk Kürtlerdir. Kürtler bu coğrafyanın en otantik halkıdır. Ama ne yapmak istiyorlar? Buraları boşaltın diyorlar. Başûrê Kurdistan'da bu böyle, Rojava Kurdistan'da da yapmaya çalışıyorlar. İran’a söz geçirebilseler, İran açısından da benzer bir işgal harekatını geliştirecekler ve buraya kendi paramiliter güçlerini koyacaklar. Asıl hedefleri bu.

KERKÛK VE MUSUL’DA GİZLİ ÇETELERİNİ ÖRGÜTLÜYOR

İçinde bulunduğumuz Başûrê Kurdistan ve Irak'a dönük saldırıların bir yönüne daha dikkat çekmek istiyorum. Her ne kadar hareketimizin buradaki varlığını gerekçe gösterse de Türk Devleti'nin esas amacı Musul, Kerkûk petrollerinin üzerine konmaktır. Türk Özel Savaş Medyası'nı izlediğinizde çok rahatlıkla göreceksiniz ki, yatıyorlar kalkıyorlar, yok Çemçemal'deki gaz havzası, yok Kerkûk'teki petrol oranı, yok bilmem petrolün buradan ne kadar çıktığı, bu Kurdistan'ın zenginlik kaynaklarının ne kadar işte bilmem ne olduğu, bunlara PKK’nin el koyduğu vs. gibi şeyleri pompalıyorlar. Bunların hepsi safsata. Böyle bir durum yok.

Fakat esas tehlike ne? Mesela gidin Kerkük'e, gidin Musul'a, burada gizli çetelerini örgütleyen tek bir güç var; o da Türkiye. Türkiye hem Türkmen Cephesi üzerinden hem de DAİŞ'te ilişkileri üzerinden bu alanda örgütleniyor ve etkili olmaya çalışıyor.

Türkiye'nin şöyle bir yaklaşımı olduğunu asla unutmayalım. Türkiye'nin gözünde Kürtler, terbiye edilmemiş Türklerdir. Kürtlerin bulunduğu her alanı kendi yayılma alanı olarak görüyor. Cumhuriyet’in kuruluşunda Türk ve Kürtlerin yaşadığı coğrafya olarak tanımlanmış. Oraya Türkleştirme politikası uyguluyor ve Kürtleri de böyle görüyor. O yüzden de muhatap almıyor, küçük görüyor, aşağılıyor. 

Önder Apo esir edildiği zaman yazdığı ilk savunmada şöyle bir cümle kullandı. Beni getirirlerken Kenya'dan adeta bir vahşi terbiye edermişçesine yaklaştılar. Şimdi bu bizim Önderliğimiz. Bu, Kürt halkının önderliği. Kürt halkının önderliğine yaklaşım böyledir. Demek ki Kürt halkının tamamına bir vahşiyi terbiye eder gibi yaklaşıyorlar. Bu temelde de aslında işgal saldırılarını yürütüyorlar. Argümanlarına, yaklaşımlarına bakın. Kürtler hiçbir yerde kendisini yönetemez. Kendisi var olamaz, kendi kimliğiyle var olamaz. Gerçekten bunun çok iyi anlaşılması lazım ve savaşın bu düzeyde yürütüldüğünü görmek lazım. Bu temelde de Medya Savunma Alanlarında gerilla, devrimciler, Apocular direniyorlar, direnecekler. Biz direneceğiz, savaşacağız, mücadele edeceğiz. Ama bunun büyük bir toplumsal mücadele, büyük bir toplumsal savaş olduğunu, bu temelde devrimci halk savaşı stratejisine gerçekten yurtseverlerin tamamının katılması gerektiğini bir kez daha belirtmek istiyorum.

Sömürgeci faşizmin savaş kapsamında yöneldiği alanlardan birisi de Kurdistan parçalardan birisi de Rojava Kurdistanı. En son 11 Haziran tarihinde gerçekleştirilecek olan yerel seçimleri bahane ederek bir saldırı planı üzerine tartışmalar yürütülüyor günlerdir. Rojava'ya dönük bir saldırı konsepti var yani. Bu yerel seçim neden Türkiye'de sistem içi muhalefetinden iktidarına kadar tüm kesimleri korkutmaktadır? İkincisi de bu veri dikkate alındığında neyi hedefliyorlar? Bu konuların üzerine görüşlerimizi vermiştik. Bakur için de Başûr’u için de belirttik. Rojava açısından da gündemde olan tabii ki savaştır. Orada da bir savaş iklimi vardır. Aslında Rojava'daki toplumsal özelliklerin bir sisteme kavuşması böyle bir savaş ikliminde oluştu. 

Uluslararası güçleri kınıyorum. Gerçekten insanlığın başına bela olmuş, kimsenin karşısında duramadığı, DAİŞ gibi faşist bir gücü durduran, yenilgiye uğratan bir halkın bu kadar Türk devletinin saldırıları karşısında yalnız bırakılmasını kınıyorum. Rojava'da, Kobanê'de gerçekleşen devrim sadece Kürt toplumunun devrimi değildi. Kürt toplumunun direnişi de değildi; insanlığın direnişiydi. Belki de en yoksul ve her şeyden mahrum bırakılmış bir toplumsal gerçeklik, bir mucize gerçekleştirdi. Kendi mucizesini gerçekleştirdi. Suriye devlet sistemi içerisinde de en yoksul bırakılan yerlerden bir tanesiydi Rojava. Birçok şeyden mahrumdu. Buna rağmen kendi savaşçılarının iradesini dayanarak Önder Apo'nun açığa çıkardığı umut ve özgür yaşam iddiasına tutunarak bir toplumsal devrim gerçekleşti. Kaç yıldır hemen hemen her gün Türk devletinin saldırıları altındadır. Bazı bölgeleri de işgal altındadır. Bu işgale karşı sessizlik dünyanın ayıbıdır. Serêkaniyê'nin, Efrîn’in işgali normalmiş gibi, sanki Türk devleti gelip oraya işgal edebilirmiş gibi bir hava oluştu adeta. Oysa gayrimeşrudur. O sınırlardan Türkiye'ye hiçbir tehdit yoktur. Asıl tehdit Rojava halkı için var. Rojava halkı soykırım saldırılarıyla karşı karşıya. Türkiye toplumunun öyle bir şeyi yok. Türkiye toplumu öyle bir saldırıyla karşı karşıya değil. 

Yaşadığımız çağ çok ilginç bir çağ. Her şeyi ters yüz ediyor. Açığa çıkmış komplolarına rağmen en haklı olan, en meşru olan, en haksız gösteriliyor. İşgal meşru değildir, bunlar kabul edilemez. 

Orada Suriye rejimi var. Suriye rejimiyle de belli bir uyum içerisinde olduğu anlaşılıyor. Beşar Esad'ın bazı açıklamaları oldu biliyorsunuz. Türk devleti şu anda ateş üstündedir. Olur ya, Beşar Esad’la, oradaki genel Suriye sistemiyle mevcut özerk sistem belli bir bütünlüğe kavuşur ve demokratik bir düzey kazanırsa, Türkiye'nin bütün hayalleri heba olacak. Bunun paniği içerisindedir.  

TÜRK DEVLETİ BÖLGEDEKİ İKİNCİ İSRAİL’DİR

Netanyahu'nun oğlu bir harita yayınlamış; Kurdistan haritası. Türk medyası, Türk özel savaş medyası yatıyor kalkıyor; “Bakın İsrail planı, Kürtlere devlet kurduracaklar”, “PKK ile İsrail'in, ABD'nin ilişkisi bu düzeydedir” diyor. Bu tam bir provokasyon. Bu provokasyonu kim yaptırdı? Kim yapıyor? Kim istiyor bunu? Türkiye istiyor. Netanyahu'nun oğlunun böyle bir harita yayınlamış olması demek, Türkiye'nin bunu onlardan talep etmesi demektir. Çünkü zaten işgal için bahane, meşruiyet, gerekçe, argüman. Bunu oluşturmak istiyorlar. Tam böyle bir dönemde böyle bir harita ortaya koyuluyor.

Türk devletinin oyunlarına çok dikkat edelim. Türk devleti, bölgedeki kurulmuş ikinci İsrail'dir. İsrail'in tüm politikalarını meşrulaştırmayı bugüne kadar Türkiye yapmıştır. Bu halen de devam ediyor. Siz bakmayın o atıp tuttuklarına. Aslında orada taraflarının çözüme ulaşmasını engelliyor. Çünkü oradaki çatışmadan da nemalanıyor. Oradan da bir meşruiyet kılıfı kendisine geliştiriyor. Ortadoğu'daki savaş gerçekliğinde, özellikle Rojava'ya dönük saldırılarında, içine girdiği bu ilişkilerin çok iyi görülmesi lazım.

Şimdi orada DAİŞ'e karşı mücadeleyi kazanmış, irade haline gelmiş, Önderliğin paradigmasıyla, düşünce sistemiyle kendisini ifade eden, demokratik ulus olmayı, ulus sistemini geliştirmeyi kendi önüne hedef olarak koymuş bir toplumsal yapı var. Bunlar kendi kendisini yönetmek istiyor. Bu onların en doğal hakkı. Dünyada kendi kendini yönetmenin binlerce örneği var. Tüm toplumlar aslında bunun üzerinde kendi varlıklarını inşa ediyorlar. Kendi kendini yönetmek varoluşsal bir hak ama söz konusu Kürtler olunca illa bir yabancı yönetim, iktidar onun başında olmalı. Dikkat edin Bakur'da da böyledir. Bakur'da da Kürtlerin kendi kendisini yönetmesine karşı korkunç bir saldırı var. Wan'da olanları gördük, işte en son Colemêrg'deki kayyum atamasını yeni duyduk. Buradan da çıkan şey şu; Kürtler kendi kendisini yönetemez. Türkler kendisini yönetmese bile bir Arap yönetecek, bir Fars yönetecek ama Kürt olmayacak, Kürt kimliği olmayacak. Neden böyle bir konsensus bu tür gelişmeler karşısında sağlanıyor? Çünkü Kürtlük kendi kendini yöneten, kendi kendini var eden bir noktaya gelirse aslında Türk devletinin paradigması çökecek. Bu korkunun kaynağı bu. Kendi hakimiyet alanları parçalanacak. Yani Kürt olmasın da ne olursa olsun. Kürt olmasın da kim yönetirse yönetsin. Esas yaklaşım budur. O yüzden en gerici kesimlerle ittifak yapar ve oraya yönetim haline getirir.

Efrîn'de yapılan bu olmadı mı? Efrîn'de DAİŞ çetelerine “Suriye muhalefet güçleri” diyerek, orada yönetim gücü haline getirmediler mi Kürt toplumu üzerinde? Şimdi benzer bir şeyi tüm Rojava için istiyorlar, bunun arayışı içerisindeler. Ve Suriye'deki yönetimi de buna çekmek istiyorlar. 

 

Esad’ın değerlendirmeleri de önemli. “Ben Türkiye ile görüşeceksem en azından Türkiye işgalci güçlerini çekmeli” dedi. Askerlerini kendi sınırına çekmeli. Mesela Sudani’den bu da çıkmadı. Sudani'nin mevcut yaklaşımıyla, politikalarıyla, Türkiye'nin Başûrê Kurdistan'daki işgalciliğine ses çıkarmayan bir noktaya çekildi. Bölge ülkeleri gerçekten Türk devleti ile içine girdikleri ilişkilere dikkat etmeli. Bu onları da çok daha uzun süreli çatışma ortamının içerisine çeker. Çünkü Kürtler kendi varlıklarından vazgeçmeyeceklerine göre, teslim olmayacaklarına göre, onurlarından vazgeçmeyeceklerine göre, Kürt olarak kalacaklarına göre, yani herhalde hepsini de katledemeyeceklerine göre, bu gerçekten çok tehlikeli bir durumdur. Türkiye ateşle oynuyor ve bu ateşi de sadece kendi bünyesinde değil her yere sıçratıyor. Her yeri o temelde böyle harlandırıyor ve onun üzerinden de savaş siyaseti geliştirmeye çalışıyor. Bu geleneksel bir Türklük politikası. Aslında Orta Asya'dan Anadolu'ya giriş yaptıklarından beri Türk boylarının içine girdiği böyle bir tutum var. Ordu-millet kavramı biliyorsunuz, oradan geliyor. Bununla övünüyorlar fakat bu artık övünülecek bir şey değil, bunu tekrar etmek istiyorum. Artık Türkiye toplumu da, eski Türkiye toplumu değil, Türkiye toplumu da yerleşik bir toplum haline geldi. Eski at sırtındaki Türklüğü aramak da çok saçma.

Fakat gerçekten Türkiye'deki devlet aklı mı diyeyim, akılsızlığı mı diyeyim, sağlıklı düşünemiyor. Bir histeri düzeyinde Kürtler karşısında politika üretiyorlar.

ESAD’IN ONURLU POLİTİK TUTUM SEÇECEĞİNE İNANIYORUM

Ne yapacaklarına tabii Suriye'deki, Rojava'daki halkın kendisi karar verecek. Seçim kararı aldılar, bu onların kararı. Buna saygı duymak lazım. Bu iradeyi tanımak, görmek lazım. Orada savaştan sonra, yani DAİŞ'in ağır saldırılarından sonra yeni bir yaşamı kurmaya çalışıyorlar. Var olmaya çalışıyor bir toplum. Ve bu toplum öyle çok zenginlik içerisinde olan bir toplum değil, yoksul bir toplum. Gelişmek, görünmek, var olmak istiyor. Kendisini dillendirmek istiyor. Buna destek olmak gerekli. Ben ümit ediyorum ki Suriye rejimi buna açık olsun ve böylece Kürtlerle ittifak temelinde Suriye'nin geleceği garanti altına alınsın. Baba Esat bu politikayı geliştirmeye çalışıyordu. Baba Esad dönemine dönük çok eleştirilerimiz var. Kürtler bundan çok çektiler, bunun zararlarını çok gördüler fakat hiçbir zaman Kemalist rejim gibi ya da Türkiye'deki ulus devlet rejimi gibi katı inkarcı bir tutum içerisinde de olmadı Esat rejimi. Ben Beşar Esad'ın da bu temelde daha onurlu bir politik tutumunu seçeceğine inanıyorum.

Amerika'nın bu konuda açıklamaları vardı. Dünya izliyor hazırlıkları, oradaki seçimi. Türk devleti saldıracağını söylüyor. Erdoğan yine eline almış neşteri, “neşter vuracağız” diyor. Savaş yeni bir durum olmayacak burası için, bunu söyleyebilirim. Zaten savaş hiç durmadı, saldırılar hiç durmadı. Hep sivil kayıplar oldu. Herhalde Rojava'daki Kürt toplumu da, Arap toplumu da, Süryaniler de, Hristiyanlar da şimdiye kadar geliştirdikleri toplumsal sistemi savunacaklardır. 

Eğer seçimler olur ve buna dönük saldırılar olursa, orada da bir toplum iradesi vardır. Bu toplum iradesi, bu halk iradesi, DAİŞ’i yenilgiye uğratmış, onurlu bir iradedir. Türkiye'den kaynaklı faşist saldırıları da, işgalciliği de o irade durduracaktır. Bu bilinç ve duyarlılıkta olduklarını düşünüyorum. 

1 HAZİRAN ATILIMI BİR FEDAİLİK AÇIĞA ÇIKARDI

1 Haziran Hamlesini geliştiren ve geliştirirken şehit düşen binlerce arkadaşımız oldu. Yüzleri aşıyor. 20 yıldır hemen hemen her güne sığdırılan çok büyük eylemler oldu. Çok büyük şehadetler oldu. Şehit Nûda'dan Adil ve Atakan arkadaşlara, en son Erdal ve Rojhat arkadaşlara, Gulçiyalardan Berçemlere, Axînlere, Delallere, hepsini saygıyla, minnetle, sevgiyle, özlemle anıyorum.

1 Haziran Hamlesi mücadele tarihimizde çok önemli bir yere sahip. Aslında bu konuda yıllardır değerlendirmelerde bulunuyordu. Önderliğimizin de değerlendirmeleri var. Birebir bu hamlenin gelişimini hazırlayan aslında Önder Apo’ydu. Önder Apo pratik olarak hazırlayan değil belki ama bunun düşünsel zeminini, gerekliliğini, bunun nasıl yürütülmesi gerektiğini, hangi temelde katılması gerektiğini belirledi.

Nasıl ki 15 Ağustos 1984'te gerçekleşen birinci büyük atılımımız, büyük hamlemiz Kurdistan'da varlık ve yokluk sorunu tanımlayarak bütün Kürt toplumunu uyandırdıysa, uyanışa geçirdiyse 1 Haziran Hamlesi de Uluslararası Komplo'nun dayattığı yok oluşa, imhaya, tasfiyeciliğe karşı aslında özgür insan duruşunu açığa çıkartan bir hamle oldu. Bunu uluslaştırdı. Yani demokratik uluslaşmada aslında 15 Ağustos 1984 atılımı ve 2000 yılına kadar yaşanan gelişmeler önemli bir rol oynadı. Fakat bunun siyasete, toplumsallaşmasında, bunun çeşitlenerek kurumlaşmasında da 1 Haziran askeri hamlesinin çok önemli bir yeri oldu.

Uluslararası Komplo'dan sonra aslında birçok çevre, başta uluslararası çevreler ve Türkiye'nin içerisindeki birçok kesim de PKK'nin bittiği hayaline kapıldı. Buna göre, o düşünenlere göre Önder Apo esaret altına alınmıştı, PKK içerisinden bir grup kopmuştu, tasfiyeci duruma düşmüştü. Geri kalanlar da aslında giderek dağılacaklardı. Fakat 1 Haziran Hamlesiyle birlikte açığa çıktı ki işler öyle yürümüyor. Önderlik gerçekliği onların düşündüğü gibi bir gerçeklik değil. Duvarları aşan, çoktan sınırları aşan aslında bir zihniyet, bir felsefe, bir anlayış. Bir de tabii bunu özellikle bir halkı savunmak ile birlikte yenileyen, yeni bir paradigmasal değişime, dönüşüme uğratan, bununla başta savunma anlayışımız olmak üzere devlet, iktidar, toplum anlayışımızı değişip dönüştüren, ideolojik, paradigmasal bir değişim ve dönüşüm sağlatan bir gerçeklik olması nedeniyle de aslında böyle düşünenlerin hepsinin yanıldığı ortaya çıktı. 1 Haziran Hamlesi işte bu hazırlıkların Önder Apo'nun ortaya koyduğu bir halkı savunmanın uygulamasıydı. Bu çerçevede kurgulanmış bir savunma olduğu için aslında esasta bizim savunma anlayışımıza da, savunma çizgimize de yenilenmeyi, değişimi, dönüşümü getirdi. Devrimci halk savaşı stratejisi 20 yıldır bunun üzerine şekillendi ve 20 yıldır da Kurdistan'da her yılı zafer çizgisinde götürüyor. 

Şunu söyleyebilirim; 1 Haziran Atılımı olmasaydı ya da böyle bir hamlesel çıkış askeri alandan başlamak üzere tüm topluma yayılmasaydı, biz bugün Kürt varlığı ve özgürlüğünü tartışamazdık. Bu anlamıyla herkes bu hamleye çok şey borçlu. Sadece böyle fiziki varoluştan bahsetmiyorum. 20 yıla yayılan bu mücadele açığa çıkardığı ölçüler ve değerlerle birlikte demokratik uluslaşmada yerini aldı. Bir fedailik düzeyi, serhildan çizgisi açığa çıkardı bu atılım.  Demokratik toplum ve örgütlenme anlayışı açığa çıkardı. Bunları böyle bir bütünlüklü çerçevede ele almak gerekir. Bu anlamıyla 1 Haziran Atılımı hamlesi esas olarak Kürt varlığına ve özgürlüğüne dayatılan saldırıları bertaraf eden, Kürt sorununun gerçek çözüm yolunu açan ve Kürt düşmanlarını da açığa çıkartan, deşifre eden gerçekten devrimci, Apocu bir hamle oldu.

ÖZ SAVUNMA KADININ VAR OLUŞU AÇISINDAN ÇOK ÖNEMLİ 

Öz savunma konusunun felsefik, paradigmasal, zihniyet boyutu var. Bu konuyu iyi özümsemek ve anlamak lazım. Savaş koşullarında şimdiye kadar tartıştığımız boyutlar ve dört parça Kurdistan da savaş alanı. Fakat öyle olmasa bile kadınlar açısından, her canlı açısından aslında savunma, varoluşun bir parçası. Yani bir varlık, bir kimlik, bir şey, bir olgu.

Cansız nesnelerde bile öyledir. Cansız nesnelerde bile kırılmaya karşı gösterilen direnç, yani onun savunmasıdır. Cansız madde anlayışımız da değişti kuantum alanındaki gelişmelerle. Varlığın doğasında var savunma olgusu. Fakat tarihte en çaresiz bırakılmış, bütün savunma araçları elinden alınmış varlık da herhalde kadın. Erkek egemenlik sistemlerin ağır baskısı altında adeta kendini savunmayı, kendini korumayı unutmuş kadın. Unutturulmuş daha doğrusu. Günümüzde geleneksel toplumlarda bir kadının kendisini var edebilmesinin tek koşulu kendisini bir egemen erkekle tanımlamasından geçiyor. Bu, bazen birey olarak bir erkek, bazen onun yarattığı bir kurum; aile, devlet olabilir. Yani onsuz yaşamı düşleyemeyecek düzeye getirilmiş bir kadın gerçekliği var. Kadınlar bu noktaya getirilmiş. O anlamıyla öz savunma bilincinin kadınlar açısından gelişmesi, öz savunma duruşunun gelişmesi kadının varoluşu açısından çok önemli. Kadın kimliğinden, varlık olarak kadından bahsediyorum. Daha özgür kadını tartışmıyorum bile. Varlık olarak kadının kendisini ifade edebilmesi, var olabilmesi için öz savunmasını gerçekleştirir duruma gelmesi lazım. Dişiliğe bir kadınlık atfedebilirsiniz ama kadın olmaz yani. Kadın olmak o anlamıyla gerçekten kendi öz savunma bilincine varan, kendi farkına varan, kendi gücüne farkına varan, kendi değerlerini bilen ve kendi değerlerini o temelde savunabilen demektir. Kadını biz sadece bir biyolojik olgu olarak tanımlamadığımıza göre, kadını bir sosyal olgu olarak tanımladığımıza göre, yani olayı biraz böyle ele almak lazım. O anlamıyla KJK'nin başlattığı hamle çok önemlidir ve derinleştirerek sürdürmemiz gerekli bu hamleyi

Ruşen Çakır'ın bir analiz yazısı vardı. Kurdistan'a yaptığı geziyi anlatıyordu. Ve en çarpıcı şey olarak da şunu ifade ediyordu. Kurdistan'daki en önemli, en çarpıcı gerçeklik, Kürt kadınının yaşamın her alanında belirleyici hale gelmiş olmasıdır, diyordu. Bu yine birkaç gün önce yayınlanan bir yazı dizisi. Siyasetten sosyal yaşama, yani hemen hemen her yerde kadınların rahatlığı, kadınların doğallığı, kadınların yaşamın her alanında varoluşu ve şekillendiriyor olması dikkatimi çekiyor, diyordu. Evet, gerçekten Kurdistan'da böyle bir düzey açığa çıkmıştı. PKK-PAJK ideolojisi, kadın kurtuluş ideolojisi, gerçekten kendi farkına varan, kendi gücünü bilen, bu gücünü örgütlü ve bilinçli şekilde topluma yansıtabilen, bunu işte aileden okula, bulunduğu her alanda temsil edebilen bir Kürt kadın duruşunu açığa çıkardı. Bu çok önemli bir kazanımdır. Bu Önder Apo sayesinde oldu tabii. Kadınlar bunun farkında. Burada başka bir ideolojik durum var. Başka bir zihniyet bu kadınları böyle çarpıcı hale getiriyor. Böyle etkileyici hale getiriyor. Bunu çok iyi görmek lazım. O anlamıyla demek ki öz savunma bilincini geliştirip, kadınların özgürlük zeminini büyütmek istiyorsak, önderlik ideolojisi ve gerçekliğinde daha fazla yoğunlaşmak, kadın kurtuluş doğrusunda daha fazla yoğunlaşmak gerekiyor.

Türkiye'de kadınların şimdiye kadar kazandıkları haklara dönük mevcut iktidarın, savaş rejiminin operasyon hazırlıkları var, operasyonlar yapıyorlar. Hukuk alanında yapıyorlar, yasal haklarında yapıyorlar, soyadı kanunu meselesine yürütülen bir tartışma var. Bundan önce İstanbul Sözleşmesi ve ondan çekilmeye birlikte başlayan bir gerileme süreci zaten vardı. Bunun da dışında savaş iklimi olduğu için, Kurdistan'da savaş dayatıldığı için ve Türk özel savaş sistemi, Kürt kadının Kurdistan'daki oynadığı rolü anladığı için, bir de başta genç kadınlar olmak üzere, Kürt kadınlarına dayatılan katliamlar var. Polisiyle, jandarmasıyla, askeriyle, özel timiyle, korucusuyla, eğitim sistemiyle, geliştirdiği sosyal alanla, özel savaş alanları aslında, kafe kültürü, bazı spor etkinlikler, Kürt genç kızlarını alıp Türkiye metropollerinde çeşitli aktiviteleri koyarak, gözlerini boyama ve etki altına alma ve benzeri şekilde bir dizi operasyon Kurdistan'da devam ediyor.

Bu anlamda ne gerekli, öz savunma hamlesi kapsamında? Bir, erkek egemenliği hiçbir saldırıya cevapsız kalmamalı. Kürt kadınları Kurdistan'da bunun için örgütlü olmalı. Örgütlü hareket etmeli, tartışmalı. Gerçekten kadınların komünleri olmalı, kadınların komiteleri olmalı, örgütlü olmalılar. Genç kızlar örgütlü olmalı, kendilerini yalnız bırakmamalılar. Örgütlü davranarak her türlü öz savunma duruşunu geliştirebilmeliler. Bir yerde saldırı varsa bütün araçları devreye koyan bir savunma duruşunun gelişmesi lazım. Ama bunların hepsinin gelişmesi için de bilinç ve örgütlenme gelişmesi lazım. 

TÜRKİYE’DE SİYASETE YÖN VEREN, HAKİM SAVAŞTIR

Türkiye'de siyaset değil, hakim olan savaştır. Siyasete de yön veren, siyasi ilişkileri de belirleyen bu savaş gerçekliğidir. O yüzden de hem İmralı'daki gerçekliğe bakmak, hem Medya Savunma Alanları başta olmak üzere Kurdistan'ın diğer parçalarında ve Bakurê Kurdistan'daki savaş gerçekliğini iyi takip etmek lazım ki doğru siyasi söylem geliştirelim. Siyasetin hangi kodlar üzerinden yürüdüğünü anlayalım. Örneğin Colemerg Belediyesi'ne kayyum atandığı bilgisi geldi. Herkes diyor kayyum rejimi. Kayyum rejimi de, esas olan ortada bir darbecilik var. Türkiye siyasi tarihinde çok etkili olan askeri darbe geleneği, AKP-MHP iktidarı döneminde yeni bir formasyon kazandı aslında. Türkiye geneline yayıldı. Yani Türkiye genelinde böyle darbeci bir durum var. 2015'ten itibaren aslında bu daha açık hale geldi. Sözde FETÖ darbesine karşı, aslında bir karşı darbe kurumlaştırıldı. Kayyum uygulamaları, aslında lokal darbeciliktir. Düşünün, daha üzerinden kaç ay geçti ki? 31 Mart'ta yerel seçimler oldu. Halk sandığa gitti. Bir beklentiyle, bir iddiayla gitti. Kendi iradesini ortaya koydu. Beğenin beğenmeyin, kabul edin etmeyin. Siyasi düşüncelerini kabul edin etmeyin. Demokrasi böyle bir şey. Demokraside herkes aynı düşünürse demokrasi olmaz ki. O başka bir şey olur. Sen benim düşündüğüm gibi düşünürsen ben sana söz hakkı, siyaset yapma hakkı veririm; böyle bir demokrasi olabilir mi? Kiminin aklıyla dalga geçiyorlar? Demokrasi, demokratik rejimler, farklılıkların birlikte yaşaması için inşa edilir. Farklı düşünceler, farklı fikirler hatta en uç fikirler bile demokratik sistemler içerisinde kendisine yer bulabilirler mi? Diyelim ki Colemêrg'deki belediye başkanının fikirleri mevcut hakim düşünce sisteminin dışında olsun. Fakat oradaki toplum, oradaki halk iradesi olarak onu belirlemiş ve onu görmek istiyor. Onun düşüncelerinin pratikleşmesini görmek istiyor. Onun belediyeciliğini görmek istiyor. Ona inanmış yani. Bu anlamıyla bir darbeci zihniyet var, faşizm var Türkiye'de. Bundan ötesi mi var? Faşizm gerçekliği vardır. 

‘YUMUŞAMA’, CHP’Yİ YEDEKLEME SÜRECİDİR

Son seçimlerde CHP ve CHP'nin etrafındaki güçler daha fazla oy aldılar. İlk defa AKP, Türkiye'nin ikinci partisi konumuna düştü. Yani mevcut iktidar aslında meşruluğunu yitirdi. Meşru bir iktidar yok karşımıza. Fakat bakın ne yaptılar? Normalleşme, yumuşama söylemi altında CHP ile bir süreç başlattılar. Bu bütün Türkiye'yi etkileyecek bir süreç deği; CHP'yi yedekleme sürecidir. Çünkü eğer AKP-MHP 31 Mart seçimlerinden birinci parti olarak çıksaydı, bu meşruluk tartışması gündeme gelmeseydi, inanın böyle bir şeye ihtiyaç duymayacaklardı. Yani CHP ve şürekasının yüzüne bile bakmazdı mevcut iktidar. Fakat şimdi şöyle bir ihtiyaçları oldu. Mevcut darbeci, faşist zihniyetin perdelenmesi gerekiyor. CHP'yi böyle bir örtü konumuna getirmek istiyor AKP. 

Gerçekten CHP iddia ettiği gibi Özgür Özel liderliğinde Türkiye'nin gerçek muhalefet partisi olacak mı? Muhalefetini yürütecek mi? Mesela şöyle bir şey var, deniliyor ki temel Türkiye politikalarında CHP mevcut iktidarla uzlaşmalı. O zaman nerede kaldı bu temel Türkiye politikası denilen şey nedir? Dış politika, yürütülen savaş gibi konularda eğer CHP söz söyleyemeyecekse, kendi çizgisini ortaya koyamayacaksa, kendi çizgisine sahip çıkamayacaksa, mevcut işte İslam'a, faşist iktidara eklemlenecekse nesi kalır? Mevcut durumda böyle bir tartışma var, böyle bir çalışma yürütülüyor. Yani şu anda AKP ile CHP uzlaştı, Özgür Özel hemen AKP’nin yedeğine girdi diye bir şey söyleyemem.

Bu normalleşme, yumuşama kavramıyla toplumdaki tepkiyi düşürmemeliler. Çünkü sağıyla soluyla birçok çevrenin ifade ettiği gibi, Türkiye mevcut savaş ikliminde çok ağır sorunlarla karşı karşıya. Ekonomik, sosyal, kültürel sorunlarla karşı karşıya. Mafya-devlet ilişkisi ayyuka çıkmış, yozlaşma çok fazla, eğitim sorunu çok fazla. Yani Türkiye kendi temel değerlerinden kopan bir ülke haline gelmiş, işgalci bir devlet konumuna düşmüş. Kendi coğrafyasında yaşayan insanlarla savaş halinde.

Biraz daha detaya girmekte fayda var belki. Kurdistan'da Amed'de bir kafe sahibi Kürtçe hizmet vereceğini söylediği için ceza aldı. Düşünün, Türkiye'de binlerce kafe var ve binlerce kafede sadece Türkçe konuşuluyor. Bu Kürtlere yapılmış bir nefret suçu ve faşizm olmuyor ama bir kafe Kürtçe hizmet vereceği için sahibi ev hapsi cezası alıyor. Beş Kürt sanatçısı Kürtçe şarkı söyledi diye haklarında dava açılıyor. Böyle bir Türkiye'de yaşanıyor. Yani Kürtçe şarkı söylemek, Türklere karşı nefret suçu oluyor. Yani bu coğrafya üzerinde her türlü plan, hesap yapılıyor. İnkar ve imha politikası bu düzeyde. Temel argümanlarımızdan bir tanesi, Kurdistan sömürgedir ve Kürt toplumu inkar ve imha saldırıları altındadır. Mevcut durumda AKP bunu kat ve kat aşan bir soykırım siyasetini ortaya koyuyor ve gerçekten hem inkarcılığı böyle bu tür yasalarla, bu tür cezalarla yeniden gündeme getiriyor. Hem de bu şekilde Kürt varlığını imha ediyor, ortadan kaldırmaya çalışıyor.

Şimdi böyle bir Türkiye gerçekliğinin içerisinde CHP, yani buna dönük hiçbir şey söylemeyecek mi? Yenilenme, Türkiye'nin demokratikleşmesi, Sosyal Demokrat Parti olma iddiası vardı.  Gerçekten Türkiye toplumu, -buna Kurdistan'ı dahil edebiliriz- CHP'den bir beklentiye girdi. Dediler ki mevcut AKP-MHP rejimi bizi uçurumdan aşağı götürüyor. Sen bir seçenek, bir alternatif olabilirsin. CHP'nin yeni yönetimine böyle bir şans verdiler 31 Mart seçimleriyle birlikte. Yeniden AKP'nin bu Kürt düşmanı, Kürt katliamcısı, soykırımcı yüzünü perdelemeye yarayacak bir örtüye dönüştürme gerçekten yazık oluyor. 

Türkiye gündeminde sahte gündemler çok fazla üretiliyor. Yani esas gündem hep arada kaynatılıyor. Mevcut iktidar, AKP-MHP iktidarı kendi dışındaki muhalefeti, kapısındaki köpekler olarak görüyor. Önüne bir kemik atıyor.  Onlarla oyalanırken kendi esas gündemini  inşa ediyor, yürütüyor. Mesela şimdi Türkiye’nin bir anayasa sorunu var. Fakat mevcut durumda anayasa yapılacak bir ortam yok ki. Yani zaten az kalmış Erdoğan, Padişah'ım çok yaşadı diye herkesi bağırttıracak. O noktaya gelmiş yani. 

Yine mesela hayvan hakları meselesi. Bunların hepsi canlıların ekolojik olma, toplumsal ekolojiyi savunma, onlara yaşam hakkı tanıma, yaşatma... Bunların hepsi birer sorun, birer gündem. Böyle gündemlerimiz yoktur demiyorum fakat bu gündemlerden daha yakıcı şeyler var. Yani bu gündeme hiç giriş yapılamıyor. Yapılmasına izin verilmiyor. Aslında Kurdistan'daki muhalefet, DEM parti, DEM parti etrafında Türkiye'deki demokrasi güçleri biraz yeni bir gündeme doğru evrilecekti. Kendileri yine savaş politikalarını devreye koyacaklar. Böyle bir sahte gündem yaratma var.

Dördüncü olarak da şunu söylemek istiyorum. Bu yeni bir yasa geçti, biliyorsunuz. Erdoğan'a yeni haklar tanındı. Seferberlik ve savaş hali ilan etme yetkisi verildi. Benim bildiğim kadarıyla aslında daha önce de böyle bir yetkisi vardı. Fakat dışa dönüktü. Yani dış tehdit söz konusu olduğunda ülkenin cumhurbaşkanı bir seferberlik hali ilan edebilir. Bir savaş durumuna geçirebilir ülkeyi. Fakat bu yeni yasa ile birlikte bunu içe dönük kıldı. Yani içe dönük de bunu sağlayabilir. Bir hazırlık var içe dönük. Kurdistan'daki ve Türkiye'deki durumu görüyor. AKP-MHP iktidarı toplumsal ayaklanmalardan ve serhildanlardan korkuyor. Buna dönük topluma dönük açıktan savaş ilan etme hazırlıkları var. Bir bu. İkincisi de, CHP'ye karşı aslında bir yandan normalleşme tartışmalarını yürüttüğünü söylerken bir yandan da bu kadar yetkiyle donanan bir cumhurbaşkanı var. Kime karşı? 

Özgür Özel ve ekibi mücadele edeceklerini, sokaklara ineceklerini ve benzeri şeyler söylüyorlar. Ben buna da dikkat çekmek istiyorum. Bir bütün olarak Türkiye'de aslında tek adam diktatörlüğünün mü diyelim, faşizmin mi diyelim, giderek kendisini kurumlaştırmasına dönük atılan bir adımdır. Çok değişik bir adımdır. Türkiye'de mevcut siyasi ortam böyle ağır sorunlarla birlikte yürütülüyor. Ağır sorunlarla iç içedir.

Ciddi mücadele konuları var. Devrimci Halk Savaşı çizgisinde direnmek gerekiyor. Faşizmle tartışarak sadece belirli mecralarda, siyasal mecralarda mücadele ederek bir sonuç alamayız. Bunun toplumsal alanın her boyutunda mücadeleye dönüşmesi lazım. Yani serhıldana, ayaklanmaya, toplumsal tepkiye dönüşmesi lazım. Örneğin Wan'da Abdullah Zeydan'a dönük o kayyum şeyi nasıl engellendi? Toplum ayağa kalktı ama sadece ayağa kalkmadı. Eline molotof da aldı gençler, TOMA’lara ateş ettiler. Çok korktu mevcut AKP-MHP iktidarı bundan. Gerçekten böyle bir şeye girmek lazım.

Gezi de bu demekti. Şimdi Gezi'nin de yıl dönümü tartışmaları var. Gezi’de isyan, komün, özgürlük çığlığı vardı. Gezi de böyle bir toplumsal muhalefeti inşa etme alanıydı. Türkiye'de eğer gerçekten demokratik siyaset eylemli hale gelecekse bu çerçevede harekete geçilebilmeli. Türkiye'deki siyasi ortam, başta da söylediğim gibi savaşla şekilleniyor.

Bu temelde devrimci halk savaşı çizgisini anlamaya çağırıyorum herkesi. Başta gençliği, başta Kürt halkını… Yani Türkiye halkı için de geçerli ama başta Kürt halkının başka türlü kendisini var kılma, ayakta kılma, soykırıma karşı direnme alanı kalmamıştır. O yüzden gençliğin tarihsel görevine sahip çıkarak mücadeleyi yükseltmesi gerektiğini belirtiyorum.